Birkaç yıl evvel bir iş toplantısı nedeniyle Yunanistan’dayım. Fransa’daki divizyonunun Genel Müdürlüğünü yaptığım İtalyan Şirketi piyasaya yeni sürülecek ürünlerin lansmanı için tüm ülke müdürlerini çok sevdiğim ve de hiç yabancılık çekmediğim bu kentte, Atina’da toplamış. Bir hafta süren toplantıdan sonra 3 gün boşum. Burada 3 gün daha kalıp, her gidişimde ruhumu dinlendiren Santorini’yi yeniden gitmeyi planladım. Sağ olsun Costas, Yunanlı meslektaşım, bana yardımcı oldu, Atina’dan Santorini’ye gidiş-dönüş uçak biletlerim alındı, o ailesiyle sıkça gittiği için tanıdığı, bildiği bir otele rezervasyonumu yaptırdı. Adada 30’a yakın otel, apart otel ve sayısız pansiyon var ancak Katikies ve Perivolas en meşhurları. Katikies’te kalırdım hep, müthiş manzarası ve lezzetli ahtapot salatası ve özel kavlarda dinlendirilmiş Uzo’ları için. Costas bu kez ikincisinden yer ayırtmış, Perivolas’dan. “Bu oteli de bir dene, eminim çok beğeneceksin, geçen yaz biz hanımla kaldık bayıldık. Dün akşam Maria da bu konuda bana cesaret verdi” diyerek. Pek memnun olmasam da çaresiz teşekkür ettim Yunanlı dostuma.
Uçağa bindim, bir saat kadar sonra adanın üzerindeydik. Yunan Havayollarının bir geleneği var. Pilotlar ineceği yeri size mutlaka yukarıda tur atarak seyrettirip o nefis manzarayı tattırıyor, daha inmeden büyüleniyorsunuz. Neyse az sonra pasaport işlemlerimi halledip, küçük ama modern Santoron (Thira) Ulusal Havaalanının dışına çıkıyorum. Sıcak bir hava dalgası bir anda yüzümü yalıyor adeta. Hava gerçekten çok sıcak, henüz Mayıs ayının sonlarındayız ama adada turistler şimdiden mayo, şorta başlamış bile. Neyse az bir süre sonra, neşeli, sürekli konuşan, ada hakkında yarım İngilizcesiyle bilgi veren şoförün Mercedes taksisiyle bu kayalık adanın tepesine kurulmuş kasabasına ulaşıp, merkezdeki otelimde eşyalar dâhil herşeyin bembeyaz olduğu lüks odama yerleştim. Müthiş otantik bir mimari yapıya, muazzam bir manzara eşlik ediyordu. Havuz başı odalar dolu olduğundan bana ikinci katta bir oda ayırmışlardı. Küçük ancak insanın içini rahatlatan dekor, eşyalar ve bembeyaz rengiyle odama bir anda ısınıvermiştim. İki kişinin ancak sığabileceği, daha doğrusu kucak kucağa oturabilecekleri küçücük balkondan ufka dek uzanan lacivert denizi, aşağıda demirli lüks yolcu gemileri, irili ufaklı yatları, havada çığlık çığlığa uçan martıları seyrediyorum, buzlu viskimi yudumlarken. Herşey muhteşem, tertemiz deniz havasıyla dolduruyorum ciğerlerimi. Kısacası bu adada herşey sevgililer için, sevgililer adına yapılmış. Yok diyorum Alnur, şeytana uyma..
Eşyalarımı yerleştirdikten sonra, şort, tişört otelden çıkıp kiraladığım scooter’la adanın önceden bildiğim, beğendiğim tüm turistik yerleri dolaştım. Bu arada adanın denizi en iyi bölgesi olan Perivolos Beach’e de uğradım elbette, alışkanlık işte. Adı üzerinde hemen deniz kenarında son derece modern, samimi, kalabalık nefis bir tesis. Günün her saati tıklım tıklım. Siyah kumlu bir plaj, evet simsiyah kömür gibi bir kum. Buranın volkanik bir ada olmasından kaynaklanıyor. Bu renkte bir kum üzerinde yürümeye alışmayanlar, adaya ilk kez gelenler için garip bir duygu. Sahilde dizi dizi sıralanmış bir sürü modern beach club’ler daha var. Her birinden insanı rahatsız etmeyecek şekilde farklı müzikler geliyor. Bir şeyler atıştırmak ve buz gibi bir bira içmek amacıyla uğradığım SeaSide Lounge bu clublerin en iyisi. Bilindiği gibi bu adanın en önemli özelliği ve de güzelliği grubu. Ben dünyanın hiçbir yerinde bu kadar nefis bir gün batımına rastlamadım. Bu benim düşüncem, başkalarınkine de saygı duyarım. Ama o mavi beyaz tertemiz evlerin arasından o koyu lacivert denizde bir batışı var ki güneşin, aman Allahım. Muhteşem bir görsel ziyafet.
Bu töreni seyretmek için turistlerin hemen hepsi yanlarında eşleri, sevgilileri, ellerinde kameralar bulabildiği bir yere oturmuş vaziyette, gözler bir noktada sabit öyle bakıyoruz. Ben yalnızım tabii. Bu ne güzel bir duygudur bilir misiniz kendi kendine yetmek. Ben bayılırım, sıradışılığın göstergesidir. Elbette bir homongolos değilim, erkekten çok bayan arkadaşım var ama hareketli, bol insanlı mesleğim nedeniyle kendimi yorgun hissettiğimde başımı koyacak gerçek bir dost dizi bulamayınca kendi kendime yetiyorum. Kafamı dinliyorum, karışanım yok, istediğim zaman istediğimi yapıyorum, kısacası hürüm, bağımsızım, bağlantısızım. Düşünsenize parfümüm bile Calvin Klein’ın Free’si. Öylesine yani bu bağımsızlığa olan düşkünlüğüm. Harika bir şey. Birine, bir şeye sahip olabileceğinizi bildiğiniz, hatta buna emin olduğunuz halde yalnızlığı tercih etmek.. Bence muhteşem, inanılmaz bir özgüven veriyor insana. (Allah olmayanlara da versin..)
Neyse biz devam edelim hikâyemize. Herkes bu romantik ortamda aşkını fısıldıyor sevgililerin kulaklarına, sarmaş dolaş. İşte bu ritüelden sonra, yani güneş batıp da adanın ışıkları tek tük yanmaya başladığında karşınıza deyim yerindeyse tam bir Parliament Blue klasiği çıkıyor. Sigara için içmeyin, o markayı sevin ya da sevmeyin, o sigaranın reklâmlarında kullanılan mavi tonlu alacakaranlık capcanlı karşınızda. Çoğunluk oteline koşuyor akşam eğlencesine hazırlanmak için. Benim bekleyenim yok, acelem de. Bu güzelliğin keyfini çıkarıyorum gönlümce. Güneşi kızıl ufukta yolcu ederken puromdan koca bir duman çekiyorum içime. Bir anda gözlerim sulanıyor, öksürükten bunalırken yaşlarımı silmeye mendilim yetersiz. “Ya arkadaş diyorum kendime, çekme yavrum içine iyi ki yalnızsın yanında biri olsa rezil olacaksın valla, beceremiyorsun işte” sonra uzun uzadıya gülüyorum bu halime kahkahalarla.
Hayat, yaşamak ne güzel. Elbette ki herşey tozpembe değil ama elindekiyle yetinmek, onunla mutlu olmak da bir beceri. Daha henüz çocuk yaşlarda gittiğim gurbette çok yalnızlık, yokluk, sıkıntı çektim. Bazen herşeyi geride bırakıp dönmeyi veya oralarda izimi kaybettirip kendime yepyeni bir yaşam kurmayı düşünmedim değil. Ama sonraları şartlarım değişse mükemmelleşse de, kalmadım kalamadım oralarda. (İyi ki kalamamışım, tam 28 sene Paris’te değil miydin sen yahu?) Olmadı, olamadı, yapamadım, beni Türkiye’ye, İstanbul’a, Üsküdar’a çeken birileri, birşeyler vardı sanki. Kimbilir belki böylesi daha hayırlı olacaktı..
Neden sonra vurdum kendimi Santorini’nin o dar, kalabalık, gürültülü, kahkaha ve müziğin birbirine karıştığı sokaklarına. Buzuki dinleyip, sirtaki seyredeceğim bir taverna arıyorum, nerdeee.. Her yer hıncahınç dolu. Tek bir boş masa yok. Lokantalarda masaların neredeyse %90’ı iki kişilik hazırlanmış. Her şey, her yer çiftler, âşıklar için hazırlanmış adeta. Ancak itiraf etmeliyim ki, atmosfer büyüleyici. Yunanlılar eğlenmesini ve de eğlendirmesini çok iyi biliyorlar doğrusu. Daha şimdiden beyler, bayanlar bronzlaşmışlar bile. Bütün gün güneş altında yatıp kitap okumanın, arada bir kendini Ege’nin henüz ısınmamış sularına bırakmanın yorgunluğunu (!) burada müzik eşliğinde gülüp eğlenerek, Akdeniz/Yunan mutfağının birbirinden nefis mezelerini, balıklarını yiyerek atıyorlar. Atina’yı iyi bilirim, o tarihe kadar birkaç kez gitmişliğim, Plaka’da uzo’nun dibine vurmuşluğum, Büyükada’dan göçen Hristo’nun oğullarının Iraklis, Yanos, Panyot ve Christos’un işlettiği “İstanboli” adını verdikleri minik restoranında bizzat kendisinden eski İstanbul’u, uzak, eskimiş gençliğinin Büyükada’sını, doyumsuz mutsuz, elemli, kavuşmasız aşklarını dinlemişliğim vardır, gerçekten büyük zevk alarak. Ancak buradaki insanların da Atina’daki hemşerilerinden pek farkı yok, hatta daha da sıcak davranıyorlar insana. Eeee serde adalılık var tabi. Hepsi güler yüzlü, herkes lokantasına buyur ediyor, ama öyle yılıklık, önünü kesmeler, kolundan tutup çekmeler falan yok. Uzatmayalım, nihayet hemen yolun kenarındaki boş gördüğüm masalardan birine çöktüm. Oturur oturmaz başımda beliren orta yaşlı, sarma sigaradan kalın bıyıkları sararmış, güneşten kavrulmuş garson hemen masayı temizledi, yeni sakız gibi bembeyaz bir örtü serdi, üzerine de tabak, çatal kaşık, tuzluk vs. ne gerekiyorsa koydu. İşini bitirip İngilizce-Yunanca menüyü uzatıp, pantolonunun arka cebinden sipariş koçanı ve kalem elinde gülümseyerek beklemeye başladı. Ben menüyü iade edip masayı donatmasını söyledim, bir de kocaman bir deniz çuprası ısmarladım 20’lik uzoyla. Kısa sürede insanın hem gözüne hem de midesine hitap eden nefis soframda, kulağımda içeriden gelen canlı Rum müziği eşliğinde uzomu yudumlamaya başladım. Masam diğerleri gibi yola o kadar yakındı ki, gelip geçenlerin bazıları dayanamayıp mezelerden bir lokma alıp yollarına devam ediyorlardı. Eee oralarda adet böyle, biz de yaparız gerektiğinde Plaka’da. Boş gözlerle etrafı seyrediyorum. Kalabalık, her tavernadan yükselen farklı ancak neşeli Yunan müzikleri, tavernanın nispeten boş olan iç taraflarında müziğe eşlik edip dans edenler, oynayanlar, masaların arasından akan tip tip, çeşit çeşit insanlar.
O kalabalık arasında birden gözüm sarı uzun saçları ve yanık teniyle müthiş güzel bir kıza takıldı. Üzerinde bronz tenini, daha da belirgin kılan beyaz, dar mini bir elbise vardı. Afet, yanındaki kız arkadaşına birşeyler mırıldanıp masama yönelince çok şaşırdım. Geldi, teklifsiz uzanıp masamdaki dolu uzo kadehimi alıp kafasına dikti. Boş kadehi masaya bırakırken iri yeşil gözlerini dikip İtalyanca “Oturabilir miyim?” dediğinde bayağı afallamıştım. Birkaç saniye sonra şaşkınlığım geçince, “Çok isterdim ancak sevgilimi bekliyorum, birazdan gelecek” diye bir yalan atıverdim, kekeleyerek.. O yeşil gözler biraz hüzünlense de kibarca, “A çok üzüldüm dedi. Ancak sevgilinize çok şanslı bir hanım olduğunu söyleyin lütfen. Söz mü?” “Söz”. Yalanım da, bu son kelime de istem dışı çıkıvermişti ağzımdan. Yakan gözlerini benimkilerden ayırmadan “İyi eğlenceler, umarım başka bir yerde, başka bir zaman diliminde yeniden karşılaşırız” diye cevap verdi. “Umarım” dedim, gülümsedi bembeyaz dişleri o yanık bronz güzel yüzü bir anda aydınlatıverdi adeta. Masamdan uzaklaşıp kalabalığa karışan bu güzelliğin arkasından dayanamayıp baktığımda onun da aynısını yaptığını görünce allak bullak oldum, yeniden gülümsedi ve el sallayıp insan akıp giden insan seli arasında kayboldu.
Hayat ne kadar güzel, ne kadar tuhaftı diye geçirdim aklımdan. Ne tatlı sürprizlere gebeydi. Ancak kaderin asıl sürpriziyle o ana dek karşılaşmamıştım henüz. Az sonra o beklenmedik büyük an gelecekti, hem de bütün güzelliğiyle. Pişmanlık ve/veya adını koyamadığım bir duyguyla boşalan kadehimi yeniden doldurdum. Öylesine sıcak, samimi, büyülü, anlatılması çok zor ancak yaşanması gereken bir ortamdı ki. Yolun her iki yanında sıralanmış tavernalardan yükselen kahkahalar, müzik, eğlence, içki, mezeler, rahatlık insanın bütün stresini, yorgunluğunu almaya yetiyordu. Az önce yaşadıklarım çoktan unutulup gitmişti, maceraya gerek yoktu. Ortamı seyretmeye, keyif almaya başladım. İşte o anda hemen karşı tavernada, masası benimki gibi yolun hemen kenarında olan bir kadınla göz göze geldik. Yanında çocukları olduğunu tahmin ettiğim bir delikanlıyla, annesinin kopyası zarif güzel bir kız vardı. Çocuklar da arada sırada benim bulunduğum tarafa kaçamak bakışlar fırlatıyorlardı. Bu zayıf, zarif, kızıl saçlarını ensesinde topuz yapmış, iri mavi/yeşil gözlü, bakımlı nefis kadını bir yerlerden tanıyordum, ama nereden?
Onun da ısrarlı bakışlarından beni tanıdığı, ya da tanıdığı birine benzettiği belliydi. “Aman canım boş ver, bana ne” deyip kendi dünyama geri döndüm. Ama aklım takılmıştı bir kez. Ben bu yüzü nereden hatırlıyordum. Rahatsız olmasın diyerek arada sırada baktığımda, onun ısrarcı gözlerince hemen yakalanıyor, her seferinde utancımdan yerin dibine geçiyordum. Artık iyice mahcup olup bakmamaya karar vermiştim ki, yan gözle onun masasından kalkıp, akan kalabalığı yararak bana doğru geldiğini fark ettim. “Eyvah dedim içimden, işte şimdi tam rezil olduk. Rahatsız oldu bakışlarımdan galiba..” Oysa o kadar ürkek, korkaktı ki benimkiler, onun o cesur, ısrarlı bakışları yanında. Nedenini hala anlayabilmiş değilim ama kalbim heyecandan deli gibi atıyordu, o anda hissediyordum. Ancak O yaklaştı, masamın başında tam karşımda ayakta durdu. Heyecandan nefes nefeseydi. Biraz karşımda dikildikten sonra derin bir iç çektikten sonra tüm cesaretini toplayıp, titrek yumuşak bir ses tonuyla, “Oturabilir miyim? “ dedi. Bende mahcubiyet, şaşkınlık… Bir Yunan adasında Türkçe konuşan üstelik dakikalarca bulunduğu yerden bana bakan bir kadının masama oturmak istemesi aklımı allak bullak etmişti. Yutkundum, sesimin titrekliğini belli etmemeye çalışarak sandalyemden hafifçe doğrularak,
– Şeytabii, buyurun, dedim.
– Deminden beri sizi bakışlarımla rahatsız ettiğimi biliyorum. Özür dilerim. Ama ancak emin olabildim..
– Rica ederim.. Emin olmak mı?. Nasıl, niçin? Anlayamadım..
– Alnur, beni hatırlamadın mı?
– Siz, doğrusunu isterseniz şu anda öyle şaşkınım ki. Birine benzetiyorum ama çıkaramıyorum.
– Ben Nazlı. İlkokuldaki sıra arkadaşın (!).
İşte o anda filmin koptuğunu, içimden bir şeylerin hızlı hızlı hareket ettiğini hissettim. Aman Allahım, inanılmaz bir durumdu bizimkisi. 1963’te mezun olduğumuz Ayazma İlkokulundan yaklaşık yarım asır sonra ilk aşkımla, Türkiye’den çok uzaklarda, başka bir ülkede, hiç umulmadık akla gelmeyecek bir ortamda karşılaşmıştım. Hemen kalktım, uzun uzadıya, sımsıkı sarıldık birbirimize. İçimdeki çocuğun mucize isteği gerçekleşiyordu. Bana o tertemiz, pırıl pırıl çocukluğumu geri getirmişti bu rastlantı. Her şey filmlerdeki gibiydi, inanılmazdı. 50 küsur yılda her ikimiz de neler yaşamıştık, evlenmiştik bir kere, çocuklarımız olmuştu, işimiz, yeni yeni arkadaşlarımız, hayat standardımız kısaca pek çok şey değişmişti bu uzun süreçte. O hengâmede kaç kere düşünebilmiştik ki ilkokul arkadaşlarımızı. Annem hala o evde, Ayazma İlkokulunun karşısındaki doğup büyüdüğümüz evimizde oturduğundan, kendisini ziyaret ettiğimde ne zaman camdan baksam okulu görürdüm, çocukluk anılarım canlanırdı, durulurdum. Peki ya buraları çoktan terk edenler, ilkokulu bitirdikten sonra ebeveynlerine bağlı olarak başka yerlerde yepyeni yaşamlar kuranlar. Ancak bunların, her şeyin boş olduğu bir kırılma noktası vardı işte, tıpkı şimdi olduğu gibi.
Konuşmadan uzun süre öylece sarıldık birbirimize. Ayrıldığımızda onun o güzel gözlerinin de nemlendiğini fark ettim, benimkiler gibi, için için ağlıyorduk. Karşımdaki sandalyeyi çekip oturduğunda içimizdeki anlatması, anlaması çok zor fırtınanın ancak durulmaya başladığını hissediyorduk.
– Hiç değişmemişsin, hatta daha da yakışıklı ve karizmatiksin.
– Yok canım, yıllar beraberinde çok şeyi aldı götürdü. Ama sen doğrusu çok güzel bir kadın olmuşsun. Yıllar senin lehine çalışmış.
Sözlerimde son derece dürüsttüm, 40 küsur yıl önceki o duru çocuk güzelliği, yerini son derece bakımlı, alımlı bir kadına bırakmıştı. Üzerine tam oturmuş blucini, tişörtü vücudunun inceliğini ve zerafetini ortaya koyuyordu. Hafif makyajı, konuşurken rahatlığı, cümlelerinin düzgünlüğü, kendine olan güvenini yansıtmaktaydı. Yıldız Mimarlıkta okurken aynı okuldan bir çocukla evlenmişti, biri erkek iki çocuğu vardı. İstanbul’da oturuyorlardı. Orada ve Ankara’da çok önemli projelere imza atmışlardı eşiyle birlikte. Çok mutluydular, ancak eşinin yurt dışında bir iş gezisinde geçirdiği elim bir trafik kazası iki yıl kadar önce onu çocuklarıyla yalnız bırakmıştı. Nazlı çocuklarının tahsili bitene kadar Ankara’da oturmuş, sonra oğlu Onur yüksek lisans için Amerika’ya gidince, Bahar’la Bodrum’a gelmişlerdi. Gümüşlük’te yıllar önce, henüz eşi sağken, ilerde çocuklar iyice büyüdüklerinde oturmak için aldıkları geniş araziye projesini kendi çizdiği bir villa yapmış, kızı yüksek lisansını Ankara’da ODTÜ’de yaparken kendisi de Bodrum Gümüşlük’te, evinde yaşamaya başlamıştı. Sözlerini tam bitirmişti ki, uzun boylu yakışıklı oğlu ve annesine çok benzeyen, onun kadar zarif ve güzel kızı yanımızda belirdiler. Ben buyurun demek için yerimden doğrulurken, genç adam hemen elini uzattı.
– Merhaba Alnur Bey, ben Onur…
– Merhabalar bende Bahar..
– Hoş geldiniz, çok memnun oldum, oturmaz mısınız?
– Biraz oturalım, anne biz hesabı ödedik, Bahar’la şöyle bir dolanacağız. Sen nasıl olsa emin ellerdesin.
Bahar’ın gözlerinde işte o anda annesindekilerde az önce gördüğüm pırıltıyı yakaladım. Nazlı’nın sırdaşı olduğunu, birlikte pek çok şey paylaştıklarını anlatıyordu bu bakışlar. O da karşımdaki bu güzel kadın gibi bu inanılmaz tesadüfî karşılaşmadan en az annesi kadar şaşkın ancak sevinçli ve mutluydu. “İsminizi nereden bildiğimizi merak etmişsinizdir. Annem sizden öyle çok bahsederdi ki bize. İşte arkadaşlık şöyle kutsaldır, şöyle iyidir, sağlam dostluklar ömür boyu sürer falan diyerek. Ancak ben annemi çok iyi tanıdığımdan, büyüdükçe onun bu anlattıklarında sürekli sizin adınızı ön planda tutmasının arkasında arkadaşlıktan da öte bir şeyler bulunduğunu seziyordum.Siz annemin sadece ilkokul aşkı değil, ilk aşkıydınız da.” Gözlerimin içine bakarak konuşmasını sürdürüyordu. “Kısacası annem sizi hiç unutmadı Alnur Bey.. Hatta rahmetli babam da sizden epey payını almıştı. Ona bile sizden bahsederdi. Anlatırdı uzun uzadıya. Bizler zaman zaman sizi, Ayazma İlkokulunu, o ortamı öylesine merak ediyorduk ki… Ama annem haklıymış, burada sizi tanıdıktan sonra onun böylesine etkilenmesine bir kadın olarak hak veriyorum. Müthiş karizmatik, etkileyici, çekici bir erkeksiniz. Annemi tercihi için kutluyorum.”
Duyduklarımdan gururlanmak, utanmak bir yana karşımda ayakta duran annesinin güzelliğini almış bu ince, zarif kızı öylece dinliyordum, bakakalmıştım. Arada bir Nazlı’ya baksam da gerçekte gözlerimi karşımdaki çocuklardan, anlattıklarından alamıyordum. Büyülenmiştim adeta. Havadan sudan konuşmalardan sonra çocuklar bu kez beni ve annelerini yanaklarımızdan öperek, benimle en kısa sürede görüşmek dileğiyle yanımızdan ayrıldılar. Arkama dönüp baktığımda delikanlıların neşeyle fısıldaştıklarını gördüm. Mutlu olmuştum, ama gerçekte kafam karmakarışıktı.
Masada baş başa kalınca, sıra bana geldiğinden ben de kendimden, ayrıldığım eşimden, oğlumdan, işimden, akademik kariyerimden bahsettim uzun uzun. Konuşmamız derinleşip, romantikleşince O’na hatıra defterimi, yazdıklarını, fotoğrafını anlattım. Yüzüme muzip bir bakış fırlatarak, gülümsedi. Ve sonra uzanıp uzomdan koca bir yudum aldı, kadehi bana uzattı. Bir dikişte kalanı bitirdim. Beynimi delen bakışlarını gözlerime dikti. Yüzünde muzip, afacan bir ifade vardı şimdi. Onun da aklının karışık olduğunu hissediyordum. Duygularını bastırmaya çalışsa bile, bu kadar yakınken ve göz gözeyken bunu başaramayacağını her ikimiz de biliyorduk. Biraz gelen geçenleri seyrettikten sonra, bana dönüp, “Orada, o defterin yırttığım sayfasında ne yazdığımı merak ediyor musun?diye sordu. “Hem de yıllardır, çünkü bir türlü çözememiştim neler yazdığını.” Şişeyi alıp kadehime uzo doldurdu. Ufak bir yudum aldı, bir kez daha uzun parmaklı bakımlı iki eliyle ellerimi tuttu, gözlerimin içine bakarak; “Neydi, dur bakayım.. Sesinde bir muziplik vardı. “Hah tamam, hatırladım. Bana da bukıymetli defterinden bir sayfa..” İkimizde koca bir kahkaha attık. “Biliyorum öyle değildi yazdıkların..”. Birden gözlerinin nemlendiğini hissettim. “Tamam tamam kızma söylüyorum. Aynen şöyleydi. Alnur, seninle 5 yıl aynı sırada oturup, bir kez bile elele tutuşamamak bana ne kadar acı verdi bilemezsin. İşte aynen böyle..”
Öylece kalakalmıştım. İşte defterdeki bunca yıllık giz çözülmüştü. Bir şey söylememe fırsat vermeden “Ya sen benim defterime ne yazmıştın, söyle bakalım.” Hoppala, bu da nereden çıkmıştı şimdi. Nazlı’nın de bir hatıra defteri var mıydı ki? Neler yazmıştım acaba. Ben zaman kazanmaya çalışıyordum ama Allah’tan cevabı yine kendisi verdi. Yüzünü yüzüme iyice yaklaştırarak, hala nemli o koca mavi/yeşil gözlerini iyice açtı. Taze çiçek kokulu hafif parfümü, ortamdaki alkol kokusunu bastırdı o anda. “Tek bir cümle… “Nazlı sakın beni unutma, lütfen”.. Tek, ama bir roman kadar anlamlı bir cümle. Ya işte böyle, benim romantik aşkım.” Bu sıcak, gürültülü, canlı Santorini gecesinde hayatımın belki de ilk gizleri çözülüyordu, birbiri peşi sıra. Düşünceler kafamda gidip geliyor, söylemek istediğim pek çok şey boğazıma takılıyor, bir türlü dışarı çıkamıyordu. “İzinsiz elini tuttuğum için kızma lütfen, o koskoca 5 yılda cesaret edip yapamadığımız şeyi bunca yıl sonra yapmak istedim.” Bu sefer sıra bendeydi kadehi bir dikişte içtim. “İyi de yaptın Nazlı dedim. Ama hala inanamıyorum, biliyor musun? Nasıl olur, yıllar sonra, bambaşka bir ülkede.” Laf arasında ısmarladığımız ikinci uzo şişesini alıp kadehimi doldururken “Bu gece sakiliği bana yaptıracaksın galiba?” diyerek gülümsedi. Gülümseyerek kafamı salladım. Dolu kadehi bana uzatırken, “Hayatım bu kaderin bir hediyesi bize dedi.. Geçen yılları geri getirmek olası değil, her ikimizin de kendi yaşamları, sorumlulukları, aileleri, yavruları oldu. Ama şu anda hiçbir şey düşünmek istemiyorum, sadece sen ve ben, var mısın, haydi.. Çocukluk aşkımıza geç de olsa yıllar sonra gelen bu birlikteliği çok görmeyelim. Kaybettiklerimizi geç de olsa şimdi, şu anda kazanmak elimizde.
Cevap vermedim. Onu kendime çekip dudaklarından uzun uzadıya öptüm. Sıkı sıkı sarılmıştık birbirimize, o anda işte o anda çevremizdeki tüm yaşam, herşey durmuştu. Yarım asırlık bir sürenin hasretiydi bu ve bunu yaşamak her ikimizin de hakkıydı, hem de sonuna kadar. Birkaç kadeh içtikten sonra hesabı ödeyip kalktık. O gece sabaha kadar yıldızların altında el ele adanın bütün sokaklarını dolaştık. Kâh bir tavernada, kâh bir barda içtik, sarmaş dolaş dans ettik, sirtaki yaptık, hasretle deliler gibi öpüştük, şakalaştık, kahkahalar attık. Sokak kedileriyle oynadık, eşeklere binip yarıştık. Dediğim gibi zaman durmuştu ve şu anda dünya sadece bize, yıllardır birbirlerini umutsuzca arayan Melahat Hoca’nın o iki ufaklığına aitti. Saatler sonra gece bitip de kendimize geldiğimizde şafak söküyordu. Şimdi onun kaldığı otelin hemen önündeki geniş parkta ahşap bir bankın üzerinde, komşu adaların arasından güneşin doğuşunu seyrediyorduk. Akşam ensesinde topuz yaptığı o uzun sarı saçları açılmış başını omzuma koymuş, koluma girmiş, ellerimiz sımsıkı birbirine kenetlenmiş bir vaziyette hiç konuşmadan. Ne kadar sürdü bilmiyorum ama kendimize geldiğimizde güneş bir hayli yükselmiş ve seyrek de olsa sokaklar hareketlenmeye başlamıştı.
Birden doğrulup bana döndü, ince zarif elleriyle başımı iki yandan kavrayıp, yeşil/mavi gözlerini gözlerime dikti. Göz bebeklerinden içinde kopan fırtınaları hissedebiliyordum. Uzunca bir süre öylece kaldık, karşılıklı sarılmış bir vaziyette. Konuşmadan bakışıyorduk göz göze. İşte o bakışlarda geçen onca yılın hasretleri vardı.. Ve bu hasret bu gece, burada, bu şirin, romantik, güzel Yunan adasında sona ermişti. Hiç beklenmedik bir yerde, hiç beklenmedik bir ortamda. Dudaklarıma uzun ve kocaman bir buse kondurdu. Dakikalar sonra yeniden dönüp koyu lacivert denizi seyretmeye başladı, düşünceli gözlerle.. Gözlerindeki mutlu yorgunluğu hissedebiliyordum.
“Ayrılık vakti,dedi. Hayatımın en güzel gecesini yaşadım aşkım. Artık öylesine mutluyum ki. Bu gece yaşadıklarım, senin varlığını biliyor olmam, bana ömrümün sonuna kadar yeter. Yıllardır bildiğim, ancak gerçekleşmez korkusuyla kendime bile itiraftan kaçındığım içimdeki en büyük rüyam gerçekleşti bu gece. Seninle dolu dolu yaşadım bu gece. Bu bana yeter, artık Bodrum’da güneşin batışını seyrederken, senin de beni düşündüğünü bilerek ona gülümseyeceğim, sen yanımdaymışçasına. Evimin, işimin ve cep telefonlarımı verdim. Arada ararsan, sesini duyarsam sevinirim. Fazlasını isteyemem, hakkım var mı bilmiyorum, ama sesini duymak, nefesini hissetmek bile bana yeter. Ama söz ver, sık sık arayacağına, görüşeceğimize söz istiyorum senden.”. Hakkın var Nazlı’m, artık ikimizin de herşeye hakkımız var,seni buldum ya bundansonra birbirimizden kopamayız”diye cevapladım.
Daha fazla bir şey söylememe fırsat vermeden bana sımsıkı sarıldı, dakikalarca öylece kalakaldık. Ayrılırken dudaklarıma kaçamak bir buse kondurdu, kaçamak ancak ıslak bir buse. Ağlıyordu, birden arkasını dönüp hızlı adımlarla kaldığı otele yürüdü. Otele girene kadar ardından öylece bakakaldım. Dönüp yeniden banka oturduğumda yanaklarımdan süzülen damlaları hissettim. Ben de ağlıyordum. Bembeyaz bir kedi bacağıma sürünüyordu, mırıldanarak. Uzanıp kucağıma aldım, o sımsıcak bembeyaz kürkünü okşadım, yere bıraktığımda dönerek miyavladı ve bir anda kaybolup gitti. Anlatılmaz, tarifi imkânsız duygular içinde kalktım, sabahın ilk ışıklarıyla uykuya dalan adanın boş sokaklarında yürümeye başladım. Neler olmuştu bu gece? Boş bir bira kutusunu tekmeledim. 50 yılın hasretini, ayrılık acısını ondan çıkarmak istermişçesine..
Otelime döndüğümde uçağım bugün erken saatte olduğundan resepsiyona uğrayıp hesabımı kapattım, valizimi alıp hava alanının yolunu tuttum. Bir saat sonra uçağım kalkıp ada üzerinde turlarken orada, üzerinden yarım asır zaman geçmesine karşın, aşağıda beni hala seven, kurduğu hayatına karşın beni unutamayan ilk aşkımın olduğunu biliyordum. Yıllardır umutsuzca aradığım, geçen yıllarla bir daha asla göremeyeceğime inandığım, nerede nasıl arayacağımı bile bilmediğim o unutulmaz insanı kader tekrar karşıma çıkarmıştı. Her fırsatta arayacağım ve aradığımda beni en azından gerçek bir seven kadın, bir arkadaş, bir dost gibi bağrına basacak bir kalbin sahibi, artık hayatıma girmişti. Kim bilir belki de o, ben fark etmesem de hep oradaydı, hayatımdaydı, sabırla bu akşamı bekliyordu.
Atatürk Havalimanına indiğimde cep telefonumu açıp hemen onu aradım. “Ben deseni arayacaktım şimdi” dedi. “Ayın 27’sinde Ankara’da bir konferansım var. Sen de gel, oradanbirkaç günlüğüne Paris’e gideriz. Oradaki sensiz yaşamımı bir kez de oradaki yakındostlarımdan dinlemeni istiyorum.”“Tamam aşkım, çok sevindim, şimdidenkonferansta ve Paris’te neler giyeceğimi düşünmeye başladım bile.” “Çok sevindim ben herşeyiayarlıyorum. Seni seviyorum” dedim. “Ben de seni hem de çok,sıra arkadaşım.” Telefonu kapattığımda kendimi çok güçlenmiş hissettim. Hayatımdaki en büyük eksiklik dolmuştu şimdi. Otoparka yürümeye başladım. Yağmur çiseliyordu, İstanbul’un o güvenilmez havası kendini gösteriyor diye geçirdim aklımdan arabanın kontağını çevirirken.
Kuş cıvıltıları beynimin içinden geliyordu sanki. Gözümü açtığımda serçeler ve sığırcıklarla karşılaştım. Yaramazlar her gün belirli aralıklarla camın önüne koyduğum kuşyemi için kavga ediyorlardı, cıvıl cıvıl. Uykulu, boş gözlerle sisin örttüğü karşıdaki adalara baktım bir süre. Sabahtan beri yağan yağmur iyice hızlanmıştı. Damlaların camdan süzülüşünü seyrettim. Uyuyakaldığım camın hemen yanındaki rahat koltuğumdan doğruldum, neskafem buz gibi olmuştu. Yenilemek için mutfağa giderken, dışarıda kuşların cıvıltısı hala sürüyordu.