Sevgili okurlar… Bu yazımızda size Anadolu’yu bize ebedi vatan yapan Sultan Alparslan ve Malazgirt Meydan Muharebesiyle alakalı geniş bir inceleme, araştırma dosyası açıyoruz. Bu muhteşem Zaferi sizlere yalnızca bir kahramanlık destanı olarak anlatmak bizim için işin kolayına kaçmak olurdu.
Anadolu’nun sonsuza dek Türk oluşunun bu olağanüstü Cenk’ine geçmeden önce bize yakışanı yapıp, 26 Ağustos 1071’deki Türk ve de Bizans uluslarının yakın ve de uzak geçmişini inceleyeceğiz. Öyle ya bu savaş öyle durduk yerde olmadı. Her iki milleti de bu savaşa iten, sürükleyen nedenler, oluşumlar nelerdi? Kısacası gelişen paragraflarda elbette muharebenin nasıl, hangi koşullarda yaşandığını sizlere aktaracağız. Ancak, Muş ilimizin en doğusunda 1542 km2.lik düz bir alana kurulmuş Malazgirt ilçesinin kırsalındaki savaş meydanına gelmeden önce, özellikle o asırdaki Bizans İmparatorluğu’nun gücünün ne olduğunu irdelemek ve buna karşılık o tarihe dek “göçebe ulus” olarak anılan Türklerin bu topraklarda ne aradığını, neden ve nerelerden buralara geldiğini size anlatmak durumundayız ki, Büyük Selçuklu Hükümdarı Sultan Alparslan’ın bu Zaferinin ihtişamı daha da belirginleşsin, çok daha kolay anlaşılıp gerçek hakkı ve değeri verilsin.
Türkler tarih boyunca birçok zaferler kazanmışlarsa da, Anadolu’da yaşamak ve yurt tutmak için kazanılan iki büyük zafer bunların en önemlisi olmalıdır. Birincisi Anadolu’yu Türk Vatanı haline getirmek için 26 Ağustos 1071 tarihinde Sultan Alparslan’ın komutasında kazanmış olduğumuz Malazgirt Meydan Savaşı, diğeri de Anadolu’yu düşman işgalinden kurtaran Gazi Mustafa Kemal’in liderliğindeki 26 Ağustos 1922 tarihli Başkumandanlık Meydan Muharebesidir.
1071 ÖNCESİ BİZANS VE ATA DEVLETLERİ
Malazgirt savaşının bizce en büyük özelliği, M.Ö. IV. yüzyıldan beri Avrupa, Asya ve Afrika kıtaları üzerinde hüküm süren eski çağın en büyük imparatorluğu Roma’nın doğudaki mirasçısı Bizans’ın, genç Selçuklu devleti karşısında bir gün içerisinde perişan olması, başta imparator olmak üzere maiyetinde bulunanlardan hemen birçoğunun esir edilmesi hadisesidir. Bu durumun daha iyi aydınlığa çıkarılması, anlaşılabilmesi için her iki devletin yani Bizans ve Selçukluların savaştan önceki askerî, siyasî ve kısmen sosyal durumlarını bilmekte fayda vardır. Bizans İmparatorluğu’nun askeri ve siyasi durumu kadar, yarımada Anadolu’nun jeopolitik yapısı da savaşın neticesi ve doğurduğu sonuçlar üzerinde mutlaka etkili olmuştur. Çünkü Bizans ve ata devletleri 3000 yıl Müslüman Araplara karşı başarı ile savunduğu Anadolu’yu, bu kez Türkler karşısında savunamamıştır. Ayrıca bu hadisenin Millî Tarihimiz yönünden bir diğer önemi de, Türk millî bünyesinde meydana getirmiş olduğu değişmedir. Çünkü atlı-göçebe kültürden yerleşik şehir kültürüne geçişimiz de bu savaş ile yakından ilgilidir.
1071 ÖNCESİ BİZANS İMPARATORLUĞU…
Bizans İmparatorluğu’nun tarihi içerisinde “İkinci Altın Devri” olarak adlandırılan Makedonya hanedanı, X. Yüzyılda Bizans’ı çağın birinci sınıf devleti haline getirmiştir. Bu dönemde Müslümanların Anadolu akınları durdurulmuş, üstelik Bizans zaman zaman İslâm dünyasını tehdit eder hale gelmiş ve Kuzey Suriye el değiştirmiştir. Aynı şekilde Balkanlar ve İtalya’da Bizans üstünlüğünü sürdürmüştür. Ancak XI. yüzyıla girildiği sırada bu parlak dönem gerilerde kalacaktır. İmparatorluk idaresi allak bullak olmuş ve yönetim garip İmparatorlar, İmparatoriçelerle evlenen ordu kumandanlarının elinde kalmıştı. Kısa aralıklarla el değiştiren yönetim merkezi otoritenin zayıflamasında önemli bir faktör olmuştur. Bizans’ın parlak dönemi Makedonya hanedanının ünlü imparatoru II. Bazil’in* 1025 yılında ölümü ile kapanacaktır.
- II. Basileios (958-1025) 960’tan 15 Aralık 1025’e kadar Bizans imparatoru unvanını taşımıştır. I. Basileios ile başlayan Makedonyalı hanedanından olup, II. Romanos ile Theofano’nun oğludur.
Bazil döneminde devlet, askerî ve malî yönden güçlü olması yanında, tecrübeli kumandan ve devlet adamları sayesinde içte ve dışta sürekli başarılar kazanmıştır. Güney İtalya’dan Kafkas dağlarına ve oradan Filistin’e kadar uzanan topraklar üzerinde huzur ve asayiş sağlanmış ve Bizans çağın bir numaralı devleti haline gelmişti. Fakat II. Bazil’in 1025 yılında arkasında bir varis bırakmadan ölümünden sonra yerine geçen kardeşi 8. Konstantin*, yönetimdeki beceriksizliği ve yaptığı hatalarla tahtta kaldığı üç yıl içersinde II. Bazil’in kurmuş olduğu sistemi hepten alt üst etmiş, 1028 yılında o da tahta bir erkek varis bırakmadan öldüğünde imparatorluğun yönetimi kızları Zoe – Hayat (978-1050) ve Theodora‘nın (980-1056) ellerinde kalmıştır.
- VIII. Konstantinos (960-1028), 962-1025 yılları arasında kardeşi II. Basileios’la birlikte ortak imparator, 1025-1028 yılları arasında ise tek başına tahtta kalan Bizans imparatoru.
Bundan sonraki dönemde ise, bu imparatoriçelerle evlenmiş olan Bizans kumandan ve asilzadeleri devleti İmparatoriçeler adına yönetmişlerdir. İç politikadaki bu değişme, kısa zamanda dış politikaya da yansımış olmalı ki, Karadeniz sahillerine yapılan Rus akınları, Balkanlardaki Peçenek akınları, Ege denizindeki Arap korsanlarının baskınları birbirlerini takip etmiştir. Denilebilir ki, Bulgaristan ve Sırbistan’daki isyanlar ve doğudaki topraklan tehdit eden Türk Akınlarına karşı alınan tedbirler yetersiz kalmış, böylece Bizans içte ve dışta başarısız olduğu, bir nevi gerileme dönemine girmiştir. Eğlence düşkünü olan ve kısa süre görevde kalan imparator ve imparatoriçelerin hesapsız harcamalarıyla hazine boşalmış, ücretli askerlerden oluşan ordu ihmal edilmiştir, zayıflatılmıştır.
1048 yılında Reisleri Gegenis‘in idaresinde Balkanlara giren Peçenek ordusu durdurulmamış, yapılan antlaşma ile Peçeneklerin Balkanlarda yerleşmelerine ve Bizans ordusunda ücretli asker olarak bulunmalarına Bizans çaresizlikten razı olmuştur. Bu dönemde Bizans ordusunda ücretli asker olmak cazip bir iş olmalı ki, Peçenekler bu hususu bir antlaşma maddesi olarak Bizans’a kabul ettirmişlerdir. Aynı tarihlerde Doğuda Türk akınları yoğunlaşmış, İbrahim Yınal* idaresindeki Türk Kuvvetleri Anadolu Yarımadasının sınırlarını zorlamış ve bu cephede1048 yılında meşhur Hasankale* (Pasinler Kalesi) savaşını kazanmışlardır. Diğer yandan, yine bu tarihlerde Bizansın İtalya’daki toprakları Normanlar -kuzeyli adamlar-,(MS. 912 yılından itibaren Normandiya’ya yerleşen Frenk ve İskandinav karışımı halk) tarafından istila edilmiş ve Papalık yani Katolik kilisesi ile Bizans Ortodoks kilisesi arasında süre gelen anlaşmazlık devam etmiştir.
- İbrahim Yınal (D.? – Ö. 1060), Selçuklu ailesinden Türk beyi. Babası Yusuf Yınal, Selçuk Bey’in dört oğlundan biriydi. Selçuk Bey’in büyük oğlu Mikail Bey ölünce, Orta Asya’da yaygın olan leviratus geleneği uyarınca dul karısı, kardeşi Yusuf’la evlendirildi ve bu evlilikten İbrahim Yınal dünyaya geldi.
- Hasankale Savaşı (Pasinler Muharebesi) 1048, Tuğrul Bey’in üvey kardeşi İbrahim Yınal Bey’in yaptığı Anadolu seferi sonunda Bizans İmparatorluğu ile müttefiki Gürcü Krallığı ve diğer müttefik ordulara karşı Bizanslıların “Kapteron” veya “Kapterou” adını verdikleri bir mevkide Bizanslılar ile Selçuklular orduları arasında yapılan bir meydan savaşı.
1067 yılında ölen imparator X. Konstantin’den (X. Konstantinos Dukas (1006-1067), 1059-1067 yılları arasında tahtta kalan Bizans imparatoru) sonra vasiyeti üzerine karısı evlenmemiş ve yaşları küçük olan oğulları adına devlet idaresini üstlenmiştir. Fakat İmparatoriçe ancak yedi ay bu görevi sürdürebilmiştir. İç politikada da hata üzerine hata yapmış, sonunda Patrik Johannes X. İpehilin‘in de tavsiyesi ve dayatması üzerine Kapadokya’nın ünlü kumandanı IV. Romanos Diogenes (Romen Diyojen1030-1072)ile evlenmiştir. Daha önce imparator olmak için isyan teşebbüsünde bulunmuş olan R. Diogenes arzusunu bu kez evlilik yoluyla elde etmiştir. Ancak, yeni imparatoru bekleyen birçok meseleler vardı; iç isyanlar, sınırlarda ortaya çıkan yeni düşmanlar, ücretleri ödenmediği için kendi topraklarını yağmalayan bir ordu gibi. Norman kökenli ünlü kumandan Krispin, kendisine bağlı ücretli askerlerin ücretleri ödenmediği için, devlet hazinesine el koymuş, geçtiği yerleri yağmalayarak ordusunun iaşesini temin etmiştir.
Öte yandan yönetimi kocasına bırakmak istemeyen İmparatoriçe Licinia Eudoxia (422-462) ile arası açılan imparator Romanos Diogenes iki aylık bir evlilikten sonra İstanbul’u terk ederek, Anadolu’ya geçer ve Selçuklulara karşı savaş hazırlığına başlar. Bu sırada Bizans ile Macarların arası açılmıştır, Kumanların baskısıyla daha batıdaki topraklara çekilen Oğuzlar, Balkanlar’a kadar gerilemişler ve böylece daha önce buraya gelmiş olan Peçenekleri yerlerinden oynatarak, 1065 yılında Tuna nehrini geçerek, Bizans ordusuyla karşılaşıp onları mağlup etmişlerdir. Bu mücadele sırasında daha sonra İmparator olacak Nikephoros Botaneiates’i* de esir almışlardır. İlerlemeye devam eden Oğuzlar, Selanik sınırlarına varmışlarsa da bu sırada Oğuzlar arasında ortaya çıkan veba hastalığı onların daha fazla ilerlemesine engel olmuştur ki, bu olay Bizans’ın imdadına yetişmiş olmalıdır. Çünkü Oğuzların büyük bir bölümü bu hastalık sonucu hayatlarını kaybetmişler, bir kısmı geri dönmüş, orada kalanlar da Peçenekler arasında eriyip gitmişlerdir. Neticede veba sayesinde Bizans, Balkanlar’daki önemli bir tehlikeden kurtulmuş oldu. Bizans, XI. Yüzyılından itibaren doğudan Selçukluların sevk ve idaresi altındaki Türkler tarafından, batıdan da Peçenek, Kuman Oğuz Türkleri tarafından sürekli baskı altında tutulmuştur.
- II. Nikiforos Botaneiates (1002-1081), 1078 ile 1081 arasında Bizans İmparatoru. Tanınmış bir general olarak tahtı bir darbe ile eline geçirmiş ve üç yıllık bir saltanattan sonra, bir başka darbe ile imparatorluktan indirilmiştir.
Malazgirt Savaşı öncesinde Bizans’ın Anadolu politikası yerli kaynaklar tarafından da ağır bir dille tenkit edilmektedir. Çünkü Bizans, mezhep bakımından farklı olan Şark Hıristiyanlarını Ortodoks mezhebine kazanabilmek için üzerlerine ordular sevk etmiş, böylece Ortodoks olmayan diğer Hıristiyan unsurlar Bizans’a karşı cephe almışlardır. Öyle ki Şark Hıristiyanları arasında “Rum Ortodoks” düşmanlığı ortak bir inanç haline gelmişti. Türk akınları arifesinde Bizans’ın Şark Hıristiyanlarına karşı politikası Anadolu’nun Türklerce fethini kolaylaştırılmış, yerli halk zaman zaman Türklere yardımcı olmuştur. Çünkü Türklerin yönetimi altında bulunan insanların din ve inançlarının serbestçe sürdürdüklerini biliyorlardı. Nitekim çağdaş Ermeni Başrahip, tarihçi Urfalı Mateos‘un Bizans için kullanmış olduğu ifade görüşümüzü bir nebze doğrulamaktadır. “İktidarsız ve kadınlaşmış iğrenç Rum milleti, milletimizi tahrip edip, Türklerin istilasını kolaylaştırdılar” demektedir. Ancak…..
Yazarın Notu: Ermeni tarihçi, Başpiskopos Urfalı Mateos’un Bizanslılarla ilgili yukarıda yazdıklarına bakıp, çağdaşı diğer uluslara iyi ve de barışçıl yaklaştığı kanısına kapılmayın. Doğum ve ölüm tarihleri bilinmeyen ve sadece Urfalı Mateos Vekayi-Nâmesi (952 – 1136) adlı eseriyle tanınan bu tarihçi bakın Türkleri nasıl anlatıyor o eserinde. Onun ifadesiyle “Haça tapınan bütün Hıristiyan halk, “Allah’ın hiddetine” maruz kalıyordu. Ermeni tarihçi, Çağrı Bey ve çevresindekileri “Öldürücü nefesli ejder” olarak tanımlıyor, kanatlı yılanların bütün Hıristiyan memleketlerini ateşe vermek üzere geldiklerini yazıyordu. Sonuç Ermeni tarihçiler için İncil’de anlatılan felaket günlerinin Türkler eliyle yaşanmaya başladığına karar verecekleri gibi olacaktı. Selçuklu ordularının baskısı ile Ermeniler o dönemde Bizans İmparatorluğu içindeki Batı bölgelere kaçmaya başlıyordu.”Bakın yine aynı Mateos 16 Ağustos 1064’te Selçuklu’nun Ani’yi ele geçirmesiyle ilgili olarak şunları kaleme almıştı. “Ermenilerin bu kutsal şehri, her ne kadar bu şehir 1045’te Kral Gagik’in ölümünden sonra Bizans hâkimiyetine bırakılmış olsa da, “savaşla alınamaz” olduğu düşünülen Ani’nin Selçuklu hâkimiyetine geçmesi Ermeni toplumunda büyük yıkım yarattı. Şehirdeki “bin bir” kilisede kurtuluş için ayin düzenlendiğini kaydederken Alparslan’ı da “bir kara bulut gibi” tasvir ediyordu.
Mateos, Selçukluların şehre girmesinin ardından taş üstünde taş kalmadığını, askerlerin “ikisi iki elinde, birisi de dişlerinin arasında olmak üzere üç keskin bıçak” ile merhametsizce halkı öldürdüğünü, kentin kısa sürede kan denizine döndüğünü” ifade ediyordu. Bu aradaGenceli Giragos, kenti kuşatan Alparslan’ın “İnsanları yok eden bir hayvan” gibi şehri ele geçirdiğini kaydediyor, Müverrih Vardan ise Alparslan için “…söylendiğine göre, bir hendek içinde bin kişiyi keserek, onların kanıyla yıkandı” diyordu.
Neyse biz yine konumuza dönelim….
Şark Hıristiyanlarının Bizans’a karşı tutum ve davranışlarını Süryani da şöyle ifade etmektedir. “Bu devirde Rumlar bizim milletimize zulüm yapıyorlardı. Çıkardıkları bir emirname ile batıl mezheplerini bizi kabul etmeğe zorluyorlar, bizi ezmeğe uğraşıyorlardı.” İstanbul Ortodoks Patriği kiliselerde bulunan mukaddes kitapları, yeni Ortodokslukla ilgili olmayan Süryani din kitaplarını yaktırdı. Bu kayıtlar, Malazgirt Savaşı arifesinde Bizans İmparatorluğu’nun Anadolu’daki Rum ve Ortodoks olmayan unsurlara karşı politikasını göstermesi yanında, Anadolu’nun Türkler tarafından fethini ve yurt tutulmasını kolaylaştıran sebepler olması bakımında da önemlidir.
Şark Hıristiyanları ile Bizans arasındaki mücadeleyi gösteren bu kayıtları, Anadolu akınlarına katılan Türkmen beylerinin Selçuklu Sultanlarına faaliyetleri hakkında sunmuş oldukları raporlardaki bilgiler de doğrulamaktadır. Daha Selçuklu devleti kurulmadan önce Çağrı Bey 1018 yılında Gazneliler tarafından sıkıştırıldığı zaman 3000 kişilik bir süvari birliğinin başında ilk defa bugünkü sınırlarımızı aşarak Anadolu’ya girmiştir. Azerbaycan ve Doğu Anadolu şehirlerine karşı akınlarda bulunduktan sonra, o sırada Buhara yöresinde bulunan kardeşi Tuğrul Bey’in yanına döner, Çağrı Bey’in bu yolculuğu, bir bakıma macerası hakkında kardeşine vermiş olduğu bilgiler arasındaki şu kayıt dikkatimizi çekmektedir. “Bu ülkede (Anadolu’da) bize karşı koyabilecek bir kuvvete rastlanmadığı” kaydı, o sırada Anadolu’daki Bizans yönetiminin içerisinde bulunduğu durumu ifade etmesi bakımından önemlidir. Bu konuda bir diğer kayıt Malazgirt Savaşı öncesinde Anadolu’ ya akınlar yapmış olan ünlü Türkmen Bey’i Bekçioğlu Afşin ile Selçuklu Şehzadelerinden Kutalmış’ın, Anadolu akınlarının neticeleri hakkında Sultan Alparslan’a sunmuş oldukları raporlardır. Bu raporlardaki bilgiler de tıpkı yerli Hıristiyan tarihçilerin görüşleri doğrultusundadır. Türkmen beylerinin de Bizanslılar için “Bizanslılar, savaş kabiliyetinden mahrum, kadınlaşmış, insanlar” ifadesini kullandığı kayıtlarda mevcuttur..
1071 öncesi Bizans’ın durumuna şöyle bir baktıktan sonra şimdi de aynı dönemde Türk dünyasında neler oluyor ona bir göz atalım…
Selçuklu Devletinin sevk ve idaresinde veya kendi başlarına Anadolu’ya yapılmış olan Türk akınlarını Selçuklu Devletinin Batı politikası içerisinde ele alıyoruz. Adı geçen devletin Batı politikasındaki iki önemli ağırlık merkezi vardır. Bunlardan birincisiAnadolu ve dolayısıyla Bizans, ikincisi de Mısır Fatımi Devleti idi. Malazgirt Savaşı öncesinde Anadolu’ya yapılan Türk akınları Selçuklu devletinin savaş öncesi siyasi ve idari yapısı içerisinde ele alınmalıdır. Müslüman Arapların, yeni Emevi ve Abbasilerin üç yüz yıl süren mücadele ile ulaşmadıkları sonuca Selçukluların bir günlük savaşla ulaşması, Anadolu’ya yapılan Türk akınlarının mahiyeti, Anadolu’nun jeopolitik yapısı ve Bizans’ın o sıradaki durumu ile yakından ilgilidir. İslam ordularının İspanya ve Türkistan gibi hilafet merkezine oldukça uzak yörelerde başarılar kazanıp ülkeleri fethettikleri halde, Anadolu’da başarı gösterememiş olmaları yukarıda belirttiğimiz sebeplerle izah edilebilir. Bizans İmparatorluğu 8. 9. ve 10. yüzyıllarda tarihinin en güçlü dönemlerinden birini yaşadığı gibi, jeopolitik bakımından da Türk akınları ile Arap akınları farklı yönlerden geldiğini görüyoruz. Emevi ve Abbasi akınları Güney ve Güneydoğudan, Türk akınları ise Doğu’dan yapılmıştır. Anadolu’nun jeopolitik yapısı incelendiği zaman Tarsus’tan başlayıp Erzurum’a kadar uzanan Toros, Munzur, Karasu ve Aras dağlarının Güneydoğu yönünde orta Anadolu ya geçit vermedikleri görülmektedir. Bu sıradağlar üzerinde bulunan sınırlı sayıdaki geçitler ise sağlam birer savunma merkezleri vazifesini görür.
Bu geçitler Bizans ile Müslümanlar arasında sınır kapıları durumundaydı. Zaman zaman bu kapıları aşıp Orta Anadolu’ya giren İslam Orduları, karadan veya denizden gerilerine çıkarma yapan Bizans kuvvetlerinin kıskacına düşerek büyük kayıplar vererek geri çekilmişler veya ufak da olsa geçici başarılar elde etmişlerdir. Başarısızlığın bir diğer sebebi de hareket üsleri olan Kuzey Suriye ve el-Cezire‘den (İslâm coğrafyacıları tarafından Yukarı Mezopotamya’ya verilen ad) uzaklaşmış olmalarıdır. Yaklaşık 300 sene devam eden İslam akınları Battal Gazi Destanı gibi büyük bir halk destanına malzeme teşkil etmiştir. X.yüzyılda Bizans’ın karşı hareketi sonucu İslam kuvvetlerinin gerilediğini, böylece Anadolu’da Bizans hâkimiyetinin yeniden tesis edildiğini görüyoruz.
Bizans karşısında gerileyen İslam dünyasının kuruculuğunu üstlenecek olan Selçuklu devleti 1040 Dandenakan Savaşının Gazneli devletine karşı kazınılmasından sonra kurulmuştur. Daha kuruluşundan itibaren bu devleti meşgul eden meselelerin başında “Türkmenler Meselesi” gelmektedir. Sirderya ötesinden (Sirderya Özbekistan Cumhuriyeti’nin Sirderya ili’nin Sirderya İlçesi’nde bulunan şehirdir. Sirderya İlçesinin merkezi’dir) dalgalar halinde Horasan ve Maveraünnehir yöresine (Ceyhun ile Seyhun nehirleri arasında kalan yaklaşık 660.000 km2‘lik coğrafî bölge) gelen adlı göçebe Türkmen unsurları Selçuklu devletinin bir iç meselesi olmuştur. Çünkü bahsi geçen toprakların halkı umumiyetle yerleşik hayat tarzını benimsemiş olduğu halde, buralara sonradan gelen Türkmenler ise, “Atlı göçebe” hayat tarzının sürdürmüşlerdir. İki farklı hayat tarzına sahip unsurlar arasındaki mücadele devletin yıkılmasına kadar sürecektir.
Denilebilir ki, Selçuklu devletini kuran “Atlı Göçebe” Türkmenler, aynı devletin yıkılmasında da önemli ölçüde rol oynamışlardır. Selçuklu yöneticileri Türkmenler meselesine çözüm yolları aramışlarsa da bu kalıcı olmamış, sadece başlarında bulunan beyleriyle birlikte onları daha batıdaki topraklara gönderebilmişlerdir. Anadolu’ya yönelik bu Türkmen akınları sırasında Azerbaycan önemli bir askeri merkez vazifesi görmüştür. Çünkü Bizans ordusunun karşı koyması halinde, Türkmenler Azerbaycan’a çekiliyorlardı. Selçuklu devletinin kuruluşuna kadar Anadolu’ya yapılan Türk akınlarının ortak özelliği bu olmuştur. Bu durum 1040 – 1071 yılları arasından da zaman zaman aynı şekilde olmuş ise de aslında önemli ölçüde farklılıklar göstermektedir. Bu dönemde Türkler Anadolu’da kalıcı olmamışlar, ancak Bizans’ın müstahkem mevkilerine zaman zaman yıpratıcı akınlar yapmışlardır.
Anadolu’daki savaşlar, liderliğin babadan oğula geçmesi olan geleneksel Türkmen beylerinin yönetiminde olmakla beraber, çoğunlukla Selçuklu devletinin sevk ve idaresindeydi. Ayrıca bu dönemde zaman zaman Selçuklu Sultanlarının da bizzat kılıç kuşanıp katıldığı akınları da görüyoruz. Bu akınlar, Bizans’ın mukavemetinin yıpranmasına hatta kırılmasına neden olabilmekteydi. Akınlar sayesinde Türkmenler bu topraklarda yeni yurtlar edinmekteydiler. Selçuklu devletinin Türkmenler meselesine bulduğu en isabetli çözümünde bu olduğu kanaatindeyiz. Çünkü devlet bir yandan yönetimi altındaki halkın hukukunu korumak, diğer yandan da bizzat mensubu bulundukları Türkmenlerin hakkını gözetmek mecburiyetindeydi. Buna en kısa ve en iyi çözüm Türkmenleri daha Batıdaki yeni Azerbaycan’a ve Anadolu’daki topraklara göndermekti. Böylece bir yandan devlet içerisindeki göçebe-yerleşik unsuru çekişmesine çözüm bulmuşlar, diğer yandan da Anadolu akınlarını sürdürebilmişlerdir. Daha 1047 yılında İbrahim Yınal Nısabur’da iken yurt bulma konusunda şikâyet eden Türkmenler’e “Memleketim sizin oturmanıza imkân verecek kadar geniş değildir. Bu sebeple doğrusu şudur ki Allah yolunda cihat ediniz ve ganimet alınız. Bende arkanızdan gelip size yardım edeceğim” diye cevap vermiştir. Gerçekten de bir yıl sonra Anadolu’ya giren İbrahim Yınal Bizans kuvvetlerine karşı 1048 yılında meşhur Hasankale Savaşını (Pasinler Kalesi) kazanmıştır. Bu savaşın kazanılmasından sonra Türk kuvvetleri Trabzon’a kadar ilerleyeceklerdir.
(Devam edecek)