Ayazma İlkokulunda günlük yaşam
Merak edenler olabilir, o yıllarda ilkokul öğrencileri siyah önlük giyerdik. Göğüs cebinde okulun arması ÜA –Üsküdar Ayazma– olan annelerimizin diktiği bol siyah önlük. Kızlar ise yine siyah dizkapaklarına kadar inen önlükler kullanırdı. Bizimkinden fazla olarak, şimdikilerin bebe yaka adını verdikleri ortada beyaz iliği ve düğmesi olan ve yine okulumuzun armasını taşıyan yakalıkları vardı. Bizler önlüğümüzün altına kendi arzumuza göre kısa ya da uzun pantolon giyerdik. Tabi ki yazın kısa pantolonlar tercih edilirdi mecburen.
Demir iki kanattan oluşan bizim her gün kullandığımız kapıdan girince, hemen sağda yemekhane bulunurdu. Geniş, düzayak, üzerinde tertemiz pırıl pırıl cam sürahiler ve bardakların itinayla yerleştirildiği uzun masa ve sandalyeleriyle. Yemekhane girişinin hemen yanındaysa, okulda görevli hademelerden birinin eşiyle günlük menüyü hazırladıkları bir mutfak vardı. Zeynep Hn. teyzenin hakimiyetinde olan okulun hemen karşısındaki arsanın okula devredilmesiyle (o yıllarda bizim Zeynep Hn. teyze çoktan vefat etmişti), bahçedeki harabe-eve bu hademe ailesi yerleşecekti, çoluk çocuk. Okul yönetimine her ay küçük bir meblağ ödeyenler, okulda öğle yemeklerini yerlerdi. Ancak görevliler o kadar da ketum değillerdi bu konuda, birçok arkadaş sırf değişiklik olsun diye evlerimizin okula 30m. mesafede olmasına karşın ayda bir-iki kez yemekhaneye girer, yemeğimizi yerdik. O yıllarda her şey o kadar güzel ve saftı ki, Maarif (Milli Eğitim Bakanlığı) Amerika’dan yardımla gelen teneke teneke süt tozlarını, sapsarı mis gibi peynirleri, akşamüstü son derse yakın yine o mutfakta ısıtır, sınıflara servis yaptırırdı. Her çocuk Amerikan yardımı bu sütlerden, peynirlerden sebeplenirdi.
Eğer okula Maarifçe tahsis edilen süt tozları ve peynirlerden kalan olursa, okul yönetimi bu tenekeleri okulun yardıma muhtaç çocukları arasında eşit bir şekilde paylaştırır, çocukların yazın da bu besinlerden yararlanmasını amaçlardı. Okul kapısının tam karşısında olduğumuzdan, doğal olarak giren çıkanı rahatça görmek mümkündü. O yıllarda yapılan bu yardımların sadece çocuklara verildiğinden o kadar eminim ki, bir kez olsun öğretmenlerimizin filelerinde ya da hademelerin ellerinde bu Amerikan yardımı süttozu, peynir, yağ tenekelerden görmedim. Tıpkı o yıllarda Üsküdar Halil Rüştü İlkokulunda müdür olan babamda görmediğim gibi.
Yemekhanenin hemen yanında aynı su borusu üzerine monte edilmiş 15 musluğun sıralandığı bir çeşmemiz vardı. Önünde de uzun kocaman bir yalak. Avluda diğer sınıflarla öğle tatillerinde yaptığımız o iddialı maçlardan, oynadığımız oyunlardan sonra koşar çeşmeye gelir, musluktan akan buz gibi suyu kana kana zevkle içerdik. Ders saati gelip te hademe okulun ana binasının kapısının önünde elindeki ağır pirinç çanı sallamaya başlayınca tüm maççılar topu bırakır, çeşmeye koşardık terli terli. İşte bunun bize zararlı olduğunu göz önüne alan idare, sonradan 5. sınıf talebeleri arasından yeni bir görevli tayin etmişti. (O yıllarda ilkokul 5 yıllıktı henüz Orta Öğretim sistemi yoktu) Her gün değişen bu öğrenci, üzerinde SG -Su Gözcüsü- pazubantıyla çeşmenin önünde durur, zil çaldıktan sonra su içilmesini engellerdi. Anlaşılacağı üzere burada amaç, öğrencinin zamanını ayarlaması, zil çalmadan en az 5 dakika önce oyununu sonlandırıp, çeşmede elini yüzünü yıkayıp kurulaması ve de düzenli bir şekilde sınıfına girmek için sıraya girmesiydi. Disiplin anlayacağınız. Çeşmenin hemen yanında 8–10 basamakla inilen tuvaletler vardı. Kızlarınki solda bizimkiyse iner inmez tam karşıda. Teneffüs sonrasında hademelerin sürekli temizlediği bu tuvaletlerin pis olduğu günü hiç hatırlamıyorum. Özetle öğrenciler de, görevliler de işlerini gayet itinalı yaparlardı.
İlk yıllarımda Ayazma İlkokulunda bir kantin bulunduğunu hatırlamıyorum. Ama Muazzez Öğretmen öğrencilerin bu tür ihtiyaçlarını karşılardı. Şöyle ki, İmrahor’da fırını olan mahalle komşumuz Hamza amcanın fırınından alınan mis gibi, taptaze simitler, açmalar gönüllü talebelere sayılarak teslim edilir, bu öğrenciler 15 dakikalık teneffüs arasında sattıklarının parasını, satamadıkları ürünlerle birlikte öğretmenimize iade ederlerdi. Karton kutularda çeşitli şekerler de satılırdı ki benim bile satmışlığım vardır. 5nci sınıfa geçtiğimizde bu görevler hademelere devredildi. Bu iş için ayrılan bir köşede açma, simit, şekerin yanı sıra içine buz konmuş kovalarda sade gazozların satıldığını anımsıyorum. Bu gazozlar Şemsipaşa’da sonraları Üsküdar Evlendirme Dairesi olarak yapılan o çirkin binanın yerindeki Nil Gazoz Fabrikasında yapılırdı. Üsküdar Belediyesi daha sonraki yıllarda Şemsipaşa Parkı içinde yepyeni ve güzel bir Evlendirme Dairesi (eskiden öyle denirdi) inşa etti, ancak o eski zevksiz, şekilsiz, Şemsipaşa’ya yakışmayan eski bina hala duruyor. (Y.N. 2016 itibariyle o bina yıkıldı ve yerine butik otel (?) olacağı söylenen birşeyler yapılıyor, üç yıldır) Oysa yıkılıp, vatandaşın yararlanacağı bir park, çay bahçesi yapılsa ne kadar güzel ve şık olurdu. Gazoz, açma ve simitten başka envai çeşit şekerleme satılırdı. Ama öğrencilerin favorisi incirli olanıydı. Ağzınıza attığınızda hemen bir incir tadı veren bu şekerlerin jelâtininin üzerinde ayrı bir kağıt ambalaj vardı. İtiraf edeyim bu şekerlere bayılırdım. Kenarları numaralanmış futbolcu, artist, şehir, başkentleri, bayrakları, nüfuslarıyla ülke resimleri. İşte bu resimleri biriktirirdik. Sonraları bunlardan da bir oyun yarattık, alt mı üst mü? Elimizle üstünü örttüğümüz resimleri karşımızdakine sorardık. O üst derse ve üstteki resmin kenarındaki numara bize kalan alttakinden büyükse, o kazanır ve o resmi alırdı. Bir yaz süresince ceplerimizde koca tomarlarla gezdiğimizi hatırlarım. Ama bu oyunun da modası çabucak geçer, yerini kısa sürede bir diğeri alırdı.
Kışın soğuk havalarda, karda, yağmurda, okulun ana bahçesinde değil birkaç basamakla çıkılan o “camlı avluda” toplanırdık. Yüzlerce çocuğa doğal olarak dar gelen o avluda hiç sıkılmadan zil çalana kadar omuz omuza gevezelik eder, güler oynardık. Koca kara kış geçip te ilkbahar geldiğinde hepimizin içini adlandıramadığımız bir hüzün kaplardı. Öyle ya bir süre sonra, okulumuzdan, öğretmenlerimizden, arkadaşlarımızdan, hem de 3–3,5 aylığına ayrılacaktık.
Komşularımız
Ayazma İlkokulu’nu yeni bitirmiştim, yıl 1962. Evimizin hemen yanındaki sokakta iki katlı evin üst katında oturan, yüzündeki beniyle Belgin Doruk’a benzettiğimiz, ak tenli, aydınlık yüzlü, zarif, kibar öğretmenim Melahat Hanım (Berksoy), okul müdürümüz Akif Bey’le (Güner) mezuniyet diplomamı verirken, ben önümde koskoca, upuzun, umut, neş’e, keder ve bir yığın anıyla dolu bir hayatın başladığının farkında bile değildim. Sanki uzun yaz tatilinin bitiminde yine koşa koşa okuluma dönecek, arkadaşlarla hasret giderecek ve yeniden oyunlarımıza başlayacaktık, bıraktığımız yerden. Diplomalarımız ellerimizde Akif Bey’in yönettiği İstiklal Marşımızı hep bir ağızdan, coşkuyla söylerken, bunun o çatı altında söylediğimiz son marş olduğunu anlamamız için, o günün üzerinden 2 ay kadar geçmesi gerekiyordu..
Melahat Hoca’mın o evinde daha sonraki yıllarda, ben lisede okurken benim çok yakın arkadaşlarımdan Barbaros oturmuştu. Babası yanlış hatırlamıyorsam deniz astsubayıydı. Uzun boylu, sevecen yüzlü, bizi her gördüğünde durup hatırımızı soran son derece kibar bir adamdı. Annesiyse beyaz tenli, modern, bizlere sık sık börek, kurabiye yapan, son derece kibar bir hanımdı. Barbaros’un son derece afacan, sevimli bir erkek kardeşiyle (Bülent), uzun boylu, zarif ve de kibar bir kız kardeşi vardı, Belma. Barbaros kısa sürede bizimle kaynaşmış, Salacak Plajındaki, Şemsipaşa’daki haşarılıklarımızın, Ayazma Camii önündeki mahalle maçlarımızın, kukalı saklambaçlarımızın, birdirbirlerimizin, mahalle kavgalarımızın, Aypark, Bahar, Büyük Işık yazlık sinemalarındaki maceralarımızın güvenilir, değişmez bir elemanı oluvermişti. Çok sağlam, mert, güvenilir bir dosttu. Ama zaman öyle çabuk geçip gidiyordu ki, mahallemizde pek uzun kalmadılar. Bir gün Şemsipaşa Parkının hemen üzerindeki salıncakların orada hep beraber oturup laflarken Barbaros çıkageldi, yüzünden düşen bin parça. Babasının yanılmıyorsam Samsun’a tayini çıkmıştı, yakında gideceklerdi. Şoke olmuştum bir anda. Mahallede nispeten yeni olmasına karşın en yakın arkadaşlarımdan birini kaybediyordum. Hem de kimbilir belki bir daha görmemişçesine. Çok üzülmüştük, ancak gün geldi, Barbaros’la sarılıp, öpüşüp, nemli gözlerle ayrıldık. O gün tüm arkadaşlar bakışlarımızı sürekli birbirimizden kaçırıyorduk. Birbirimize yazmaya söz verdik, sözümüzü tuttuk da. Birkaç mektup, kartpostal vs. Ancak geçen zaman, sürekli yenilenen olaylar, sevinçler, üzüntüler, kısacası yaşam bizi birbirimizden kopardı. 71-72 yıllarıydı yanlış hatırlamıyorsam.
Sonraki yıllarda Barbaros yine ortaya çıktı. Bu kez o yılların iktidar partisinin gençlik kollarında çalışıyordu. Rahmetli Timur ağabeyim de aynı çalışmaların içinde yönetici olarak bulunduğundan arada sırada adı geçiyordu bu eski, kadim dostumun. Ancak siyaset yapmaya her nedense pek sıcak bakmadığım, evimizde babam ve ağabeyim gibi iki sıkı siyasetçi olmasına, hemen her gün, her saat siyaset konuşulmasına karşın ben hep kendimi bu konudan uzak tutmuş, soyutlamıştım. 1980 öncesiydi, ülkede terör giderek artıyor, ölüm haberleri, patlamalar, “kurtarılmış” şehirler, bölgeler, hatta üniversitelerde olaylar eksik olmuyordu. Mümkün olduğu kadar uzak durarak, katılmayarak, geçirmeye çalışıyordum bu süreci. Genç, delikanlı olmama, içimin kıpır kıpır kaynamasına rağmen, bu konulara karışmaya pek sıcak bakmıyordum. Bu parti işlerine girmiş bulunanlar da (tabi ki her parti üyesi teröre karışmış, bulaşmış değildi, teröre uzak kalarak siyaset yapmak isteyen hatırı sayılır sayıda siyasetçi de vardı) siyasi gündemin yoğunluğundan gündelik yaşamlarından, eski arkadaşlıklarından vs. ödün veriyorlardı. Barbaros da kendine yepyeni bir hayat kurmuştu. Liseyi bitirip üniversiteye girmiş, bir denizcilik firmasında görev yapan ve de siyasetle uğraşan, ama adam gibi siyaset yaptığına tüm kalbimle inandığım koca bir adam olmuştu. Uzaktan da olsa kendisini takip ediyordum.
O zamanki yaşamlar mahalle sınırlarıyla belirlenmişti sanki. Ayazma Mahallesi, İlkokulu, bakkalları, manavları, pastaneleri, fırınları, camileri, denizi, çay bahçeleri, yazlık-kışlık sinemaları, insanları hep bilinen, aşina olunan, tanıdığımız ve bizleri de ana babamızın adıyla, yaptıkları işle tanıyan esnafın, komşuların oluşturduğu bir dünyaydı yaşamımız. Koskoca İstanbul’da (ki koskoca olduğunu pek yakında anlamaya başlayacaktım) 1,5–2 km. karelik bir alanda binlerce insan son derece mutlu bir şekilde yaşantımızı sürdürüyorduk. Fakirdik, yoksulduk ama ne gam bizim bu küçük dünyamızda 1–2 aile hariç zaten hepimiz fakirdik. Aslında fakir olduğumuzun bile farkında değildik, öyle bir kavram bilmiyorduk, zenginlik adı verilen olguyla hiç karşılaşmamıştık, hiç görmemiştik ki. Dış dünyayı tanımıyorduk, kendi mahallemizden ötesini tanımak için daha zamana ihtiyacımız vardı.
Sokağın camiye bakan köşesinde Semih ve Serdarların evi vardı. Bizim gibi olmayan, ama olmaya çalışan, son derece terbiyeli, efendi çocuklardı. O ev yaşça bizden 1–2 yaş büyük olan Semihlerindi. İnce, narin sarı-kızıl karışımı bir çocuktu. Tom Miks, Teksas’ın yeni sayılarını hep onda görürdük, kendi okuduktan sonra bizimkilerle değiş tokuş yapardı. Babasını zaman zaman görürdüm, kısa boylu, ince Ayhan Işık bıyıklı, kumral, her gördüğünde mutlaka selam verip hatır soran son derece iyi bir adamdı. Eşi de aynı kendisi gibi ufak-tefek zayıf bir kadındı.. Annelerimiz görüştüğünden, Semih’in annesini arada bir annemin “misafir gününde” de görürdüm. Serdar ise yaşıtımdı. O da kumral ve Semih gibi son derece terbiyeli bir çocuktu. Uzunca boylu, irice, top peşinde koştuğunda hemen kızaran beyaz bir tene sahipti. Genelde Ankara’da oturuyorlardı, genelde diyorum çünkü bir dönem benimle aynı sınıfta okuduğunu hatırlıyorum. Daha sonra yaz tatillerinde görüşür olduk, okul yerine. Babası, gördüğüm ilk subaydı.. Uzun boylu, ciddi ancak bizleri görünce hemen yumuşayıveren, o sert yüzünü kocaman bir gülücük saran, sıkı bir adamdı. Sonraki yıllarda önce Serdar, birkaç yıl sonra da Semih ayrıldılar sokağımızdan, babasının tayini Anadolu’ya çıkmış diye duymuştuk Serdar’ın, Semih’ler ise o kocaman, çiçek dolu bahçeli evlerinden taşınıp gittiler. Kim bilir nereye? Uzunca bir süre o ev bomboş kaldı. Cami önünde yaptığımız maçlarda bahçesine top kaçtığında arkadaşlarımız aklımıza gelir, içimiz bir tuhaf olurdu. Sıcak yaz günlerinde üzerine yedi veren güllerin sarıldığı bahçe kapısının gölgesinde oturup laflardık. Gün geldi o gerçekten çok sevimli, dört tarafı bahçe ev de betona apartmanlara teslim oldu, yıkıldı gitti. Sokağımızdaki diğer tüm benzerleri gibi…
Tulumbacılar sokağında bildiğimiz tek zengin, sürekli top oynadığımız, mahalle maçları yaptığımız Ayazma Cami’nin önündeki meydanın hemen kenarındaki büyük ahşap evde oturan Merih ağabeylerdi. Yüksek kapısı ve duvarları nedeniyle evin avlusunu göremezdik ancak maç arası soluklanmak üzere oturduğumuz merdivenlerde sık olmasa bile bazen Merih ağabeye rastlar, bu uzun boylu, benim ve arkadaşlarımın ağabeylerinden farklı giyinen, kravatını takmayı ya da kolsuz süveterini giymeyi hiç ihmal etmeyen, kibar, her daim tıraşlı genç adamı saygıyla, dikkatle süzerdik. Bizi bazı geçimsiz, huysuz(!) amcalar gibi kapının önünden gürültümüz nedeniyle kovmaz, hep gülümser, hatırlarımızı sorar, saçlarımızı okşar ve de basamaklardan bizi kaldırmadan, rahatsız etmemecesine aramızdan yavaşça geçer ve karşı köşedeki Bursalıların 3 katlı ahşap evlerinin önüne, gölgeye park ettiği, koca kuyruklu siyah arabasına biner giderdi. Ebeveyni vardı, yanlış hatırlamıyorsam yine kendi gibi iyi ve temiz giyimli topluca bir babası, o da uzun boyluydu, ince zarif bir annesi ve de annesinin birebir kopyası bir kız kardeşi.. Seyrekçe çıktıkları yürüyüşlerinde, komşulardan birine rastladıklarında kibarca gülümserler ve selam verirlerdi, ancak durup konuştuklarına, ayaküstü sohbet ettiklerine hiç rastlamadım.
Zaten 7–8 yaşlarında bir çocuktum altı üstü, koşmak, oynamak, denize girmek dururken oturup mahallemin sosyo ekonomik, sosyo kültürel analizini yapacak değildim ya. Bu yazdıklarım üzerinden neredeyse bir ömür geçmesine karşın hala belleğimde canlılığını koruyan anılar. İşte 60’lı yıllarda “zengin” kavramından, küçücük bir çocuk olarak anladığımız buydu.. Ha bir de bayramlarda kapılarını çaldığımızda, her birimize verdikleri bembeyaz mendilleri, renkli jelâtine sarılmış, utanıp bir tane aldığımızda daha fazla almamız için ısrar ettikleri yuvarlak çikolataları ve de gümüşi, ince 1 liralıkları hiç unutmam. 1 lira deyip geçmeyelim, dünyalar bizim olurdu bu parayı görünce. (Simit 10 kuruştu o yıllar, gazete de 25 kuruş)
Sokağın diğer başında 3 katlı ahşap bir bina vardı. Bu ahşap, harap evde birkaç aile yaşardı. Bu ev bence sokağın en önemli evidir, bu nedenle anlatmadan geçemeyeceğim. Kalın, eski, ahşap, her zaman açık bir kapısı vardı. Bu kapıdan bir hole girerdiniz. Hemen solda 2. kata çıkan merdivenlerin altında, yazın kan ter içinde kana kana susuzluğumuzu giderdiğimiz basit bir çeşme vardı, bütün ev sakinlerinin su ihtiyacını karşılayan.
Sokak kapısının tam karşısındaki kapı ardında 3 kişilik bir aile barınırdı. Onun hemen solundaki kapı boş ve de loş karanlık, yer yer yıkılmış bir odaya açılırdı. Ahşap yüklük yerleri olan bu karanlık yerde oynamaktan hiç korkmazdık. Yıkıntı odanın sağ tarafındaysa, yukarı 2. kata çıkan merdivenler bulunurdu. Odadan geçince kendinizi küçük bir hol, yine kırık dökük, kapanması imkânsız bir ahşap kapı ve daha sonra da küçük, molozlu bir bahçede bulurdunuz. Ağustos sonlarına doğru lezzetli meyvelerini yediğimiz incir ağacı da işte bu bahçedeydi. Bahçe diyorum da, yıllar sonra düşündüğümde etrafındaki yıkık duvarlara bakılırsa, sanki burası, küçük de olsa bir odaymış gibime geliyor. Bu bahçenin bitiminde içi taş toprak dolmuş, üzeri yer yer otlarla kaplı bir harabe vardı, üzerinde oturduğumuz. Sanki bu harabe, o ahşap evin ayrılmaz bir parçasıydı. Yıllar geçip te okuma alışkanlığım, araştırmacılığım ve tarihe karşı merakım arttıkça, çocukluğumun tarihle iç içe geçtiğini öğrenmem beni daha fazla okumaya, araştırmaya yöneltti. İşte bu araştırmalarımda, üzerinde oyunlar oynadığım o harap ve metruk kalıntının Ayazma Sarayı’nın mutfağının, fırınının ve su deposunun bir bölümü olduğunu ve de Mimar Sinan eseri olduğunu hayretle öğrenmiştim.
Ahşap eve dönersek, o boş odanın hemen yanındaki, sokağa bakan bir penceresinin de bulunduğu ve de laz bir ailenin yaşadığı bir başka kapı vardı. Bu katı bitirip, musluğun üzerindeki ahşap, gıcırdayan merdivenlerden 2. kata çıkılırdı. Bu kat genişçe bir sahanlık, 3. kata çıkan genişçe merdivenin altına yapılmış uydurma bir mutfak, bitişiğinde tuvalet ve de sokağa bakan 2 büyük pencereli, genişçe bir odadan oluşuyordu. Sahanlığın solundaysa az önce anlattığım alttaki boş metruk odaya inen merdivenler. En yakın arkadaşım Doğan, ablası Makbule, ağabeyi Öcal, kardeşi Çiğdem ve annesiyle oturuyorlardı burada, babaları yoktu. Doğan ince uzun, çok becerikli, çok iyi bir arkadaştı, o yıllarda benim en iyi arkadaşımdı. Ablası Makbule abla Aytunç ağabeyimle akran esmer, karakaşlı, kara gözlü ve son derece güzel bir kızdı. Mahallenin bütün gençleri peşindeydi desem inanın abartmış olmam, ama ben onun biriyle birlikte olduğunu hiç hatırlamıyorum. Öcal ağabey bir gazete bayiinin yanında çalışırdı. Sabahları sayıları zaten 3–5 tane olan gazetelerden 10’ar adet alır, bükülmüş kalın bir kartonun içine yerleştir, bir iple bu kartonu boynundan geçirir ve sokaklarda “Gastee, gasteee” diyerek satardı. Daha sonraları sırf meraktan Öcal ağabeyin başını fena halde ütülemiş o da dayanamayarak bir süreliğine de olsa boynuma birkaç gazete takarak sokakta satmama olur demişti. 25 kuruştu gazete o zaman.
Çiğdem ise son derece zayıf, çöp bacak bir kızdı, bizden ufaktı. Zayıflığını ve sürekli olarak saçının önüne yaptığı atkuyruğunu (neden arkasına değil de önüne) hala hatırlarım. Annesi yanlış hatırlamıyorsam, sahildeki tütün fabrikasında (reci) çalışıyordu. İsmini hatırlayamıyorum, ancak bu kara kuru kadının onca çocuğa tertemiz baktığını, hatta oturdukları katın döşeme tahtalarını da bütün eskiliklerine rağmen arap sabunuyla tertemiz tuttuğu hala gözümün önündedir.
Binanın üst katında iki aile yaşardı. Merdivenleri dönünce hemen solda Murat, kardeşi Nurten ve yine tütün fabrikasında çalışan annelerinin yaşadıkları genişçe oda bulunurdu. Odanın girişinde hemen solda duvarda uydurma askılıkta birkaç kap kaçak, bir set ve üzerinde de gaz ocağı. Gazocağı zaten bütün annelerin en yakın yardımcısıydı. Üçayak üzerinde genişçe bir hazne ki içine gaz yağı konulurdu, bu üçayağın yükseltisinde de etrafında bir sürü delikçiğin bulunduğu bir başlık. Yani ocak. Kenarları hafifçe yükseltilmiş bu ocağın kenarlarına taşmayacak şekilde ispirto konulur ve de kibritle yakılırdı. O yana dursun, aşağıdaki haznenin yanındaki kolla sürekli pompalanır, gaz yağı ince metal bir borudan o delikli kafaya çıkar ve yanmaya başlardı. Bundan sonra üzerine yemekler konur pişirilir, sular kaynatılır bulaşık yıkanır, çay, kahve yapılırdı. Gaz ocağının işleme sistemi şimdiki piknik LPG tüplerinin hemen hemen aynıydı. Daha eski ama aynı teknik. Murat solak, zayıf, ancak son derece iyi futbol oynayan bir çocuktu, iyi de arkadaştık. Solaklığını özellikle belirttim çünkü maçlarda bu ayakla attığı çalımları yemeyen pek azdı. Nurten bizden bir iki yaş küçük, güzel bir kızdı, o da bizim gibi, mahalledeki diğer çocuklar gibi Ayazma İlkokulu’na gidiyordu. Murat’ın annesinin de adını hatırlayamıyorum ama o da çocuklarına son derece düşkün, temiz, titiz bir kadındı. Tekel’deki (reji) işinden çıkar çıkmaz çarşıya uğrar, evine elinde dolu filesiyle gelirdi. O yıllarda doğa katili poşet henüz icat (!) edilmediğinden bakkal, manav, kasaptan alınan bütün nevale bu ipten yapılma geniş delikli fileyle taşınırdı. Gazete kâğıdından yapılmış kese kâğıtlarına konan sebzeler, meyveler filelere yerleştirilir, rahatça taşınırdı. Avrupa, Amerika’da çoktan yaygın kullanımından vazgeçilmiş bu doğa katili poşetleri biz ne zaman terk ederek, filelere ya da büyük sağlam kese kâğıtlarına döneceğiz merak ediyorum.
Onların solundaysa evin sahibi (ki bunca anlatılandan sonra bu binaya ev değil de eski bir köşk demek daha yerinde olur kanısındayım)Mübeccel teyze, yaşlı annesi –herhalde vaktiyle köşkün hanımıydı- oğlu Halit ve kızı Nazan’la birlikte otururdu. 2 odaları, mutfak olarak kullandıkları bir başka odaları ve de kapalı tuvaletleri vardı. Annesini pek hatırlayamıyorum ama Mübeccel teyze son derece görmüş geçirmiş, medeni, okumuş bir kadındı. Zayıf fiziğine uygun son derece güzel giyinir, evimizin önünden her geçişte annem ve/veya babamla uzun uzadıya sohbet ederdi. Çocukları Nazan ve Halit te okuyorlardı. Ancak her ikisinin de ağabeylerimin akranı olmalarına rağmen bizim mahalleden birileriyle gezdiğini, oynadığını, görüştüğünü hatırlamıyorum. Bizimle, ailelerimizle, ağabeylerimizle yeri geldiğinde selamlaşırlar, konuşurlar ama pek görüşmezlerdi.
Bizim sokağın (Tulumbacılar Sokağı) hemen başı 4 yol, moda deyimle carrefour. Bu dört yoldan biri bizim evlere, biri Ayşe teyzelerin evine, biri Nuri ağabeylerin evine bir diğeri de caddeye Nihat ağabeyin kahvesine çıkardı. İşte bu kavşağın bir başında Mükerrer Hanım teyzenin şimdilerde yerinde ufak bir bahçe olan evi, diğerinde yani bizim sokağın başında alt katında arkadaşlarım Nebi ve Rebi kardeşlerin anne ve babalarıyla oturdukları ev, hemen karşı köşede Zeynep hanım teyzenin bahçesinin bir köşesi onun da tam karşı köşesinde Gaziantepli yağ tüccarı Fehmi Patpat amcaların 4 katlı konağı bulunurdu. Eşi Mahide Hanım Teyze annemin arkadaşı olduğundan bazı davetlere ben de gönülsüz de olsa katılırdım. Ailece de gidip gelmeler olurdu, hele sıcak yaz gecelerinde Mahide teyzenin kuyudan çıkardığı buz gibi Nil gazozlarının tadı hala damağımdadır. Son derece kibar görmüş geçirmiş insanlardı. Evin rengârenk ortancalarla dolu koca bir bahçesi vardı. Yıllar sonra bu değerli insanlar da Hakk’ın rahmetine kavuşunca oğulları Metin ağabey evi o yıllarda yeni yeni baş gösteren müteahhitlere vermiş kendisi de Fenerbahçe’ye taşınmıştı. Kader yıllar sonra bizi Metin ağabeyle karşı karşıya getireceğini o yıllarda hiçbirimiz hayal bile edemezdik, ama bir gün olan oldu ve bir olay bu karşılaşmayı gerçekleştirdi.
(DEVAM EDECEK)