GÖRMEK, BAKMAK VE ANLAMAK… İŞTE SORUN BURADA?
Bundan uzunca bir süre önce, İsveç Stockholm Üniversitesi’nde görev yapan akademisyen bir dostum, vereceği “Holistik İnsan “konulu konferansın ön çalışmalarını okumam için bana göndermişti. Son derece bilgilendirici bulduğum bu çalışmalarla alakalı olarak aldığım kısa notları ben de talebelerle paylaşmıştım. Geçenlerde arayan eski öğrencilerden biri bu konuyu tekrar hatırlatarak, kendisinin hâlihazırda İstanbul’da seçkin bir üniversitede eğitmen olarak göreve başladığını ve söz konusu bu notları kendisine gönderip gönderemeyeceğimi sordu. Akademisyen dostuma gönderdiğim konferans konusuyla alakalı incelememi aşağıda paylaşıyorum.
Görmek ve de Bakmak fiillerinin ayrı ayrı değerleri olduğu ve de fiziksel o ölçüde de kimyasal reaksiyonlar neticesinde gerçekleştikleri yadsınamaz. Görmek eyleminin gerçekleşmesi için öncelikle bakmak gerekiyor, doğru. Bir takım 3ncü göz, zihinsel görü gibi bilimin gerçek kabul etmediği ruhsal, tinsel, felsefi (filozofik) yaklaşımları bir kenara koyduğumuzda, konu başlığı her iki eylem için de mutlak bir fiziksel irade, yetenek, beceri gerekmekte. Yani sağlıklı bir beyin, nokta.
Kâinatın ve de yaradılışın en büyük mucizesi olan insan vücudunun en önemli organı da hiç şüphesiz beyin. Yıllardır sokaktaki insanın (bizlerin) olduğu kadar, okuduğumuz kalın kalın kitapların satırları arasında da en sık rastlanılan şikâyetlerin (isteklerin) başında şu soru gelmekteydi. (Ki o cilt cilt kitapları da bizim yazdığımızı unutmayalım)
“Şu an beynimizin yüzde onunu kullanıyoruz, geldiğimiz bilimsel eşiğe bakın. Merih gezegenine (yaklaşık 80 milyon km. Uzaklıkta) robotlar gönderiyoruz ve bu robotların dünyamıza ulaştırdıkları yüksek çözünürlüklü fotoğraf ve videoları rahatça seyredip değerlendirebiliyoruz. Ya beynimizin yüzde yüzünü kullanabilseydik. Olacakları hayal bile edemiyorum.”
Genel bir talep/arzu değil mi bu? Sizin, bizim, hepimizin, herkesin hayali. Öyle ya beynimizi daha çok kullanıp aslında şimdiki halimizden daha iyi olmayı kim istemez ki? İnsanlar yıllardır beyinlerinin tamamını değil, sadece yüzde 10’unu kullandığını düşünüyor. Ancak, birçok bilim insanı bu hurafenin artık değişmesi için çaba sarf ediyor. “Beynimizin yüzde kaçını, nasıl kullanıyoruz?” sorusunu Cambridge Üniversitesi Psikiyatri kliniğinde Nörobilim üzerine Doktora yapan Dr. Muzaffer Kaşer şöyle cevaplıyor.
“Beynimizin yüzde 10’unu kullanıyoruz diye bir yanlış bilgi var, oysa beynin yüzde 100’ünü kullanıyoruz. Beyin görüntüleme araştırmaları sayesinde beynin bir bütün halinde çalıştığını, bağlantıların etkileşim halinde olduğunu ve bir görev yapılmadığında dahi arka planda çalışan aktivitesi (default mode network) bulunduğunu biliyoruz. Parmağımızı şıklattığımızda dahibeynimizin yüzde 90’ını çalıştırıyoruz. Zaten vücudun enerjisinin oldukça önemli bir kısmını kullanan bu organımızın, büyük bir bölümünün çalışmadan kalması yaşamla bağdaşmazdı.”
Bilimsel gerçekliğinin dışında, insanların nasıl böyle bir bilgiyi sahiplenebildiklerini sorgulayan Kaşer, “Bu konuda şöyle bir düşüncem var; insan yüzyıllar boyunca kendinin evrenin merkezinde olduğunu düşünegelmiş. Bu derece benmerkezci bir canlının, kendi beyniyle de ilgili beklentilerinin yüksek olması bizi şaşırtmamalı. Yüzde 10 miti’nin altında tarihsel olarak böyle bir motivasyon olabilir. Aslında beynimin tümünü kullanmıyorum, yüzde 100’ünü kullansam neler yapabilirim? düşüncesi bu nedenle bu derece sahiplenilmiş” diyor.
“Kişisel gelişim” adıyla çıkan kitapların, özellikle modern çağda insanların iş hayatındaki sorunlarına yönelik popüler kültür ürünleri olduğunu söyleyen Kaşer, bu kitapların yanlış bilgilerin yayılmasında çok büyük payı olduğunu kaydetmekte. Kaşer, “Çünkü bu kitaplarda sürekli kişilere aktarılan, şöyle bir mesaj var; ‘Siz aslında kapasitenizin daha fazlasını yapabilirsiniz, yapmalısınız da.’ Bunu bir şekilde temele oturtmanın en kolay yolu da ‘aslında beyninizin tamamını kullanmıyorsunuz’ demek. Böylece insanlara daha fazlasını kullanmanın yollarını vaat ederek kazanç sağlayan bir sektör var. Derslerimde bu bilgiye inanan çok sayıda kişiyle karşılaşıyorum” diye konuşuyor. Vücudumuzun patronu olarak nitelendirebileceğimiz, en önemli organımız beyin. Genel olarak bir bütün olsa da sağ ve sol yarımküreleri farklı, değişik misyonlara sahip. Uzmanlara göre herkes, ağırlıklı olarak bir yarım küreyi kullanıyor ve bu meslek seçiminde bile rol oynuyor.
Uzmanlar sağ ve sol beyin yarımkürelerinden baskın olan tarafa göre kişinin yeteneklerinin, mesleğinin hatta zekâsının farklı olacağını belirtiyor. Reem Nöroloji Merkezi’nden Dr. Mehmet Yavuz, sol beynin konuşma ve duygu durum merkezini barındırması sebebi ile sağ beyinden daha önemli görevler üstlendiğini ve daha baskın olduğunu söylüyor. Dr. Yavuz, sağ beyinin de özellikle boyut ve hacim değerlendirmelerinde ön plana çıktığını, bilgiyi şekil ve hayal gücü ile işlemede önemli görev üstlendiğini de sözlerine ekliyor…
Dünyada yapılan birçok araştırmanın da gösterdiği üzere sağ ve sol beyin farklı fonksiyonlara sahiptir. Sağ beynin baskın olduğu kişilerde bilgiyi şekil ve hayal gücü ile işleme özelliği gelişmiştir. Yani estetik zekâ için sağ beyine ihtiyaç olmaktadır. Mühendislik, mimarlık, yazarlık, müzisyenlik gibi mesleklere sahip kişilerde sağ beyin özelliklerinin baskın durumda olduğunu önemle vurgulayan uzmanlar, “Sağbeyin fonksiyonları iyi olmayan kişilerden iyi şair, besteci, mimar çıkmayabilir” yorumunda bulunuyorlar.
Beynin iki yarımküresini birbirine bağlayan “Korpus Kallosum” adı verilen sinir lifleri yaptıkları köprüsel yapı sayesinde bilgi alışverişini sağlıyorlar. Korpus Kallosum ne kadar İyi gelişmiş ise insanın bir bütün olarak beyinsel yeteneklerini sergilemesi ve beynini bir bütün olarak (global maksimum) kullanması o kadar artıyor ve üst düzeye çıkıyor. Eğer Korpus Kallosum iyi gelişmemişse o zaman sağ ve sol beyinden hangisi baskın ise kişi o özellikleri ön plana çıkararak hayatını sürdürüyor. Toplumda lider kişilerin, beynini global olarak iyi kullanmayı beceren kişiler olduğunu söyleyebiliriz. Bu kişilerde beyin ve vücut ilişkileri çapraz yürür. Dolayısı ile Korpus Kallosum’un yetersiz geliştiği kişiler, lider olma vasıflarını taşıyamıyorlar. Uzmanlar, sağ ve sol el kullanımı ile hangi beynin daha baskın olduğu arasında önemli bir ilişki olduğunu belirtiyorlar. Günlük hayatta sol elini kullanan kişilerin sağ beyinleri baskın durumdadır. Eğer kişi sağ elini kullanıyorsa o zaman da sol beyin baskındır. Bu nedenle şunu diyebiliriz ki, solak olanlarda sağ beyin baskın durumda olacağı için, bu kişilerde mimarlık yeteneği ve müzisyenlik kabiliyetleri iyi gelişmiştir. Sağ ve sol beyni baskın kişiler matematiksel yeteneğe sahip olabilir ancak sağ beyin daha çok matematiğin geometri, sol beyin ise cebirsel bölümü ile ilgilenir. Buradan şu netice çıkıyor ki, solak olan bir çocuğun, mimarlığa ya da güzel sanatlara yönlendirilmesi gerekebilir. Bireyin, fen ya da konuşma becerisi gerektiren avukatlık veya pazarlama gibi bir meslekle uğraşması hata olabilir. Çünkü sol beyin konuşma becerilerinde rol oynar. Eğer solak bir kişi hukuk mesleğini seçmişse avukatlığı değil estetik muhakeme yeteneğine yönelten sağ beyinden dolayı hâkimliği tercih etmeli.
Vücut ısısını ayarlıyor, görmemizi, duymamızı, hissetmemizi, âşık olmamızı bile o sağlıyor. Tüm bunlara vücutta bin 400 gram ağırlığındaki beyin neden oluyor. Öyle karmaşık bir organ ki, nasıl işlediğine de insan aklı yetmiyor! Uzmanlar ‘Beynin ne yaptığını biliyoruz ama ne yapacağını bilmiyoruz’ diyorlar.
Ünlü fizikçi Einstein’ın beyni bin 230 gramdı hâlbuki yetişkin bir erkeğin beyni ortalama bin 400 gram ağırlığında. Bin 400 gramı gözünüzde canlandırmanız için beş elmanın ya da altı orta boy domatesin ortalama ağırlığına denk diyebiliriz. Beyin vücudumuzdaki oksijenin ve kanın yüzde 20’sini kullanıyor. İçeriğindeki protein, yağ, 100 bin mil uzunluğunda damar, 100 milyar sinir hücresiyle beynimiz ayakkabılarımızı en son nerede çıkardığımızı bile bize hatırlatır.
ABD’deki Human Performance Laboratory at Presbyterian Hospital of Dallas’ın yöneticisi Nöroloji Uzmanı Malcolm Stewart, 80 ila 100 yaş arasında olan rahibeler üzerinde bir araştırma yapmış. Rahibeler hayatları boyunca sigara içmemiş, alkol kullanmamış ve sağlıklı beslenmiş. İlerleyen yaşlarına rağmen çalışmaya devam etmişler ve dua ederek, örgü örerek, müzik dinleyerek, yürüyerek, bahçede çalışarak zihinlerini meşgul etmişler. Bu rahibeler öldükten sonra otopsileri yapılsın diye beyinlerinin incelenmesine izin vermiş. Rahibelerin ileri yaşlarda bile Alzheimer hastalığıyla hiç karşılaşmadıklarını belirten Dr. Stewart ‘Bunun sırrı, hayatın içinde yer almaları. Bedensel ve zihinsel aktiviteler fiziksel yaşlanmayı engellemez ama hareketlerinizin devam etmesini sağlar. İleri yaşlarda dinç kalmayı ilaçlarla veya pillerle yapamazsınız. Bunu kendinizi fiziksel ve zihinsel olarak doğru şekillendirdiğinizdebaşarabilirsiniz’ diyor.
Beynin temelini oluşturan hipotalamus, insanın iştahını belirliyor. Beynin yöneticisi olarak da adlandırabileceğimiz ön lob sizin seçim yapmanızı sağlar. ‘Kızarmış patates mi yoksa haşlanmış mı?’ sorusunun yanıtını beyin veriyor. ABD’deki Baylor Üniversitesi Tıp Merkezi’nden Dion Graybeal kötü beslenmenin damar hastalıklarına yol açtığını anımsatarak, ‘Damar hastalıkları ömrün kısalması ve beynin algılaması üzerinde doğrudan etkili. Çünkü damarlar sayesinde beyin hücrelerine oksijen ve enerji gidiyor. O nedenle Akdeniz tipi beslenilmeli, sigara ve alkol kesinlikle kullanılmamalı’ demekte.
Uzmanlar zihni aktif ve uyanık tutmanın beynin zinde kalmasına yardımcı olduğunu söylüyor. Böylece beyninizin düşünsel bölgeleri, muhakeme ve işlem yapma alanları ile görsel-uzamsal bölgeler gibi farklı alanlarını çalıştırır. Yoğun zihinsel aktiviteler beyni doğrudan olumlu olarak etkiliyor. Geceleri altı ila sekiz saat arasında uyuyun, bulmaca çözün, müzik dinleyin. Unutmadan başkalarının hayatlarını iyileştirmek için çabalamak da beyni zinde tutuyormuş!
Prof. Dr. Mustafa Ertaş, kadın beyninin erkeğe göre 200 gram daha hafif olduğunu söylüyor. Ertaş ‘Tabiibu başka bir anlama gelmiyor’ diyor. Ertaş’ın verdiği bilgiye göre içsel duygular, cinsellik, hırs erkek beyninde daha baskın. Kadınların ise matematik ve mantık zekâsı daha iyi.
Bu kadarına ne gerek vardı? Bunları biz zaten biliyoruz dememek lazım. Üzerinde tartışılan başlık eğer direkt olarak beyinle ilgiliyse, önce beynin özelliklerini iyice anlamamız gerekiyor. Konumuza dönersek.
Konferansın konusu “Bakmak ve Görmek”. Konferansının gönderdiğin yazılı açıklamasının 88 satırında bu konuyu örnekleyerek gayet iyi anlattığın görülüyor. İzleyicileri etkilemek amacıyla yer yer fazla kitabi/bilimsel olsa da, neticede gerçekten başarılı bir çalışma.
Ancak bizce, savını desteklemek için adını verdiğin bilim adamlarından bahsederken, bu kişilerin bilimsel ve yaşamsal kayıtlarıyla alakalı kısa da olsa seyirciyi (okuyucuyu) bilgilendirmek gerekiyor. Örneğin, Slâyt 9’daki Karl Lashley kim? Sıradan bir insan olan seyircinin kaçta kaçı bu kişiyi tanır ve de bilir? Kaldı ki bilmek zorunda da değil. Ancak tezini savunma, karşısındakileri inandırma durumunda olan hatip kısa da olsa tezini dayandırdığı bu örneklerin konuyla bağlantıları ve de konuya hâkimiyetleri hakkında bilgi vermeli. Bizce oraya ilave edilecek yarım satır dinleyicilerin gözünde konuşmacıyı ve de tezini daha inanılır kılar. Bu tür konferanslarda ilk kural “Dinleyicinin kral olduğudur.”Dinleyici kitlesi bir akademisyenler topluluğu değilse konuları orta düzeyde, açıklamalı anlatım olumlu sonuçlar verecektir.
20. Yüzyılın en ünlü psychologist ve behaviorist’lerinden Amerikalı Prof. Karl Spencer Lashley (1890-1958) tanıtımı dinleyicinin o konuya dikkatini vermesini de sağlayacaktır. Aynı şey Slâyt 9/2’den önce adını verdiğiniz Karl Pribram için de gerekli. Bu referans isim bir psikoloji ya da beyin cerrahisi vs. konferansında verilse, salonda bulunan uzman dinleyicinin önemli bir bölümü kesinlikle bu isimden haberdar olacaktır, en azından bilimsel aktivitesinde bir kez olsun duymuştur. Ancak konferans böyle bir ortamda verilmediğinden yukarıdaki Karl için söylenenlerin aynısı bu Karl için de geçerli. Avusturyalı Psikoloji ve Psikiatri Profesörü Karl H. Pribram (1919 – 2015) diyerek kısa bir tanıtım yapılması örneklerin etkisini karşı tarafta daha kuvvetlice hissettirecektir. Yoksa bazı internet sayfalarında sıkça rastlanılan “21. yy. keşfi, İsviçreli bilim adamları laboratuvarlarda erkeğin en büyük sorunu saç dökülmesinin (kelliğin) ilacını buldu” reklamının, konferansta verilen alanında uzman iki Karl’dan pek bir farkı olmayacaktır izleyici gözünde.
Burada değinmek istediğimiz bir önemli konu da beynin algılama veya başka bir deyişle beyne “algılatma” olayıdır. Ortalama bir zekâya sahip bir insan beyni 24 saat içinde eski veya yeni (bilinen, öğrenilen) yaklaşık 3 katrilyona yakın bilginin bombardımanına göğüs germektedir.
İsviçreli bilim adamlarının uzun süren laboratuvar çalışmaları sonucunda vardıkları sonuca göre… Değil elbette, “Zihin bir buzdağı gibidir. Sadece 7’de 1’i suyun üstündedir. Geri kalan kısmı kişiye görünmezdir.” Sigmund Freud (1856-1939) bu bilgiyi veren kişi. Bugün, psikoloji denince akla gelen ilk isim olan Freud, psikanalizin kurucusu, klinik psikolojinin (abnormal psychology) bugün bildiğimiz anlamında temel taşlarını atan kişi, Carl Jung ve Anna Freud gibi psikanaliz ekolünü takip eden diğer psikologların da akıl hocası ve günümüzde filmlerde ve dizilerde adını en sık duyduğumuz psikolog olarak karşımıza çıkıyor.
Konumuza dönelim. Günde 3 katrilyona yakın bilginin bombardımanına uğrayan beynimiz de doğal olarak bazı seleksiyonlarda/seçimlerde ufak da olsa kaçak, atlama yapabiliyor. İşte karşılaştığımız kişiler de tıpkı bizim gibi bu bombardımanın kurbanlarından. Beynin kaçarı yok kısacası. Her veriyi almak, algılamak, türüne göre istiflemek vs. durumunda. Yani beynimiz gözle görüyor, duyuyor, işitiyor, kategorize ediyor, konularına göre bilgileri depoluyor, istifliyor ve de gerektiğinde bu depolardaki bilgileri kullanıyor. Gözlerimiz karşılaştığı bir şahsın görüntüsünü sinirler vasıtasıyla beynin deposuna (hafıza) gönderiyor. Gönderilen o görüntü o depolardaki eski karşılaştığımız (artık tanış olduğumuz, tanıdığımız) şahısların görüntüsüyle eşleştiriliyor ve neticede gönderilen yeni veri o depoda (bellek) var ise karşılaştığımız o kişiye “Omerhaba, nasılsın?” diyoruz, yok veri depoda yer almıyorsa, o kişiyi belleğe kaydedip “Merhabatanıştığımıza memnun oldum” diyoruz. Kolay mı? Elbette kâğıt üzerinde kolay, peki günde 3 katrilyona yakın veri alan beynin görerek, duyarak, tadarak, dokunarak aldığı bu verileri bazen saniyeler içinde değerlendirmesine ne demeliyiz?
Üstelik bu müthiş organın hesaplama özelliği de var. Yok vücudun organizasyonu, yönlendirilmesinden falan bahsetmiyoruz. Gerçek bir hesaplama tekniği bizim bahsettiğimiz. Mesela arabamızı kullanırken, ani bir gaza basmanın, hızlanmanın veya ani fren yapmanın kısacası bu fonksiyonların hesabını da beynimiz gerçekleştiriyor. Ben bu süratle şu anda fren pedalına ne kadar kuvvette basarsam arabamı öndeki araca çarpmadan güvenli bir mesafede nasıl durdurabilirimin hesabını da elbetteki arabamız değil beynimiz yapıyor. Gözlerimizin gönderdiği bilginin, beynimizdeki depolarda yer alan kullandığımız arabanın yapısal özellikleriyle karşılaştırılıp ayağımıza ve de ellerimize verdiği komut sonucu gereken uygulamaları yapıyoruz ve de bazen saniyeler içinde. Yani anlayacağımız müthiş bir şey beynimiz.
Freud “Beynimiz bir aysberg gibidir” demişti, yukarıda bahsetmiştik hatırlarsınız. Sadece 1/7si suyun üzerindeydi. Geri kalan kısmı kişiye görünmezdir. Bu sözü beynin 10/100’ü kullanılıyor gibi algılamak beynin bizzat kendine hakaret zaten, onu geçelim. Zaten kendisi de bu sözünü “An Outline of Psychoanalysis” 1940 basımı kitabında açıklıyor. Özetle şöyle demekte. “Beynin günlük aktivitesinde onun işlevselliğini mümkün olduğunca kolaylaştırmalıyız. Yani seçiciliğinde ona yardım etmeliyiz. Bu hem kendi beynimiz hem de karşımızdakininki için son derece yararlıdır.” Evet, aynen böyle diyor Freud aysberg benzetmesini verdikten sonra. Yukarıda verdiğimiz algılamada seçicilik burada bahsedilen. Nasıl mı? Son derece basit. Anlaşılmak istiyorsak, iyi değerlendirilmek istiyorsak, farklılığımız fark edilsin istiyorsak karşımızdaki beyinlerin işlerini kolaylaştırmalıyız. Yalın, basit, kolayca anlaşılabilen bir söz ve/veya yazı dizimi kullanmalıyız. O sözde bahsedilen 1’e kolayca nüfus etmeliyiz ki, alttaki kalan 6 bizi hak ettiğimiz ölçüde değerlendirsin. Böylece toplumda ötekilerden farklı bir “Öteki” mevkiine ulaşabiliriz. Yoksa sıradanlaşmak, gereği gibi değerlendirilememek, fark edilememek durumunu yaşarız.
Özetle, beynimiz bir harika, ucu bucağı olmayan bir umman. Ve de herkese göre farklı, değişken işlevler sunan bir mucize. Başkalarını etkilemek amacındaysak kendisini iyi tanımamız gereken bir harika uzvumuz. Onu dilediğimiz gibi kullanmak elimizde, çünkü o Allah’ın bize bir lütfu, emrimize verdiği bir araç. İyi kullanırsan vezir, aksi halde rezil edecek bir “Demokles kılıcı”. (Efsaneye göre; Siraküza Kralı Dionysos, kral olmanın çok rahat ve güzel olduğunu savunan Demokles’e -M.Ö.4ncü yy.- ders vermek için kendisini yemeğe davet eder. Onu ince bir sicimle tavana bağlanmış ağır bir kılıcın altındaki koltuğa oturtur ve ona iktidarın aslında ne kadar zor olduğunu gösterir. Öyküsü böyle olsa da “Demokles’in kılıcı” deyimi günümüzde “önemli mevkilere yönelik potansiyel tehditleri” vurgulamak için de kullanılır. İktidar, güç, erk güzel gözükür ancak tehlikeyle de burun burunadır.)
Y.N. Dikkat edilirse bu deyimde Demokles dersi veren değil, dersi alandır.Siraküza ise, çoğunun sandığı gibi Yunanistan’da değil, İtalya’nın Sicilya Özerk Bölgesi’nde Antik Yunan çağında bir koloni devlet olarak kurulmuş, günümüzde Siracusa ilinin merkezi olan kenttir.
GERÇEĞİBEYNİMİZLE Mİ YOKSA GÖZÜMÜZLE Mİ GÖRÜYORUZ?
Bizce öncelikle “Gerçek” kavramının irdelenmesi gerekiyor, konuyu daha sağlıklı tartışabilmek için. Bu kelime bir sıfat. İki farklı sözlük anlamı var bu sıfatın. Gerçek;
1. Elle tutulup gözle görülecek biçimde tam anlamıyla var olan, varlığı hiçbir biçimde yadsınamayan, bir durum, bir olgu, bir nesne ya da bir nitelik olarak var olan.
Örnek, “Kâğıt paranın üzerinde saymaca değeri yazılıdır, onun gerçek değeri ancak kâğıttır.”Eş anlamlısı: hakiki
2. Kendisi gibi olan, aslına uygun bulunan, yapay olmayan.
Örnek “Gerçek inciden gerdanlık pahalı olur.” Eş anlamlısı: sahici
Bu tanımlamalardan hareketle herhangi bir şeyin gerçek olması için tam anlamıyla var olması gerekiyor bu bir, varlığının inkâr edilememesi gerekiyor bu iki, ilaveten durum, olgu, nesne veya nitelik olarak var olması da gerekiyor bu da üç. Yani kısaca hakikat, hakiki olması gerekiyor. Görmemiz gerekiyor, algılamamız gerekiyor, anlamamız gerekiyor. Burada çok çok önemli bir unsur söz konusu “Anlamak”. O halde anlamak nedir, nasıl anlayabiliyoruz. Anlamak,
1. Bir sözün, sözcüğün, bir simgenin, bir olay, olgu ya da davranışın ne demek olduğunu, neyi gösterdiğini kavramak.
Örnek “Bir sözcüğü anlamak için sözlüğe bakarız.”
2. Yeni bilgileri eskileriyle birleştirerek bir sonuca ulaşmak, bir tür çıkarsama yapmak.
Örnek, “Kara bulutları görünce yağmur yağacağını anladı.”
Çalışmanızda bahsettiğiniz İngiliz Bilim Dergisi New Scientist’in de dikkatini çeken Ankaralı ressam Eşref Armağan olayı elbette son derece ilginç bir vaka. Doğuştan görme yeteneği olmayan, körler alfabesini bile 30 yaşından sonra öğrenen bu yetenek, görenleri hayrete düşüren tablolarıyla tanınıyor. Soyut değil somut, görüyormuşçasına yapılan tıpatıp resimler bunlar. Derginin de dediği gibi “Görmeden Görerek” yapıyor tüm bu eserleri Armağan. Armağan’ın beyninin görsel hafıza bölümü gören birininki gibi çalışıyor. Görmese de bakıyor ve algılıyor. Muazzam başarısı yadsınamaz, ancak buradan yola çıkarak “Her görme özürlü fevkalade somut resimler yapar” gerçeğine varabilir miyiz? Doğanın bir özelliğini aldığı insana başka duyu veya duyularında normal insana göre daha olumlu ayrıcalıklar tanıdığı gerçeğini görmezden mi geleceğiz, yok mu sayacağız?
Gelelim konuyla ilgili konferans notlarınızda geçen görme özürlü çocuğun hikâyesine.
Adamın biri ilk defa gittiği küçük bir kasabada duran bir arabanın yanına sokulmuş ve arka koltukta tek başına oturan çocuğa; “Buranın yabancısıyım”, demiş. “Parkın hemen yanı başındaki fırını arıyorum, çok yakın olduğunu söylediler…”
Çocuk arabanın penceresini açtıktan sonra “Ben de buraya ilk defa geliyorum” demiş. “Ama sağ tarafa gitmeniz gerekiyor herhalde…”
Adam çocuğun yabancı olmasına rağmen bunu nasıl anladığını sormuş ister istemez.
– “Ihlamur çiçeklerinin kokusunu duymuyor musunuz?” diye gülümsemiş çocuk. “Kuş cıvıltıları oradan geliyor zaten.”- “İyi ama” demiş adam, “Bunların parktan değil de tek bir ağaçtan gelmediği ne malum?” “Tek bir ağaçtan bu kadar yoğun koku gelmez” diye atılmış çocuk. “Üstelik manolyalar da katılıyor onlar. Hem biraz derin nefes alırsanız, fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusunu da duyacaksınız.”
Adam gözlerini hafifçe kısarak denileni yaptıktan sonra, teşekkür etmek için döndüğünde fark etmiş çocuğun kör olduğunu. Çocuk ise, konuşurken bir anda sözlerini yarıda kesmesinden anlamış adamın durumunu fark ettiğini. Işığa hasret gözlerini ondan saklamaya çalışırken; “Üç yıl önce bir kaza geçirmiştim” demiş. “Görmeyi o kadar çok özledim ki! Sizinkiler sağlam, öyle değil mi?”
Adam çocuğun tarif ettiği yerde bulunan fırına doğru yönelirken; “Artık emin değilim” demiş. “Emin olduğum tek şey, benden iyi gördüğündür.”
Hikâye bu, peki siz ne anladınız bu hikâyeden. “Çocuğun beyninin görsel hafıza bölümü gören birininki gibi çalışıyor. Görmese de bakıyor ve algılıyor.” Bu hikâyeden bunu çıkarıyorsanız bravo. Oysa biz bu hikayeyi, anlatılanları biraz sorgulayacağız. Bir göz görmediğinde bilimsel açıdan beynin görsel hafızası çalışabilir mi? Eğer beyine bir algı iletilmiyorsa o beyin neyi, nasıl algılayacak? Denemesini kendi üzerinde de yapabilirsiniz kolayca. Kapayın gözlerinizi, gerekirse bantlayın sonra bir resim sergisine gidip kolunuzdakinin yardımıyla her resmin önünde istediğiniz kadar durup, o resmi betimleyin. Mümkün olabilir mi böyle bir şey? Elbette olmaz. Tamam yukarıda da belirtmiştik, tabiat insanın bir yeteneğini alırsa bir diğerini geliştirir. Tabiat sözün gelimi, aslında beyin tüm bunları gerçekleştiren. Görme özürlü besteci/şarkıcı Metin Şentürk’ün ut çalması bir yana özel alanda araba kullanmasını izlediğinizi umarız. Yanında oturan yardımcısı yönlendiriyordu kendisini. Sahne alırken de kolundan tutan yine yardımcısıydı. Bu tür olayları kesin sonuçlara bağlamamak gerekiyor. Ressam Armağan’ın da birileri tarafından yönlendirildiği kanaatindeyiz, yani yanındaki biri kendisine resmetmek istediği meyve, manzara, vazo vs. gibi objeleri renk ve şekilleriyle anlattı, ressam da beynine algılatılan bu nesneleri tuale yansıttı. Armağan’ın yeteneğini asla yadsımamakla beraber, kendisini boş bir odaya koyarak yardımsız tuali, boyaları, fırçaları bulup örneğin bir kar manzarasını resmetmesini istediğimizi düşünelim. Eminim tuali, boyaları ve fırçaları bulması bir hayli vakit alacaktır. Peki nerede kaldı “Görmese de bakıyor algılıyor” tezi? Beyin re-jenerasyon yapamaz. Yani yöneticisi olduğu organların kayıp işlevselliklerini tamir edemez, onaramaz. Örneğin kaybedilen görme yetisi yerine, duyma becerisini, dokunarak algılama yeteneğini arttırabilir. Ama kesinlikle görmese de bakıp algılayamaz. Bu insan tabiatına tamamıyla zıt bir iddiadır. Çevremizde tek tük rastladığımız olaylar genelleştirilemez ve de bilimsel bir inceleme sonucunda varılan sonuçların inandıklarımızdan çok farklı oldukları ortaya çıkar. Yukarıdaki hikâyede bahsedilen gözleri görmeyen çocuğun belli ki koku alma duyusu normal bir insanınkinden çok daha fazla gelişmiş. Aldığı kokular arasında ekmek kokusunu da ekleyerek adama fırını tarif ediyor. Bu o çocuğun fiziksel bağlamda koku alarak gördüğünün felsefi bir neticesi olarak algılanabilir mi? Bilimsel yolla kolayca anlaşılabilen bu gibi bir yeteneği (ki yukarıda beynin eksiği başka bir duyuyla tamamlamasını anlatmıştık) neden ve niçin felsefeye, psikoloji, parapsikoloji, ezoterizm vs. bağlamakta ısrarcıyız ki, bunu anlamak bilimsel düşünen kafalar için son derece zordur. Biz de bir örnek verelim sırası gelmişken, hatta birkaç örnek hem bizden hem de dünyadan.
Bakırköy Belediyesi’ne ait Yunus Emre Kültür Merkezi’nde altı yıldan bu yana piyano eğitimi veren Linda Kaso, ‘çocuklarına’ Beethoven, Bach, Çaykovski gibi ünlü klasik müzik bestecilerinin eserlerini çaldırıyor; onlarla birlikte konserler veriyor. Ne var bunda demeyelim. Kaso’nun ilk öğrencisi, hiçbir sesi tanımayan, doğuştan işitme engelli Ceren Karakaya. Bundan iki yıl önce Kaso’dan eğitim almaya başlayan Ceren, bugüne kadar hem tek başına hem de öğretmeni ile birlikte 10 konser vererek, ‘imkânsız’ kelimesini sözlüğünden silmiş… Konserleri sırasında kimseyi sağır olduğuna inandıramayan Ceren, şimdi 15 yaşında. Verdiği her konserde ayakta alkışlanan genç müzisyen, sayısız başarı plaketinin de sahibi… Beethoven’i örnek alan Ceren, Linda Kaso’dan notaların ritmini gösteren metronom ve refleksleriyle piyano çalmayı öğrendi. Şimdi ise sesini hiç duyamayacağı piyanoyu, dizleriyle hissettiği titreşimler sayesinde ustaca çalıyor.
Linda Kaso’nun en yeni öğrencisi ise; down sendromlu 12 yaşındaki Elif Güler. Kaso, beş gün önce hayatında ilk kez bir piyanonun tuşlarına dokunduğunu söylediği Elif’e nasıl ders vermeye başladığını şöyle anlatıyor: “Annesi, Elif ve diğer sağlıklı kardeşiyle yanıma geldi. Kızının piyano öğrenmesini istiyordu. Ama sağlıklı kızının! Ben Elif’i görünce ona öğretmek istediğimi söyledim. Önce 20 dakikalık dersler verdim. Şu ana kadar 5 nota öğrendi ve çok mutlu oldu. Diğerlerigibi olacağına eminim.” Piyanist Kaso’nun diğer öğrencileri ise 11 yaşındaki görme özürlü Cankut Değerli ve 13 yaşındaki görme özürlü İlker Güllüoğlu. Kaso, Cankut’un beste bile yapabildiğine dikkat çekerken, keman virtüözü olan İlker’e piyano eşliğinde keman çalmayı öğrettiğini söylüyor.
“Bu çocuğa iyi bakın, bir gün tüm dünya onu tanıyacak.” On yaşındaki yetenekli çocuk için böyle demişti Mozart ve gerçekten de yanılmadığını gösterdi zaman. 56 yıl sadece müzikle geçen ömrünün 21 yılını işitme problemiyle geçirdi, duyamasa da piyanosundan çıkan melodilerle tüm dünyada ölümsüz bir iz bıraktı. Pek çoğumuzun bildiği, senfonisi ile dillere destan, Klasik Batı Müziği Sanatçısı bu muhteşem ismi hatırladınız mı? “1798 yılında hayatımda oldukça önemli ve de olumsuz bir problemle karşılaştım, işitmemde artık sorun vardı. İleriki dönemlerde de artık hiç duymamaya başladım, bu durumla beraber insanlarla olan ilişkimi kopardım ve 21 yıl boyunca hiç kimseyle iletişim kurmadım. Hatta evlenmedim. Ancak 1819 yılında yazarak insanlarla diyalog kurmaya başladım. Bunca yıl çekilen yalnızlık çok derin acılar yaşamama neden oldu; ama en önemli senfonilerimi de işitme problemi yaşamaya başladıktan sonra besteledim, beni pek çok kişinin tanımasına neden olan 9. Senfoni Orkestramı bu dönemde yazdım, bir anlamda başıma gelen bu olumsuzluğun en güzel meyveleri doğdu.Hayatımdaki olumsuzluk işitme engeliyle de kalmadı, henüz sağırlığa alışmışken Siroz Hastalığına da yakalanmıştım. Bu hastalık yavaş yavaş beni yatağa daha bağımlı hale getiriyordu; ama yine de müzik çalışmalarıma bir şekilde devam ettim. Zaman sağlığımı elimden almaya hızla devam etse de duyamasam da, son anlarını yaşadığım şu an bile kafamda yeni besteler dönüyor. Kim bilir belki de benim kalbim notalarla atıyordur…”. Evet bu satırların sahibi Alman klasik müzik bestecisi Ludwig VanBeethoven (d. 17 Aralık 1770, Bonn- ö. 26 Mart 1827, Viyana). Bu örneklere doğuştan görme özürlü, bir kulağı tamamen sağır, öteki %70 duyma kayıplı Porto Rico’lu sanatçı José Feliciano’yu (d. 1945) da ekleyebiliriz. Daha nice örnekler var engelli yeteneklerle ilgili. Ancak bu gerçek yaşam öykülerine bakarak gerçekten, salt gerçekten sapmamamız gerekiyor.
Tüm bu örnekler bize gösteriyor ki, beyin denen o harika, harika olduğu kadar da esrarengiz makine çözülmeyi bekleyen sayısız gizi barındırıyor o gri kıvrımlarında. Tıpkı Freud’un dediği gibi anlamamız gereken daha 6’lık bir bölüm var. Gerçek bilimdir ve bilim somut olgularla ilgilenir. Teori/faraziye adından da anlaşılacağı üzere ispatlanmaya gereksinim gösterir. Bir, iki, beş, on, yüz, beş yüz… olağanüstü aynı zamanda gerçek olgudan çıkarak “İşte Bu” dememiz mümkün müdür? Eğer mümkün ise, dünyanın en ünlü bilim adamlarının, ressamlarının, müzisyenlerinin, sanatkârlarının özürlülerden çıkması gerekmez miydi? Normal bir insan beyni 1400 gram civarındayken 1230 gramlık beyniyle Einstein’ı nereye, hangi sınıfa koyacağız? Bilim adamları insan beyninin evrim sürecinde giderek küçüldüğünü (hala da küçülmekte) ortaya çıkardılar. Ancak verimi arttı, halen de artmakta. Yani ilk insanların beyni modern insanınkinden daha büyüktü. Bundan şu iki sonucu da çıkarabilir miyiz?
A) Büyük beyinli olmak avantaj değildir.
B) İnsan bilimde teknolojide, sanatta geliştikçe beyni daha da küçülür. Bir başka deyişle modern insanın büyük bir beyne gereksinimi yoktur.
Acaba,önemli olan büyüklük değil işlevsellik sözü beyin için de mi geçerlidir?
Konumuz başlığına dönersek bu sorunun cevabı son derece basittir. İnsan gözleriyle görür ancak değerlendirme o görüntülerin gönderildiği beyinde yapılır. Bir başka deyişle gözler aracı, beyin belirleyicidir. Rahmetli ozan Aşık Veysel’in dediği gibi “Güzelliğin on para etmez bendekisevdan olmasa.” Beyin de kendisine böbürlenmeye kalkan göze şöyle seslense yeridir “Gönderdiğin veriler on para etmez eğer ki ben onları değerlendirmezsem.” Aksini hangi örneklerle savunursak savunalım, söz konusu bu örneklerin soyut olmaktan, tekil olmaktan, özel vakalar olmaktan öteye gidemedikleri, gidemeyecekleri ortadadır. Bir konunun bilimselliğinin ispatı başlarken de belirttiğimiz gibi o konunun gerçekliğinden, var olmasından, yadsınamamasından geçer. Tezler, teoriler, yeni yeni yaklaşımlar elbette ki son derece değerlidir ve bilimi tahrik eder, teşvik eder, meraklandırır. Ama her yeni fikir ve akımı da kanıtlanmadan kabul etmek insanı yanlışlara, çıkmazlara sürükler. Yaradan insanı mükemmel bir şekilde yaratmıştır ve her organın işlevselliği farklıdır. Ancak uzuvların uyumlu çalışması durumunda insan fiziksel ve bunların neden olduğu ruhsal rahatsızlıklardan uzak durabilir. İşte beynimiz tüm bu uyumlu, ahenkli ortamı kontrol eden, yöneten liderdir. Tıpta beyin ölümü gerçekleşmiş ancak yatakta yaşamlarını (!) sürdürenlerin yakınlarının ötenazi isteklerinin insani olup olmadığı tartışılmaktadır. Karar şu ya da bu olabilir önemli değil, burada önemli olan o durumdaki hastaların nefes alıp verseler de, boş gözlerle baksalar da maalesef yaşayan bir ölüden farksız durumlarıdır. Yumurta mı tavuktan tavuk mu yumurtadan çıktı sorusunun cevabını aramak artık çok gerilerde kalmıştır. Tanrı tarafından topraktan yaratılan tek varlık insandır. Diğer tüm canlılar milyarlarca sene süren evrimleşme, transformasyon, mutasyon sonucu oluşmuştur. İlk yaşam denizlerde başladığına göre tüm canlılar üreme dönemi başladığında ya direk doğurarak ya da yumurtlayarak doğal seleksiyonlarını sürdürmüşlerdir ve bunun sonucunda da ilk tavuk yumurtadan çıkmıştır. Her neyse.
Beyin tüm organların yöneticisidir, onun görevini yap/a/madığı durumlarda görmekten, işitmekten, hissetmekten, tatmaktan bahsetmek mümkün olabilir mi? Aklı yerinde olmayan birinin duyuları ne kadar güçlü olursa olsun herhangi bir zevk almasından söz edilebilir mi? Beyin görevini yapmayınca vücut sadece yaşayan bir cesettir, otomatik bir şekilde nefes alıp veren, diğer hiçbir yaşam fonksiyonunu sağlıklı sürdüremeyen bir ceset. Öyleyse başlıktaki soru, cevabını içinde taşıyan bir sorudur. 5 duyu da, diğer tüm seziler de sadece ve sadece beynin yönetiminde, emrindedir. Aksini sorgulamak gerçeği, hakikati inkârdan öte bir anlam taşımamaktadır. Öyleyse soruların cevabı şöyledir;
“O zaman kim görüyor?” GÖZ/LER…, ÇÜNKÜ FİZİKSEL OLARAK GÖREVLERİ BU. “Beyin mi görüyor?” HAYIR… BEYİN GÖZ/LERDEN GELENBİLGİLERİ/VERİLERİ DEĞERLENDİRİYOR. “Yoksa gözler mi?” ELBETTE, ONLAR DOĞANIN KENDİLERİNEVERDİĞİ GÖREVİ YERİNE GETİRİYORLAR. Ve devamında, o kaçınılmaz soru: “Gerçek ne?” BEYİN GÖZ/LERDEN GELEN DATALARI DEĞERLENDİREREK GERÇEĞİ BELİRLİYOR. Ve işte bizce gerçek bu..
(Devam edecek)