KONSTANTINOPOLIS’İN FETHİ IV…

KONSTANTINOPOLIS’İN FETHİ IV…
08 Ekim 2020

Kasım başlarında kaledeki toplardan ilk ateş açıldı. Karadeniz’den gelen iki Venedik gemisi dur emrine uymayınca topa tutuldu, ama kaçmayı başardılar. İki hafta sonra yine Konstantinopolis’e gıda maddesi taşıyan ve Karadeniz’den gelen başka bir Venedik gemisi yelkenlerini indirmeyince batırıldı. Geminin kaptanı olan Antonio Rizzo esir düştü. Edirne’de on dört gün süren esaretten sonra sultan tarafından kazığa oturtularak idam ettirildi.

Venedik zor durumda kalmıştı. İstanbul’da kalabalık bir Venedik kolonisi vardı; Venedikliler Türklerin elindeki limanlarda da ticaret yapıyorlardı. Bazı Venedikliler İstanbul’un Türklerin eline geçmesi durumunda Akdeniz ticaretinin daha güvenli ve refah içinde olacağını düşünüyorlardı. Öte yandan Venedik donanması kolonileri korumaya çalışıyordu, ticaret gemilerini savaş gemisine dönüştürmek de bir hayli masraflı bir işti. Her şeye rağmen Venedikliler saygınlıklarını koruyabilmek için Sultanla ilişkilerini kestiler. Akdeniz’deki Venedik komutanlarına Hıristiyanları korumaları, fakat Türklere karşı herhangi bir saldırıda bulunmamaları emredildi. (Nicolò Barbaro, s. 10 vd.; Dukas, s. 172. Krş. Runciman, s. 77 vd.)

Fetih hazırlıkları ve Venedik ticaret gemisinin batırılması şehirde öylesine bir yankı uyandırmıştı ki, bu ümitsiz ve endişe dolu bekleyişin devam ettiği günlerde Bizans, Batı’dan yardım alabilmek için kiliseler arasındaki husumeti bir kenara bırakmaya bile razı oldu. Bu sırada şehirde ihtiyaç duyulan en önemli şey insan gücü, yiyecek ve silahtı. İmparator 1452 sonbaharında İtalya’ya ve Batı ülkelerine (Fransa, Floransa, Aragon) elçiler gönderip acil yardım istedi.

İmparator, Papa V. Nicolaus’a, iki kilisenin birleşmesi hususunda 1439 Floransa Konsili’nde alınan kararları uygulamaya Bizans’ın hazır olduğunu bildirdi. Halk birleşme fikrine şiddetle karşı çıksa da İmparator, Batı’dan yardım alabilmek için başka çaresi olmadığını biliyor ve İmparatorluğun ancak Doğu’da ticari menfaatleri olan Latinlerin yardımıyla savunulabileceğini düşünüyordu. Neticede 12 Aralık 1452 günü Ayasofya Kilisesi’nde yapılan ve İmparator, bütün asilzadeleri, papanın elçisi Rusya Kardinali Isidoros ve İstanbul halkının da hazır bulunduğu büyük bir törenle iki kilise arasında birlik (union) ilan edildi. Bu sebeple o gün kentte büyük bir yas vardı.(Nicolò Barbaro, s. 14; Dukas, s.174 vd. Krş. D. M. Nicol, Bizans’ın Son Yüzyılları (1261-1453), çev. B. Umar, İstanbul 1999, s. 404 vd.)

1204 yılında Latinlerin nasıl bir vahşetle şehirlerini yağmaladığını unutmamış olan halk, o günden itibaren tepki olarak büyük kiliseye (Ayasofya) gitmez oldu. Dukas’ın dediği gibi ahali Ayasofya’dan sanki “Yahudi sinagogu imiş gibi” kaçmaya başladı. Bazıları ibadet etmek için, birleşme karşıtı olan papazlar tarafından yönetilen kiliselere gidiyordu. Toplum ikiye bölünmüş durumdaydı. Bir yanda “Şehir Latinlerin eline geçse de dinsizlerin pençesine düşmesek” diyenler, diğer yanda ise kiliselerin birleşme fikrine şiddetle karşı çıkıp, İmparatorluğun son Megadükü Grandük Lukas Notaras gibi, “Şehirde Türk sarığını görmek, Latin serpuşunu görmekten daha iyidir” fikrini savunan tutucu Ortodokslar arasında çok şiddetli tartışmalar yaşanıyordu. Notaras bu sözü Konstantinopolis’in Fethi öncesi Katolik Devletlerden askeri yardım alınmasına karşı olduğunu savunurken söylemiştir. Aynı Notaras, Konstantinopolis’in düşmesini takip eden süreçte Osmanlılara karşı gizli direniş örgütlerine liderlik yaptığından idam edilmiştir.

Osmanlıların izlediği vicdan hürriyeti ve hoşgörü politikalarının da etkisiyle, Türk yönetimi altına girmenin içinde bulundukları bu yoksul ve bölünmüş durumdan daha kötü olamayacağını söyleyenler vardı. Birleşme karşıtı olanlar, âlim bir papaz olan Gennadios’un etrafında toplanmıştı. Bazıları Türk tehdidinden kurtulduktan sonra bu durumun tekrar değerlendirileceğine inanıyordu. Birleşme taraftarı olanları lanetleyen bazı Bizanslılar ise Konstantinopolis’in hamisi ve yardımcısı olduğuna inandıkları Hz. Meryem’in daha önce olduğu gibi şehri yine kurtaracağını, II. Mehmed’in de tıpkı babası ve büyükbabası gibi başarısızlığa uğrayacağını düşünüyordu. (Dukas, s. 176 vd.)

Öte yandan, İstanbul daha önce de Türkler tarafından birçok kez tehdit edilmişti, ama halk hiç bu kadar ümitsizliğe kapılmamıştı. Çünkü o zamanlar savaş, kuvvetli surlara sahip olan kara tarafından olur, şehrin diğer tarafı saldırıdan uzak kalırdı. Kuşatma boyunca şehirde ihtiyaç duyulan her şey deniz yoluyla temin edilebilirdi. Ancak Osmanlıların şehri bu kez hem karadan hem de denizden muhasara edecekleri anlaşılmıştı. Yokluk ve pahalılığın hüküm sürdüğü şehir nüfus bakımından da çok azalmıştı. Uzunluğu 22 kilometreye yaklaşan surların her noktasını korumak mümkün görünmüyordu. Bu yüzden Bizanslılar daha kuşatma başlamadan kurtuluş ümitleri kırılmış olarak kendilerini her duruma hazırlamaya başlamış ve durumu Tanrı’ya bırakmışlardı. (Kritovulos, s. 32 vd.)

Mart sonlarına doğru Osmanlı donanması Çanakkale yoluyla Marmara’ya girdiğinde imparator, Haliç’in girişinde önlem aldı. Eski gemiler ve variller kalın zincirlerle birbirine bağlanarak Sarayburnu ile Galata arasına yerleştirildi. Nicolò Barbaro’nun gözlemlerine göre, 2 Nisan’da imparatorun emri üzerine Haliç’in girişini kapatmak üzere bir bumba hazırlandı. Bu bumba, çok büyük ve yuvarlak kütüklerden yapılmış olup oldukça büyük çivilerle birbirine çakılmış ve kalın demir halkalarla bağlanmıştı. Bir ucu şehir surlarının diğer ucu ise Pera duvarlarının içindeydi. Bundan sonra şehirde bulunan bütün gemiler zincirin iç tarafına yerleştirdi. 12 Bizans savaş gemisinin yanı sıra papanın gönderdiği 3 büyük kadırga, Sakız ve Mora’dan gelen gemilerle beraber, Haliç’te içi savaşçı dolu 20 gemi savunmaya katılacaktı. (Nicolò Barbaro, s. 29, 35. Zincir, Sarayburnu’na gelmeden bugünkü Sirkeci civarında St. Eugenius Kulesi’yle Tophane’de Mumhâne burnunun bulunduğu Galata surları arasına çekilmişti)

Sultan Mehmed’in 80.000’den fazla olan ordusu Mart boyunca bölükler halinde Trakya’dan Boğaziçi’ne doğru harekete geçtiğinde İmparator, tarihçi Frantzis’i çağırıp şehirde eli silah tutan erkeklerin sayısını ve silah miktarını tespit etmesini istemişti. Yapılan sayım sonunda İstanbul’da o sırada savaşabilecek durumda 2.000 civarında yabancı ve 5.000 kadar Bizanslı olduğu ortaya çıkınca imparator dehşete düştü ve bunun gizli tutulmasını istedi. Bu sayı eli silah tutmayan sivillerle beraber 20.000 civarındaydı. (Francis, s. 44. Bu sırada şehirde savaşabilecek durumdaki erkek nüfusun 30.000 dolayında olduğu da tahmin edilmektedir. Eli silah tutabilecek 30.000-35.000 kişinin bulunduğu, 6.000- 7.000 savaşçı ile sayının 42.000’i bulduğu söylenir)

Böylece savunma hazırlıkları devam ederken, şehir halkı 1 Nisan 1453 Pazar günü, Ortodoks Kilisesi’nin en kutsal günlerinden biri olan Paskalya’yı mutsuz bir şekilde karşıladı. Halk günlerdir endişe içinde dualar ederek Türk taarruzunun başlamasını bekliyordu. Osmanlı öncüleri, 2 Nisan’da surlar önünde göründüklerinde Bizanslılarla küçük çaplı bir savaş meydana geldi. Ancak arkadan büyük bir ordunun geldiğini gören Bizans askerleri derhal geri çekilerek şehrin kapılarını kapattılar; hendekler üzerindeki köprüleri de yıktılar.

Sultan II. Mehmed, 5 Nisan’da İstanbul önüne vardığında İslamî geleneklere uygun olarak önce İmparatora veziri Veli Mahmud Paşa’yı elçi gönderip kan dökülmemesi için şehrin teslimini istedi. İmparator ise kuşatmanın kaldırılması karşılığında yıllık vergi ödemeyi ve surların dışında Bizans’a bağlı olan tüm kaleleri teslim etmeyi teklif etti. Bunun üzerine sultan, ertesi gün (6 Nisan 1453 Cuma günü) kuşatmayı başlattı. St. Romanos Kapısı(Topkapı) karşısında ordugâhını kuran Sultan II. Mehmed, Haliç’teki Ayvansaray mevkiinden Yaldızlı Kapı(Hrisi Pili)’ya kadar karadan bütün suru kuşattı. (Nicolò Barbaro, s. 32 vd.; Francis, s. 39 vd.; Dukas, s. 180 vd.; Kritovulos, s. 39 vd.)

Bizanslılar, Türk ordusunun sahip olduğu teknik donanım ve yeni savaş araçları, özellikle de o zamana kadar görmedikleri muazzam toplar karşısında hayranlıkla karışık şaşkınlıklarını gizleyememişlerdi. Bu toplar öylesine büyüktü ki her birini 40-50 çift öküz güçlükle çekebiliyordu. Özellikle de Macar mühendis Urban’ın yaptığı 600 kg ağırlığındaki gülleleri fırlatabilen ve 60 öküz tarafından her iki yanında 200 askerin bulunduğu arabayla çekilen dev top, karşı karşıya oldukları tehlikenin öncekilerden çok daha büyük olduğunu açıkça ortaya koymuştu. (Francis, s. 41-43; Dukas, s. 178) Topların konuşlanmasından iki gün sonra Baltaoğlu Süleyman Paşa komutasındaki Osmanlı Donanması Prinkipos’u (Büyükada) ve Antigoni’yi (Burgaz Adası), Tarabya’daki bir Bizans kalesini de Osmanlı ordusu ele geçirdi.

11 Nisan’a kadar devam eden ilk bombardımanın ardından 12 Nisan Çarşamba günü başlayan ikinci büyük bombardıman altı hafta sürdü. Gülleler, kulakları sağır eden korkunç bir gürültüyle simsiyah bir toz bulutu içinde surlara çarparak binlerce parçaya ayrılıyordu. Halk bu etkiyi azaltmak için duvarlardan aşağı hayvan derileri ve pamuk balyaları sarkıtıyor, ama bunlar işe yaramıyordu. Yine de Bizanslılar gece gündüz devam eden bu saldırılara karşı koymaya çalışarak bütün gün Türklerin doldurmaya çalıştığı hendekleri geceleyin hep beraber tekrar boşaltıyor, sepet ve şarap fıçılarıyla tahta, toprak vs. taşıyarak hırpalanan burçları onarıyorlardı. Bu arada surlara yaklaşanları da engellemeye çalışıyor, bazılarını merdivenden atıyor, tahta merdivenleri parçalıyorlardı. (Francis, s. 43-48) Osmanlı topları yaklaşık iki saatte dolduruluyordu, bundan dolayı topçu ateşi sık değildi. II. Mehmet, topların daha sık ateşlenmesini istedi ve sonuç olarak bir top patlayarak parçalandı, topu döken usta Urban ile çevresindekiler öldü. Topların bakımı için ordugahta bir tamirathane kurulmuş olsa da, tarihçi Hammer’a göre Urban’ın ölmesi sebebiyle parçalanan top tamir edilemedi.

Öte yandan 12 Nisan’da, Osmanlı Kaptan-ı Deryası Baltaoğlu Süleyman Bey kumandasındaki Osmanlı donanmasının Beşiktaş önlerinde toplanması üzerine şehirdeki telaş ve endişe daha da arttı. (Nicolò Barbaro, s. 36-39) Nicolò bu tarihten yani 12 Nisan’dan 29 Mayıs’a gece gündüz silah elde Osmanlı donanmasının hücumunu beklerken Bizanslıların ve kendilerinin kâbus dolu sıkıntılı günler geçirdiklerini kaydetmiştir. Ama 20 Nisan’da Yenikapı açıklarında meydana gelen ilk deniz savaşını surların üstünden ve damlara çıkarak izleyen Bizans halkı, Osmanlı donanmasının başarısızlığa uğradığını görünce yeniden cesaret bulacaktır. (Nicolò Barbaro, s. 39 vd.; Francis, s. 49-51. Türkler, bir Bizans ve üç Cenova gemisinin limana girişine engel olamamışlardı. Osmanlı donanması Sakız Adası’ndan gelen buğday yüklü üç gemiyi Yeşilköy açıklarında durdurmaya çalışmış, ama kalyonların Osmanlı kadırgalarından daha yüksek olması ve en öndeki Osmanlı gemilerindeki tayfaların acemiliği başarısızlığa yol açmıştı) Bizans kaynaklarında bizzat II. Mehmed’in bu mücadeleyi izlerken öfkeden atını denize sürdüğü rivayet olunur. (Dukas, s. 184 vd.) Ertesi gün II. Mehmet, on bin atlıyla beraber yenilginin hesabını sormak için donanma komutanlığına gitti. Baltaoğlu Süleyman Bey’i idam etmek isteyen öfkeli padişah, diğer devlet adamlarının yalvarması sonucu idamdan vazgeçti ancak Baltaoğlu’nu topuzuyla döverek azletti; boşalan Kaptan-ı deryalığa Çalıbeyoğlu Hamza Bey getirildi.

Gerçekten de Sultan Mehmed Yedikule civarında deniz kenarından bu mücadeleyi izlerken öfkeden çılgına dönmüştü. Haliç’i kontrol altına almak için çareler arayan sultan, sonunda herkesi hayretler içinde bırakan o çok cüretkâr planı uygulamaya koydu. Gemilerin bir kısmının (70 kadar) kara yoluyla Haliç’e nakledilmesi için hazırlıklar önceden başlamıştı. Francis’e göre Sultan Galata’nın arkasındaki tepeden limana kadar uzanan kızaklı bir yol yaptırdı. Binlerce usta ve asker bu planı uygulamak için son hazırlıkları yürütürken sultanın emriyle Pera sırtlarındaki top, sürekli olarak Haliç’in ağzındaki zincire ateş ediyor, böylece hem limandaki Bizans gemileri oyalanıyor hem de topun çıkardığı siyah dumanlar sayesinde bu hazırlıklar gizlenmiş oluyordu. Halkın hazırlıkları izlemesine engel olmak için Pera surlarına da gülleler atılıyordu. Tophane’nin arkasındaki vadiden çekilip sıralanmış olan gemiler, nihayet 21 Nisan gecesi birbiri ardına Kasımpaşa’dan Haliç sularına indirildi. 22 Nisan Pazar günü Haliç surlarındaki nöbetçiler ve gemilerdeki Hıristiyanlar, gördüklerine inanamadılar. Türk donanması karşılarında duruyordu. (Nicolò Barbaro, s. 44-46; Francis, s. 51 vd.; Kritovulos, s. 54-56; Dukas, s. 185 vd.) II. Mehmet tahta geçmeden 14 yıl önce Venedikli komutan Gattamelata, Adige’den Garda Gölü’ne gemilerini karadan götürmüştü. Gemilerin karadan yürütülmesinde bu olayın örnek alındığı tahmin edilmektedir.

Bunu takiben Sultan, limanın ortasında sağlam bir ahşap köprü kurdurup üzerine bir de top yerleştirince Haliç surları tehlikeye düştü. (Francis, s. 52. Köprü Hasköy-Ayvansaray arasında yapıldı) Bizans ve Latin donanması iki taraftan sıkıştırılmış hareketsiz kalmıştı. Üstelik 5.000 metre uzunluğundaki tek bir duvardan ibaret olan Haliç surları daha zayıf olduğundan, kuvvetlerin bir kısmı buraya nakledilince kara surlarının savunması da zayıflamıştı. Hiç beklemedikleri bu durum karşısında keder ve telaşları bir kat daha artan Bizanslılar, 28 Nisan’da Haliç’teki Türk gemilerini ve köprüyü Rum ateşiyle yakmaya teşebbüs ettilerse de Galatalıların ihbarı yüzünden başarısızlığa uğradıkları gibi ağır kayıplar da verdiler. (Nicolò Barbaro, s. 46- 51; Francis, s. 55 vd.)

Olayın ardından Bizans tarafındakiler St. Maria Kilisesi’nde toplandı ve ikinci bir saldırı yaparak gemileri yakmayı gerekli gördü. Saldırı, Venedikli kaptan Jacomo Coco’nun komutasında gece vakti yapılacaktı. Gemileri saldırıya hazırlama bahanesiyle saldırıyı bir gün erteleten Galata Cenevizlileri, kazandıkları vakitten istifade ederek planı II. Mehmet’e gizlice iletti. Planı öğrenen II. Mehmet, Haliç’teki gemilerin takviye edilmesini ve kıyılara iki top daha yerleştirilmesini emretti. 28 Nisan gecesi Jacomo Coco komutasında grejuvayla yüklü iki veya üç gemi, Osmanlı gemilerine yaklaştı. Fakat saldırıdan haberdar olan Osmanlı donanması ateş açtı; Coco’nun gemisi batırıldı. Cabriel Trivixan komutasındaki diğer kadırga, topların gürültüsü sebebiyle Coco’nun gemisine olanları farketmedi ve ilerlemeye devam etti. Osmanlı topçuları bu kadırgayı da vurdu; gövdesinde delik açıldı, ancak iki mürettebatın pelerinlerini deliğe sıkıştırması sayesinde kadırganın su alması önlendi. Buna karşılık Osmanlıların bir gemisi yanmıştı, esir alınan denizciler şehirden görülecek biçimde öldürüldü. Misilleme olarak Bizanslılar da ellerinde bulunan 260 esiri infaz etti ve kesik başlarını surlara dikti.

Osmanlı gemilerinin Haliç’teki Bizans karşı taarruzlarını savuşturmasından sonra Galata’da mevzilenen topçular Haliç’teki gemilerle birlikte surları da bombalamaya başladı. Bunun üzerine Bizanslılar, Haliç surlarına asker kaydırmak zorunda kaldı. Yine de Osmanlı topçusu uzun mesafeden dolayı surları yıkamıyordu, 150 atıştan sadece 1 tanesi isabet etmiş ve bir kadın ölmüştü. Haliç surlarının hasar görmemesinden dolayı rahatlayan Bizanslılar, yoğun ateş altındaki gemilerini korumak için 3 Mayıs’ta Haliç surlarına iki adet top yerleştirdi. Açılan ateş sonucunda iki Osmanlı gemisi batırıldı. Osmanlıların cevabı ise karşı kıyıya üç top getirerek bu iki topu ateş altına almak oldu, gece gündüz devam eden çatışmaya rağmen iki taraf da birbirinin toplarını imha edemedi.

1204 yılında Haçlıların da şehre bu yönden girdiğini hatırlıyan Halk korkuyla gelişmeleri takip ediyordu. İmparator çaresizlik içinde bir kez daha barış teklifinde bulunarak İstanbul’un kendisinde kalması karşılığında en ağır şartları kabul etmeye razı olduğunu söyledi. Ancak sultan, gelen elçilere “Buradan geri gitmem kabil değildir. Ya ben İstanbul’u alırım ya da İstanbul beni”diyerek ne kadar kararlı olduğunu gösterdi; ayrıca, “Şehrin boş olarak bana kalması kâfidir” diyerek İstanbul’u savaşmadan teslim ederse imparatorun Mora’ya kardeşlerinin yanına gitmesine izin vereceğini söyleyip dostluk vaadinde bulundu. Fakat Konstantinos, eğer şehri kendi rızalarıyla Osmanlılara teslim edecek olurlarsa nereye hangi Hıristiyan memleketine giderlerse gitsinler herkesin onları aşağılayarak Bizanslılarla alay edeceğini düşündüğü için bu teklifi kabul etmeyi aklından bile geçirmedi. (Dukas, s. 189) Öte yandan şehirde başka sorunlar da vardı. Yiyecek maddeleri tükenmeye başlamış, açlık çok büyük bir sorun haline gelmişti. Kentin surlarını koruyan Bizanslı askerler, ailelerine yiyecek bulabilmek için sık sık görev yerlerinden ayrılmaya başlamıştı. Bu yüzden kuşatma boyunca asker ailelerine düzenli olarak yiyecek dağıtılmasına karar verildi. (Francis, s. 59)

Zaten devlet hazinesinde yeterli para olmadığı için askerler maaşlarını da düzenli alamıyorlardı. Surların tamiri için bile güçlükle para bulunmuş, bunun için kiliselerdeki değerli eşyalara el konularak eritilen altın ve gümüşler paraya çevrilmişti. (Francis, s. 55) Mayıs başlarında kıtlık artık tehlikeli boyutlara ulaşınca İmparator şehirdeki zenginlerden ve kiliselerden topladığı parayla temin edilen yiyecek maddelerini az da olsa halka eşit miktarda dağıttı. Savaş gün geçtikçe şiddetleniyor, Bizans gittikçe güç kaybediyor, umutlar tükendikçe de sinirler iyice geriliyordu. Birçok Bizanslı her gün çeşitli olaylara sebep oluyor, sokaklarda dolaşıp İmparator ve maiyetine küfürler eşliğinde beddualar yağdırıyordu. (Francis, s. 59)

Bu sıralarda zaten birbirlerini çekemeyen Venedikliler ile Cenovalılar arasındaki gerginlik de yavaş yavaş ortaya çıkmış; artık tartışmalar, kavgalar herkesin önünde açıkça yaşanmaya başlamıştı. Venedikliler 28 Nisan’daki yenilgiden dolayı Cenovalıları suçluyor, Türklerle gizlice temas halinde olduklarını söylüyordu. Cenovalılar ise görüşmelerin İmparatorun bilgisi dahilinde şehrin menfaati için yapıldığını ileri sürüyorlardı. İmparator iki koloninin başkanlarını çağırarak, “Kapımızın dışındaki savaş bizleri yeteri kadar yıpratıyor, Tanrı aşkına bir de aramızda savaşmaya başlamayalım” diyerek aralarındaki geçimsizliğe son vermelerini istedi. Bunun üzerine düşmanlık içten içe sürüp gitse de şimdilik işbirliği içinde göründüler. (Francis, s. 57)

Durmadan yeri göğü inleterek surları döven ve en zayıf noktaları bulmak için sürekli yerleri değiştirilen toplardan başka mehter davulları, kös, boru sesleri, halkta büyük bir tedirginliğe yol açıyordu. Nicolò’a göre Türk askerlerinin İstanbul semalarında yankılanan tekbir sesleri, sabahlara kadar devam eden ve Anadolu yakasından bile duyulan savaş naraları, haykırmalar halk üzerinde korkunç bir etki bırakıyordu. Bu sıralarda Sultan, İstanbul’un kayıtsız şartsız kendisine teslim edilmesi şartıyla herkesin can ve mal güvenliğinin sağlanacağını İmparatorun da Mora’ya gitmesine izin vereceğini bildirmişti. BunU reddeden Bizanslılar, her şeye rağmen yapılan bütün hücumlara şiddetle karşı koymaya devam etti. Frantzis, Sultanın zaman zaman bu direniş karşısında şaşırdığını, surların önündeki hendeklerin bir gece içinde süratle boşaltılmasına hayret ettiğini kaydetmiştir.

16 Mayıs’tan itibaren Osmanlı askerlerinin surların altına doğru lağımlar kazmaya başladığını anlayan Bizanslılar, bu kez yer altında da savaşmak zorunda kaldılar. Türklerin açtığı lağımları bulup çökertmeye çalışıyor, bunların karşısına lağımlar açarak içini dumanla ve suyla doldurup kullanılmaz hale getiriyorlardı. (Francis, s. 46 vd.)Fakat Sultan Mehmed pes etmiyor, sürekli yeni planlar yapıyor, yeni teknikler bulmaya çalışıyordu. Osmanlıların şehre hâkim olmak için sarf ettikleri olağanüstü çaba Bizanslıları hayrete düşüyordu. Türklerin bir gece 4 saatte inşa ettikleri muazzam kuleyi 18 Mayıs sabahı karşılarında gören Bizanslılar, hayretler içinde kalmıştı. Surların on adım ötesinde, dışı öküz ve deve derileriyle kaplanmış, içinde tırmanma merdivenleri bulunan tekerlekli ahşap kuleden hayranlıkla bahseden Venedikli Nicolò, “Konstantiniyye’deki bütün Hıristiyanlar bu çapta bir şey yapmak isteselerdi bunu bir ayda dahi başaramazlardı” diye yazmış ve İmparatorla adamlarının bu muhteşem şeyi görünce korkudan düşüp bayılacak gibi olduklarını belirtmiştir. (Nicolò Barbaro, s. 63 vd.; Francis, s. 47)

Bizanslılar gece yarısı rum ateşiyle kuleyi yaktılar. Yanarak çöken kulenin üzerindeki Türk askerleri de yanarak öldü. Halk, sabaha kadar hendeğin yarısını temizleyip surları da tamir etti. Türkler başka kuleler de yaptı, ama hiç biri istenen sonucu vermedi. (Runciman, s. 128) Bu arada Beşiktaş sahilindeki (Çifte sütunlar) Türk donanmasının zaman zaman (16, 17, en son 21 Mayıs’ta) üssünden ayrılıp Haliç girişini kapatan zincirin önünden davul ve boru sesleri arasında gövde gösterisi yapması da halkın tedirginliğini artırıyor, kiliselerin çanları hiç durmadan çalıyordu. (Nicolò Barbaro, s. 61 vd., 66)

Bu sinir bozucu koşullarda gittikçe artan açlık, uykusuzluk ve yorgunluktan perişan düşen halk, Tanrı’nın bile artık Bizans’a karşı olduğunu düşünmeye başlamıştı. Bu arada 24 Mayıs gecesi 3-4 saat süren ay tutulmasının ardından gökyüzünde dolunay belirince imparator dahil herkes tarifsiz bir korkuya kapıldı. Zira Bizanslıların inanışına göre İstanbul dolunay işaret verince düşecekti ve bu bir işaretti. (Nicolò Barbaro, s. 67 vd. -Nicolò, ay tutulması ve dolunayın tarihini 22 Mayıs olarak verir-. Runciman (s. 129) bunu 24 Mayıs olarak hesaplanmıştır) Bu yüzden, ertesi gün 25 Mayıs’ta imparatorun emriyle bütün halkın katıldığı bir dua töreni düzenlendi. Meryem Ana tasviri (ikona) ellerinde olduğu halde şehrin sokaklarında dualar ederek dolaşırlarken tasvirin birden yere düşmesi, üstelik sanki toprağa yapışmış gibi güçlükle yerden kaldırılması kötüye işaret sayıldı. Ayrıca öğle vakti büyük bir gök gürültüsüyle kopan fırtına, ardından şiddetli yağmur, sel baskını, ertesi gün de akşama kadar şehri kaplayan yoğun bir sis Tanrı’nın bu şehre yüz çevirdiğinin işareti olarak algılandı. İnanışa göre Tanrı sise bürünüp şehri terk etmişti. (Kritovulos, s. 57 vd.) Şehir halkı gibi İmparatorun da ümitleri gittikçe tükenmişti. Son bir umut Venedik’in vaat ettiği filoyu bekliyordu; ama filo henüz ortada yoktu. Görevlendirdiği gemi kendisine görünürde hiçbir filo olmadığını rapor edince imparator dayanamayarak ağladı.

Bu arada Türklerin artık genel hücum için son hazırlıkları yaptığı da anlaşılmıştı. Ateşi psikolojik bir harp aracı olarak kullanan Osmanlılar, 26 ve 27 Mayıs geceleri ordugâhta şehir halkını ürkütecek derecede büyük ateşler yaktılar. 28 Mayıs Pazartesi günü halk bir yandan yıkılan surları onarmaya çalışırken diğer yandan da şehirde büyük bir tören düzenlendi. İmparator da bu törene katılarak halkı cesaretlendiren bir konuşma yaptı. Bizanslılar ellerinde ikonalarla surlar boyunca yürüyor, tehlikenin yüksek olduğu sur kesimleri kutsanıyor, hep birlikte ilahiler okuyarak Tanrı’ya yalvarıyorlardı. Akşam olunca halk Ayasofya Kilisesi’ne doğru yürüdü. Aslında son 5 aydır, kiliseleri Vatikan’la birleştiği için hiçbir Bizanslı Ortodoks büyük kiliseye gitmemişti. Ama şimdi bütün anlaşmazlıklar bir kenara konulmuştu. Konstantinos da o gün Ayasofya’ya gidip gözyaşları içinde dua etti; sonra Edirnekapı civarında bulunan Blakherna Sarayı’na dönüp saray görevlileriyle vedalaştı; ardından da Frantzis’le beraber mevzileri teftiş edip surları baştanbaşa dolaştı. (1 Francis, s. 67, 73) 28 Mayıs gecesi Osmanlı ordugâhında ve Haliç’teki gemilerde yakılan ateş öncekilerden çok daha büyük oldu. Fenerler, kandiller, mumlar ortalığı gündüz gibi aydınlatmıştı. Bazı Bizanslılar birdenbire beliren ateşi görünce Osmanlı donanmasında yangın çıktığını zannetmiş ve donanmanın tamamıyla mahvolmasını dilemişti. Gece yarısı olduğunda bütün ateşler yine birden söndürüldü. (Dukas, s. 192; Nicolò Barbaro, s. 73)

Ertesi gün, 29 Mayıs 1453 Salı günü, beklenen genel taarruz başladı.Sultan Mehmet ordusunu üç gruba ayırmıştı; ilk grup yaşlılardan ve Hıristiyanlardan, ikinci grup orduya katılmış Müslüman köylülerden ve azablardan, üçüncü grup ise yeniçerilerden oluşmaktaydı. Her grubun yaklaşık 50 bin askerden oluştuğu kaydedilmiştir. Ordunun büyük kısmı ağır hasarlı St. Romanos Kapısı önlerindeydi. İmparator Konstantin ve Giustiniani de bu hattı savunmak üzere birlikleriyle beklemekteydi. Bunun üzerine alarm verilince birden bütün şehir çan sesleriyle çınladı. Tekbir sesleri arasında kösler vuruluyor, davullar, borular hiç susmuyordu. Mehter de hiç durmadan savaş nameleri çalıyor, bu ses top atışları kesildiğinde karşı sahilden bile duyulabiliyordu. Ok, mızrak, taş, top yağmuruna tutulan Bizanslılar bir an soluk alma imkânı bulamıyorlardı. Halk, sıvı ateş ve taşlar fırlatıyor, Türklerin tırmanma merdivenlerini ve diğer araçlarını tahrip etmek için canla başla çalışıyordu. Her iki taraftan da yaralıların bağırış ve inlemeleri göğe yükseliyordu. Türkler pes etmiyor tekrar tekrar merdivenlere tırmanmaya çalışıyorlardı. Surların tepesine çıkabilmek için birbirinin omuzuna çıkanlar da vardı. En sert çatışmalar sur kapılarının yakınlarında oluyordu. (Francis, s. 75)

Surlara dikilen merdivenler hemen Bizans askerleri tarafından devriliyor, surlara yaklaşan askerler de fırlatılan taşlarla oklarla öldürülüyordu. Bu grubun taarruzu iki saat sürdü. Çoğunluğu imha edilen bu grup, ordugâha doğru kaçmaya başladı. Fakat bir gün önce II. Mehmet’in verdiği emir uygulandı; kaçmakta olan askerler kılıçtan geçirildi ve surlara geri dönmeleri için zorlandı.

Sıra ana muharip askerlerden oluşan ikinci gruptaydı, bu grubun da hücumu başladı. Saldırı giderek St. Romanos civarında yoğunlaşıyordu fakat ikinci grubun askerleri bir türlü surlara çıkamıyor, merdivenleri dikemiyordu. Bizans askerleri kızgın yağ, grejuva, ok ve taş kullanarak bütün saldırıları püskürtüyordu. İkinci grup da bitkin düşmekteydi ve bu durum Bizans kuvvetlerinin morali üzerinde olumlu etki yaratıyordu; bir buçuk saatlik savaşın ardından ikinci gruptan da bazı askerler geri kaçmaya başladı. Savaştan kaçanlar da yine komutanlarının infazlarıyla karşılaştı ve Sultan II. Mehmet, birkaç kaçak askeri topuzuyla cezalandırdı.

II. Mehmet elinde kalan son grup olan yeniçerileriyle birlikte surlara yaklaştı. Bizans birlikleri artık yorgun düşmüştü, dinç ve tecrübeli yeniçeriler saflarını bozmaksızın surlara ulaştı; bir gece önce karşı taarruz için Konstantin’in emriyle açılan Kerkoporta Kapısı, elli kadar Osmanlı askerinin içeri girmesine olanak sağlayınca Bizans askerlerinin morali bozuldu. O esnada büyük Osmanlı topu ateşlendi ve yeniçerilere bir geçit açıldı, toz bulutunun içerisinde yeniçerilerle Bizans askerlerinin çarpışması başladı. Gözetleme kulesine girmeyi başaran Osmanlı askerleri imha edildi ve yeniçerileri de püskürttüğünü gören Bizans askerleri zafer sevinci yaşamaya başladı ancak Osmanlı topu tekrar ateşlendi; geride kalan Osmanlı birliklerinin taarruzu başlamıştı. Direnci kalmayan ilk sur Osmanlıların eline geçti, azabların da desteğiyle burayı sağlama alan yeniçeriler var güçleriyle ikinci sura yönelik saldırıyı başlatmıştı.

Her iki sur da harap haldeydi ve çarpışmalar sürüyordu. Bozgunun etkisiyle güneydeki Piyi Kapısı da düştü, Osmanlı askerlerinin yağması başlamıştı. Ordunun ağırlığı şehrin merkezine doğru ilerlemekteydi, oradaki zenginlikler daha fazlaydı ve sancaktarlar bir an önce Osmanlı bayraklarını dikmek istiyordu. Öğle olduğunda şehir düşmüş ve yağma başlamıştı ancak Haliç surlarında, Vasileos, Leon, Alexius burçlarında direniş devam ediyordu; daha sonra Haliç surları düşürüldüyse de üç burç direnmeye devam etti, Giritli denizciler tarafından savunulan bu üç burç vire ile teslim oldu ve denizcilere evlerine dönmeleri için II. Mehmet tarafından izin verildi.

Gün doğarken Türkler Topkapı ile Edirnekapı arasındaki surlardan şehre girdiler. Frantzis’in kaydına göre bu sırada Hasan (Ulubatlı Hasan) adında iri yarı bir Yeniçeri surun bu yıkık kısmından cesaretle tepeye çıktı; ardından otuz kadar yeniçeri de onu takip etti. Buradaki Bizanslıların sayısı az olduğundan sura tırmananlara engel olamadılar. Bu esnada bir taş isabetiyle yere düşen Hasan şehit olduysa da onun ardından gelenler sancağı korudu. (Francis, s. 77 vd.) Kısa süre sonra surlarda Türk bayrağının dalgalandığını gören halk “Şehir düştü” diye feryat ederek Ayasofya’ya koşmaya başladı. Zira inanışa göre Türkler, Çemberlitaş’a kadar gelince gökten bir melek elinde kılıçla inecek o zaman Türkler geri dönecek, Bizanslılar da ayaklanarak bunları takip ve telef edeceklerdi. Bu yüzden halk Ayasofya’ya sığınmaya çalışınca bir saat içinde burada sayısız insan toplanmış, kapıları kapatarak mabedin kerameti sayesinde kurtulmayı ümit etmişlerdi. (Dukas, s. 197)

Nihayet 53 gün süren kuşatmanın ardından 54. gün şehir Türklerin eline geçince Topkapı’dan törenle şehre giren Fatih, At Meydanı’nı geçip Ayasofya önüne geldi ve burada toplanan halka can ve mallarının emniyette olduğunu söyleyerek onları teskin etmeye çalıştı. Şehir kılıçla alındığı için askerlerine yağma izni verdi, ama halka hiçbir kötülük yapmamalarını emretti. Şehirden kaçmış olanların evlerine dönebileceğini ve herkesin kendi örf, adetine, dinine göre serbestçe yaşayabileceğini söyledi. (Francis, s. 85. İstanbul’un kuşatılması ve fethi hakkında geniş bilgi için ayrıca bk. F. Emecen, Fetih ve Kıyamet, İstanbul 2012) Bütün çabalarına rağmen İstanbul’u kaybeden Bizanslılar ise Tanrı’nın, günahlarından dolayı Hıristiyanları cezalandırdığına ve Fatih’i de bunun için görevlendirdiğine inandılar. 11 Mayıs 330’da İmparator Büyük Konstantinos zamanında Roma İmparatorluğu’nun yeni başkenti olan Şehirler Kraliçesi Konstantinopolis, 1123 yıl sonra yine Mayıs ayında aynı adı taşıyan bir hükümdar döneminde Bizanslılar tarafından kaybedilmişti.

(Devam edecek)

FETİH
FATİH…
GIOVANNI GIUSTINIANI
GEMİLER KARADA I…
GEMİLER KARADA II…
KONSTANTINOPOLIS’E GİRİŞ…
HALİÇ’İ KAPATAN ZİNCİR
İSTANBUL SURLARI
LUKAS NOTORAS…
NICCOLO MACHIVELLI…
ŞEHİR DÜŞTÜ…
TACITUS…
ŞAHİ TOPU…
TUCIDIDES…
SULTAN III. MUSTAFA…
TARIHÇİ STEVEN RUNCIMAN

Trả lời

Email của bạn sẽ không được hiển thị công khai. Các trường bắt buộc được đánh dấu *