Konumuza başlamadan önce, hemen herkesin bildiği Reenkarnasyon inanışının anlamını bir kez daha hatırlayalım. Reenkarnasyon veya ruh göçü, ruhun sürekli olarak tekrar bedenlendiğine inanan spiritüalistlerin bu olaya verdiği addır. Reenkarnasyon kavramı Asya dinlerindeki tenasüh kavramından (ruh göçü) biraz farklı olmakla birlikte, benzerlik arz eder. Günümüzde ruh göçüne inanan insanların sayısı bir milyarı aşmaktadır.
Yaptığımız araştırmalarda, İslâm’ın gelişinden önce, bilindiği şekliyle tenasühün Arap Yarımadası’nda var olduğuna dair elimizde herhangi bir belge ve bilgiye rastlamadık. Bu inancın yayılmasında, daha ziyade ruh göçü fikirlerini içeren bazı Yunan felsefe eserlerinin çevrilmesinin ve fetihlerin etkili olduğunu düşünüyoruz. Fakat bu noktada, Kahtan Arapları arasında İslâm’dan önce geçerli olan bir uygulamadan da bahsetmek gerekiyor.
· Kahtani kelime manası itibariyle “yokluktan berekete” demektir. Diğer taraftan “Kahtan” Yemen’de bir kabile adıdır. Hatta bazı nesep âlimleri Arapları Adnanîler ve Kahtanîler olmak üzere iki ana nesebe ayırırlar. Cürhümlüler, Kahtanoğulları neslindendi. Hazret-i İsmail (as) Cürhümlüler’den kız alıp evlenmişti. Dolayısıyla Hazret-i İsmail’in (as) evlâtları ana tarafından Kahtanlılara dayanmaktadır. Bazı tarihçiler bu sebeple bütün Arapları nesep olarak Kahtani sayar. Hadislerde ahir zamanda geleceği haber verilen zevattan veya sıfatlardan birisi de Kahtani’dir. Buhari’ye dayandırılan bir hadiste, “Kahtan’dan bir adam çıkıp insanları asasıyla sevk/idare etmeden kıyamet kopmaz” denilmektedir.
İslâm dininin yayılması ile birlikte Mısır, Suriye ve Mezopotamya gibi pek çok eski kültür ve medeniyetlere beşiklik yapmış ülke ve beldeler peş peşe Müslümanların eline geçmişti. Fethedilen bu beldelerde, birçok din ve inanca mensup insanlar yaşıyordu. Farklı din ve inançlara mensup bu insanlar İslâm’a ısınmaya başlamalarına ve nihayet Müslüman olmalarına rağmen, eski bilgi ve inançlarını da kolay kolay zihinlerinden söküp atamıyorlardı. Nitekim İslâm kaynaklarında, Müslüman olduğu halde Tenasüh fikrine sahip birisi olarak tanıtılan Ahmed b. Habıt’ın (ö. 231/849) düşünce yapısında eski inanç ve kültür çevresinin birikimlerinin bulunması muhtemel gözükmektedir. Bu şahsın kimliği ile ilgili olarak elimizde ciddi sayılabilecek bir bilgi olmamakla birlikte, Tenasühü benimseyen yönüyle karşımıza çıkan isimlerden biri olduğunu görüyoruz.
Ahmed b. Habıt’ın (ö. 231/849)
İbn Hâbıt (veya İbn Hâit, bk. Hayyât, s. 107, 108, 110; Makrîzî, II, 347), hayatı hakkında kaynaklarda bulunabilen pek az bilgiye göre Basra’da yaşamış; ileride kendisiyle aynı görüşleri paylaşacak olan Fazl el-Hadesî ile birlikte Mu‘tezile ileri gelenlerinden Nazzâm’ın öğrencisi olmuş; daha sonra İslâm akîdesine aykırı görüşler ileri sürerek hocasından ayrılmış ve bu yüzden Mu‘tezile mezhebi mensuplarının dahi tepkisine mâruz kalmıştır.
· Mu’tezile, İslam dininde bir itikadi mezhep. Mu’tezile, kelime olarak “ayrılanlar, uzaklaşanlar, bir tarafa çekilenler” anlamına gelir.Müslüman olmakla birlikte yazgıyı yadsıyarak, kul, ettiklerini kendi yaratır diyen ve Tanrı’nın sıfatları konusunda sünnet ehli gibi düşünmeyenlerin felsefesi.
Ahmed b. Hâbıt’a göre biri kadîm olan Allah, diğeri yaratılmış olan İsa b. Meryem olmak üzere iki ilâh vardır. İsa Allah’ın oğludur. Kâinatı yaratan, insanları âhirette hesaba çekecek olan da odur. Bu görüşlerine Kur’an’dan destek arayan İbn Hâbıt, “Melekler saf saf olup rabbin geldiğinde…” (el-Fecr 89/22); “… onlar rabbinin gelmesini mi bekliyorlar?” (el-En‘âm 6/158); “onlar Allah’ın meleklerle birlikte bulut gölgeleri içinde gelmesini mi bekliyorlar?” (el-Bakara 2/210) mealindeki ayetlerde geçen “rab” ve “Allah” lafızlarıyla İsa’nın kastedildiğini, aynı şekilde, “Allah Âdem’i kendi suretinde yarattı” (kaynakları ve yorumu için bk. İbn Fûrek, s. 12-31) anlamındaki hadiste bulunan “sûret”in sahibi olan ilâhın, insan kılığına bürünmüş kadim kelime yani İsa Peygamber olduğunu savunmuştur.
İlkel toplumların ve Hint dinlerinin belirgin özelliği olan tenasüh inancının Ahmed b. Hâbıt’ın düşüncesinde büyük bir yer tuttuğu görülmektedir. Ona göre Allah kullarını daha önce, bulunduğumuz âlemin ötesinde başka bir âlemde akıllı, yetişkin ve sağlıklı olarak yaratmış, onlara kendini bilme özelliğini ve bütün nimetleri ihsan etmiştir. Daha sonra Allah’ın kendilerine bazı vazifeler yüklediği bu kullardan ilâhî emirlere eksiksiz uyan zümre nimetler âleminde bırakılmış, tamamen asi olanlar ise cehenneme atılmıştır. Bu emirlere bazen uyup bazen uymayanlarsa bir beden kalıbına konularak içinde bulunduğumuz âleme gönderilmiştir. İlk âlemlerindeki amellerinin değerine göre güzel veya çirkin bir canlının suretine konulan bu kimseler, ilk âlemdeki suç ve günahları ölçüsünde belâ ve sıkıntılarla imtihan edilirler. Ruhun saflığı kötülüklerle bozulduğu sürece çeşitli kalıplar içinde dünyaya geliş devam edecektir. Ahmed b. Hâbıt, bu düşüncesinin sonucu olarak beş âlem (dâr) kabul etmektedir. İlk ikisi nimetler âlemidir. Bunların birinde yeme içme ve cinsel hazlar bulunduğu halde diğerinde yalnız ruhanî lezzetler vardır. Üçüncü âlem, sadece azap yeri olan cehennemdir. Diğer iki âlemin biri kulların ilk yaratıldığı yer (dârü’l-ibtidâ), diğeri de içinde bulunduğumuz mükellefiyetler dünyasıdır (dârü’l-ibtilâ). Ahmed b. Hâbıt, Allah’ın görülmesi (rü’yetullah) ile ilgili hadisleri değişik bir şekilde ele almıştır. Ona göre görülecek olan zat-ı ilâhî değil, varlıkları şekillendiren (kendisinden şekillerin çıktığı) faal akıl veya aklü’l-evveldir. Yine ona göre Hz. İsa beden haline gelmeden önce “akıl”dan ibaretti. İbn Hâbıt, çok evliliği sebebiyle Hz. Peygamber’e ta‘netmiş(kötülemek, dil uzatmak) Ebû Zer el-Gıfârî’nin O’na nispetle nefsine daha hâkim ve daha faziletli olduğunu ileri sürmüştür.
Onun ve arkadaşı Fazlü’l-Hadesî’nin müştereken benimsedikleri bu görüşler, daha önce mensubu bulundukları Mu‘tezile dâhil, bütün Müslüman âlimler tarafından reddedilmiş, fikirleri İslâm’a, ilmî ve tarihî gerçeklere aykırı görülerek küfür sayılmış ve kendileri de lânetlenmiştir. Bazı kaynaklarda (bkz. Şehristânî, I, 60) Ahmed b. Hâbıt ile Fazlü’l-Hadesî’nin bu müşterek görüşlerini benimseyenlere Hâbıtıyye ve Hadsiyye denildiği kaydediliyorsa da tarihte böyle bir zümrenin varlığı tespit edilememiştir. Ahmed b. Habıt, Tenasüh akidesini savunmak konusunda yalnız değildi. Onunla birlikte, aynı bağlamda, kaynaklarda başka isimlerle de karşılaşıyoruz. Bunlar sırasıyla, Nazzam’ın talebesi ve İbn Habıt’ın arkadaşı Ahmed b. Eyyub b. Banuş(veya Nanus), meşhur Mutezili âlim Ebu Ali el-Cubba’i’nin (ö. 303/915) öğrencilerinden Ahmed b. Muhammed el-Kahti ve Abdülkerim b. Ebi’l Avca’ (Ö.160/776-7) ile onun yeğeni Ma’n b. Za’ide’dir.(ö. 151/768).Bağdadi, bu isimler dışında Ebu Müslim el-Horasani’yi (718-755) ve Nazzam’ın dostu Fedl el-Hadesi’yi de sayar. Bu arada Tenasühü savunanlar çerçevesinde, Mes’udi’nin de (Ö.346 H.) bazı isimler zikrettiğini görüyoruz.
· Müslim Abd-ur Rahman bin Müslim El-Horasanî, asıl adı Abd-ur Rahman’dır. Ebû Müslim künyesi ile tanınmış İranlı bir Müslüman siyasetçidir. Emevî Devleti’nin yıkılışı ve Abbasî Devleti’nin kurulması aşamalarında önemli roller üstlenmiştir.
· Mes’udi, Bağdat’ta dünyaya geldi. Eserlerindeki bazı ifadelerden hareketle 280 (893) yılı civarında doğduğu tahmin edilmektedir. Meşhur sahâbî Abdullah b. Mes‘ûd’un soyundan geldiği için Mes‘ûdî, Hüzeyl kabilesine mensubiyetinden dolayı Hüzelî nisbeleriyle tanınır. Hayatı hakkındaki bilgiler büyük ölçüde Mürûcü’ẕ-ẕeheb ve et-Tenbîh ve’l-işrâf adlı eserlerine dayanmaktadır. İbnü’n-Nedîm oldukça kısa yer ayırdığı Mes‘ûdî’yi Mağribî nisbesiyle kaydederse de (el-Fihrist, s. 171) bu doğru değildir.
Bütün bu isimler dikkate alındığında, Müslüman olduğu halde Tenasüh akidesini savunanların İslâm toplumu içerisinde çok küçük bir azınlık oluşturdukları, bir grup olmaktan ziyade münferit şahsiyetler oldukları anlaşılmaktadır. İsimlerini saydığımız bu insanların bir kısmı sapık fikirleri dolayısıyla bid’atçi (Asr-ı saâdet’ten sonra ortaya çıkan, şer‘î bir delile dayanmayan inanç, ibadet, fikir ve davranışlar hakkında kullanılan bir terim) kabul edilirken, Fadl el-Hadesi gibi bazıları da, bulundukları toplumdan uzaklaştırılmışlardır. Ayrıca bu isimlerin günümüzdeki gibi sistemli bir Tenasüh konusunda tam olarak anlaşamadıkları, kelamcı İsferayini’nin de ifade ettiği gibi, aralarında bu konuda önemli fikir ayrılıkları bulunduğu görülmektedir.
· Kelâm; İslam dininin inanç/akaid konularını irdeleyen ve tarihsel olarak bu çerçevede gelişen dini-felsefi kuram ve teorilerle ilgilenen ilim dalına İlm-î Kelâm denir. Bu anlamda kelâm imanla ilgili konu ve sorulara izah ve ispat getirme amacıyla geliştirilen teolojik felsefenin adıdır.
İslâm tarihinde, “ashâbu’t-tenâsüh”(Tenasüh taraftarları) terimi, Sumeniye, Maneviye, Sebeiye, Beyaniye, Cenahiye gibi Tenasühü savunan fırkalar ve yukarıda sayılan şahıslar için kullanılmıştır. Yukarıda saydığımız isimlerinden ayrı olarak, Tenasühü savunanlar arasında zikredilen bir başka isim de, felsefe ve kelamın yanında pozitif ilimlerde de birçok eser ortaya koyan ve ilaveten, tıpçı kimliği ile de şöhret bulan Muhammed b. Zekeriyya er-Râzî’dir (Ö. 313/925). Onun Tenasühü savunduğunu İbn Hazm’ın Kitabu’l-fasl’ından öğreniyoruz. Râzî, hayvanların kesilmesinin caiz olmasının onların hayvan suretli bedenlerden insan suretli bedenlere geçişlerini mümkün kılmak için olduğunu söyler. Ona göre, böyle bir şey mümkün olmasaydı, hayvanların kesilmesine izin verilmezdi. Dolayısıyla Râzî, hayvan ruhlarının insana, insan ruhlarının da – Amelleri kötü olduğu takdirde olsa gerek – hayvana geçişini mümkün gören bir Tenasüh anlayışını savunmaktadır.
Mezhepler tarihine dair en eski eserlerden biri kabul edilen “Et-Tenbih ve’rreddin” yazarı Malatyalı Şafii âlim Malati de (Ö. 377/987), söz konusu eserinde Tenasühü savunan fırkaları ve onların Tenasüh anlayışlarını zikreder. Örneğin, “Ashabu’t-Tenâsüh” içerisinde zikredilen Hululiye fırkasının ilginç Tenasüh anlayışı şöyledir; Allah, bedenler ve mekânlar/mahaller (emakin) üzerinde bir nurdur. Dolayısıyla, ruhlar kadim olan Allah’tan doğmuştur. Beden, kendisinde ruh, elem ve lezzetin bulunmadığı bir elbisedir. İnsan hayır ve iyilik işleyip öldüğünde, ruhu nimet içerisindeki (Na’im) bir ata, kuşa veya yine rahat içerisindeki bir öküze intikal eder. Bu bedenlerde bir süre nimetlendikten sonra insan bedenine geri döner, ama insan kötü amel işlemiş ise, öldüğünde ruhu sırtında yara olan bir merkebe “el-hımaru’ddebr” veya uyuz “cerib” bir köpeğe göçer. İsyan etmesinden dolayı bu bedenlerde bir müddet azap gördükten sonra yeniden insan bedenine döner. Dünya böyle gidiş gelişlerle sonsuza kadar devam eder.
Tenasühe inanan bir diğer Şii fırkası ise Carudiyedir. Bu fırka Tenasühü, ruhun insan bedeninden yine bir başka insan bedenine intikali şeklinde anlamaktadır. Onlara göre, kötü insanın ruhu elemli, hastalıklı bir insanın bedenine intikal etmektedir. Burada işlemiş olduğu kötülüğün karşılığı kadar bir ceza gördükten sonra nimet içerisindeki bir insanın bedenine intikal eder. Bu bedende daha önceki bedende kaldığı süre kadar kalarak nimete nail olur.
Dürzîlere göre, yeniden doğuş “Rebirth”, ölümün hemen arkasından gerçekleşir. Bu yeniden doğuşun gerçekleşmesinin ön şartı, ölünün ruhunun bir sonraki bedene geçişinin kolay olabilmesi için, ölmekte olan kişinin bulunduğu mekânda sessizliğin temin edilmesidir. Ölünün ruhunun yeni bedeni ise, dokuz ay süresince gelişmekte olan ve bir kadının doğurması ile ortaya çıkan bedendir, yani bebektir. Dürzîler, kendi toplumlarında ölüm oranının doğum oranından fazla olduğu durumlarda -ki birçok savaşta bu gerçekleşmiştir- Dürzî ruhların uygun fiziki bedenlerde doğabileceği bir bekleme süresinin ve bir bekleme mekânının olduğunu varsayarlar. Onlar için bu en uygun mekânın bazen Çin olduğu söylenir. Dürzî toplumu, kendilerini Allah’ın özel seçilmiş halkı olarak kabul ettiğinden, O’nun kendi sayılarını sürekli muhafaza edeceğine inanırlar. Buna bağlı olarak, ölüm ile yeniden doğuş arasında herhangi bir fasılayı kabul etmezler.
· Dürzîler; Orta Doğu kaynaklı Sâbiîlik ve Ezidilik gibi dinlerin etkisiyle, 11. yüzyıl’da İslâmiyet’in Şiîlik mezhebinin İsmâîlîyye kolundan köken alarak ortaya çıkmış olan tektanrılı bir dinî inanç topluluğudur. Bu dine inananlara Dürzî denir.
Nusayrilik de Tenasühü kabul eden inanç gruplarından biridir. Nusayrileri aşırı bir Şii fırkası olarak kabul edenler olduğu gibi, aslında Şii olmadıkları, ancak Şii Fatımi devletine bağlı olmalarından dolayı, kendilerini Şii gibi gösterdiklerini ileri sürenler de vardır. Nusayrilerin inancına göre, Hz. Ali aramızda yaşamaktaydı, cisimden cisme intikal etmek suretiyle şu anda güneşte karar kılmıştır. Bir mümin, yani bir Nusayri de, yıldızlar arasındaki yerini almadan önce kalıp değiştirmek suretiyle yedi mertebeden geçer ve bu geçişler esnasında günahlarından arınır. Gökyüzünde hâlihazırda parlayan yıldızlar, temizlenmiş, günahlarından arınmış ruhlar âlemidir. Şüphesiz, Nusayriler nazarında Hz. Ali’ye tapmayan, ona ibadet etmeyen kimse, yeniden doğduğunda köpek, deve, katır, eşek, koyun vb. hayvan suretinde gelir. Bir diğer rivayette ise, Nusayrilerin, Hz. Ali’ye tapmayan Müslümanların eşek, Hıristiyanların domuz, Yahudilerin ise maymun şeklinde geleceklerine inandıkları ifade edilir. Onlara göre, şeytanlar erkeklerin günahlarından, kadınların da şeytanların günahlarından türemiştir. Dolayısı ile Nusayriler, kadınları hakir görürler, dinlerinin öğretilerini onlara öğretmezler.
· İslam Mezhepleri Tarihinde aşırı ve batınî fırkalar arasında sayılan Nusayrilik’in kurucusu Ebû Şuayb Muhammed b. Nusayr en-Nemîrî’dir. Diğer batınî fırkalar gibi Nusayriliğin de tarihi oldukça gizlidir. Ancak, muhtelif nedenlerle eserlerinden bir kısmı elde edilebilmiş ve kısmen de olsa görüşleri tanınabilmiştir. Şîa kaynaklarında verilen bilgilere göre İbn Nusayr, İsnaaşeriyye imamlarından Ali en-Nakî, Hasan el-Askerî ve Muhammed el-Mehdî’nin imamet dönemlerine yetişmiş ve 270/883-884 yılında vefat etmiştir. Ali en-Nakî devrinde (250-254/835-868) adı geçen imamın ilahlığını, kendisinin onun tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu ileri sürdüğü, guluv (haddi aşmak) ve tenasühe yöneldiği, haramları helal saydığı nakledilmektedir.
Kendilerine mahsus bir dine sahip olan ve inanç esasları içerisinde, Tenasühü barındıran bir diğer oluşum ise, Yezidiliktir. Yezidilerin günümüzdeki lideri Mu’aviye b. İsma’il el-Yezidi, en büyük Yezidi cemaatinin Türkiye’de yaşadığını ifade eder. Yezidiler ayrıca Irak, İran, Sureyi, Ermenistan, Gürcistan gibi ülkelerde de yoğun olarak yaşarlar ve kendilerini Dürzîler, Nusayriler, İran’daki Parslar, Ehl-i Hak Cemaati ve Irak’taki Şabaklar ile aynı dini ve etnik kökeni paylaşıyor kabul ederler.
· Ebû Leylâ (Ebû Abdirrahmân, Ebû Yezîd) Muâviye b. Yezîd b. Muâviye b. Ebî Süfyân el-Ümevî (43/663 – 64/684) 43 (663). Babası I. Yezîd, annesi Ümmü Hâşim bint Ebû Hâşim b. Utbe b. Rebîa’dır. Kısa süren halifeliğinde önemli bir icraatının bulunmayışı sebebiyle kendisine “Ebû Leylâ” denilmiş ve bu künye ile meşhur olmuştur Muâviye’nin ömrü ve hilâfeti çok kısa sürdü. Kaynaklarda onun tahta çıktığı sırada on yedi-yirmi üç arasındaki bir yaşta olduğuna dair farklı rivayetler bulunmakta ve halifelik süresi de yirmi gün ile dört ay arasında gösterilmektedir. Ayrıca halifelik günlerini hasta vaziyette Hadrâ sarayında geçirdiği ve halkın huzuruna çıkamadığı, devletin idaresi ve imamlık göreviyle müşaviri Dahhâk b. Kays’ın ilgilendiği belirtilmektedir.
Kökeni ve gelişmesi tam olarak izah edilememekle birlikte, Yezidilik dini, eski putperestlik, Zerdüştlük, Manihaizm, Yahudilik, Hıristiyanlık ve özellikle Nesturilik, Sufilik, Rafizilik, Sabiilik, Şamanlık gibi birçok unsurun karışımı olarak kabul edilir. Müslümanlar nazarında, “Yezid” adından dolayı, nefretle karşılanmışlar ve “İslâm’ın Rafızîleri” olarak isimlendirilmişlerdir.
· Râfızîlik ya da Râfızîler; Şiîliğin İmâmiye-i İsnâ‘aşer’îyye, Şîʿa-i Bâtın’îyye ve Ghulat-i Şîʿa mezhepleriyle birlikte Hâricîler’in tümünü tanımlamakta kullanılan bir tâbirdir. Lügâtte; Râfızî kelimesi “terk eden, ayrılan, bırakan kimse” manalarına gelir.
Ancak, günümüzde onlar kendilerini hem Yezidi, hem de Azday halkı olarak tanımlarlar ve Zerdüşt’ün öğretilerini takip ettiklerini söylerler. İki kutsal kitaplarından bir olan ve Yezidilerin uyması gereken kuralları içeren “Kitabu’l-cilve’de” (Tecelli Kitabı/İlahi Açıklama Kitabı) iyilik tanrısı Melek Tavus şöyle der; “Kim benim buyruklarıma uyarsa, öbür insanlar gibi ölmez. Bu düşük dünyada hiç kimsenin, kendisi için belirlediğim süreden fazla kalmasına dayanamam; ama istersem, onu bu dünyaya iki kez, üç kez ya da daha fazla, geri gönderirim, ruhunu başka bedenin içine sokarak; bu evrensel bir yasadır”.
· Melek Tavus, Yezidilik inancında Tanrı Azda tarafından yaratılan ve kendisine evreni ve insanları yaratma görevi verilen Melek-Tanrı. Yezidi inancında Melek Tavus, insanları yarattıktan sonra kendi yarattığı insanlar önünde eğilmemiş ancak bu Tanrı Azda tarafından farklı yorumlanarak kibirli olduğu sanılmıştır.
Görüldüğü gibi, Tenasüh akidesi Yezidiliğin temel inançlarından biridir ve bunun Sabiilik’ten geldiği sanılmaktadır. Ruhların, Tenasüh yoluyla yaşamlarını devam ettirdiğine inanan Yezidiler, bazen ruhların hayvan suretinde de gelebileceğini kabul ederek hayvanlara saygı gösterirler.
Bektaşilikte de Tenasüh inancının mevcut olduğu ifade edilir. Bektaşilerin coğrafi olarak etkin oldukları alan, orta Anadolu’dan batıya doğru başlar ve Macaristan’daki Gül Baba Tekkesi’ni de içine alır. Bektaşiliğin merkezi ise, müze halinde kullanıma açık bulunan Hacı Bektaş-ı Veli Dergâhı’nı sınırları içinde barındıran Nevşehir’in Hacıbektaş İlçesi’dir.
· Gül Baba Tekkesi: Budin’de XVI. yüzyılda yapılmış türbe ve Bektaşî tekkesi. Budin’in fethinden az sonra, 1543-1548 yıllarında Budin Beylerbeyi Yahyâ Paşazâde Mehmed Paşa tarafından Horozkapısı dışında, Veli Bey ılıcası yakınında Gülbababayırı denilen bağlık bir yerde yaptırılmıştır. Evliya Çelebi, bu tekkenin Gazi Mihaloğulları’nın hayratı olduğunu bildirir. Yine Evliya Çelebi’ye göre Gülbaba, çiçekli bir bahçe içinde kurşun örtülü bir kubbe altında yatar. Sandukası yeşil çuha ile örtülü olup başında Bektaşî tacı vardır.
· Hacı Bektaş-ı Veli Dergâhı: Nevşehir’in Hacıbektaş ilçesinde Hacı Bektâş-ı Velî’nin (ö. 669/1271 [?]) türbesi etrafında teşekkül eden külliye. Bektaşîliğin “pîr evi” olan bu külliyenin tarihî gelişimi oldukça karmaşık bir yapı arzetmektedir. XIII. yüzyılın ortalarından XX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar uzanan geniş bir zaman dilimi içinde teşekkülünü tamamlayan bu yapı topluluğu, hemen bütün unsurları ile günümüze intikal edebilen nâdir tarikat külliyelerinden biri olarak Türk mimari tarihinde önemli bir yer işgal eder. Buna rağmen külliyenin bazı birimlerinin inşa tarihleri, bânilerinin kimliği ve zaman içinde geçirdikleri değişimler yeterince aydınlatılamamıştır
Bektaşi inancında, Azrail, ölüm esnasında insanların ruhlarını teslim alır. Bazı ruhlar vücutlarını kolayca terk ederken bazıları da vücutla sıkı sıkıya birleşmelerinden dolayı ancak bir mücadele ile bedenlerinden koparılabilirler. Ruh bedenden koparıldığında, hangi yaşam türüne sabitlenmiş ise, o türde bir cisimleşmeye, hulule uğrar. Yani, hayatı boyunca iyi vasıflara sahip olanlar Tanrı’ya yükselirken, kötü hayat sürenler yükselemedikleri gibi, bu fiziki dünyada kendi kötü kişiliklerine hapis olmuş bir vaziyette kalırlar. Bektaşiler nazarında, ölmek, “Bir diyardan diğer bir diyara göçmek taşınmak, kalıbı dinlendirmektir.” Ölmek; “Don değiştirmek”, “Donuna girmek”, “Kalıbı değiştirmek, gerçeklere karışmak, yürümek” olarak da tabir edilir. “Don” kelimesi, Bektaşi menakıpnamelerinde ruhun girdiği bedeni ifade etmek amacıyla Seyyit Battal Donu, Âdem Donu, Ali Donu vs. gibi terkipler şeklinde bolca kullanılmıştır. “Sır” kelimesi de beden değiştiren ruhu ifade eder ve Bektaşi-Kızılbaş metinlerinde Ali sırrı, sırr-ı Muhammed, Ata sırrı gibi terkipler halinde yer alır.
· Menâkıbnâme; velilerin, tarikat büyüklerinin ve şeyhlerin kerametlerini konu alan eserlere verilen addır. Bu eserlerde zaman, mekan ve tarih bulunmamakla beraber, içerisinde bulunulan ortamın gelenek, görenekleri ve inançları yansıtılır.
Bektaşilik de dâhil olmak üzere, Türklerdeki Tenasüh inancının kaynağının Budizm olduğu ve bu inancın tutunmasının başlıca sebebinin, Türklerde daha önce mevcut olan atalar kültürü olduğu belirtilir. Ancak, bu inancın kökenini Türklerin İslâmiyet’i kabulden önceki dönemlere götürmek mümkün görünmekle birlikte, aşırı Şii fırkalarda var olan hulul ile karışık vaziyetteki Tenasüh anlayışlarının da, Bektaşiliğin Tenasüh anlayışında derin etkilere sahip olduğunu kabullenmek durumundayız.
· Hulûl, cisimleşme ya da enkarnasyon, yaygın olarak Tanrı’nın görünüş alanına çıkması, evren ve insanla bütünleşmesi anlamında kullanılmaktadır. Hint inançlarına göre Tanrı Vişnu değişik dönemlerde değişik insanların şekline girer ve insanlara yol gösterir.
Nitekim tek bir ruhun bütün peygamberleri ve sonra da imamları dolaşması inancı, aşırı Şii fırkaların bir kısmında da mevcuttur. Hemen burada ifade etmeliyiz ki, İslâmiyet’i kabul eden hemen bütün toplumlar, önceki inançlarını tamamıyla terk etmemişler ve bu toplumlar eski inançlarının kalıntılarını yeni dinlerine de sokmuşlardır. Bize göre, Bektaşilikteki Tenasüh inancı bu bağlamda değerlendirilmelidir. Görüldüğü gibi, söz konusu Tenasüh şekli ile Hint anlayışındaki olgun, mütekâmil ruhun nihayette Nirvanaya ulaşması arasında bir fark yoktur. Nitekim bu inancın Budizm yolu ile Orta Asya’ya sirayet ettiği kabul edilince, İslâm’ın kesin muhalefetine rağmen, yüzyıllar boyunca nesilden nesile tanınmasında ve günümüz Bektaşiliği’nde de yaşatılıyor olmasında şaşılacak bir durum yoktur.
· Nirvana, Budizmde, her türlü isteklerden, duygulanımlardan, tutkulardan arınıp en yüksek ruh durumuna erişme. Nirvana, ölümden sonra değil, burada ve şu anda gerçekleştirilebilecek bir ruhsal aşamadır. İstek ve arzuların bitmesi, ıstırabın artık olmadığı bir iç dinginliğine, aşkın bir sevince ulaşmaktır.
Bu arada, Anadolu Selçukluları devrinde II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in (1221 ? – 1246) kötü yönetimine bağlı olarak Orta ve Güneydoğu Anadolu’da Baba İlyas Horasani’ye(Ö. 1240) bağlı Türkmenlerin isyanından sonra ortaya çıkan ve zamanla Sünniliğe uymayan bir biçimde gelişen dini-tasavvufi Babailik hareketinde de, Tenâsüh inancının bulunduğunu belirtmeliyiz. Bu inanç, diğer atalar kültü, dağ, tepe, taş, kaya kültleri; ağaç, su ve ateş kültleri; hulul ve metamorfoz (don değiştirme, yani ruhun sağken bir biçimden başka bir biçime yahut bir kalıptan başka bir kalıba geçmesi Tenasüh anlayışında şu hususlar dikkatimizi çekmektedir. Öncelikle, sayısız geliş ve gidişler mevcuttur.
· II. Gıyaseddin Keyhüsrev, 1237-1246 arasında Anadolu Selçuklu Sultanı. Sultan I. Alaeddin Keykubad’ın büyük oğludur. Babasının ölümünden sonra onuncu Sultan olarak tahta çıktı. Döneminde pek çok sosyal, bilimsel ve dinî kurum kurulmuş, büyük mimarlık eserleri inşa edilmiştir.
· Baba İlyas Horasani: Şücâ’ed-Dîn Ebû’l-Bekâ Baba İlyâs bin Ali el-Horasânî, 13. yüzyılda Bâbâ’îyye mektebi’nin Anadolu’daki Alevî-Caferî mektebine mensup olan Tasavvuf, yani Bektaşî önderlerindendir. Alevîlerin aşiret, yani soy geleneklerinde, Seyyid olan önderlerine Seyyid demekle beraber “Dede” veya “Baba” kavramları denir.
Öte yandan İslâm akidesinde kabul edilen haşir (kıyamet gününde ölüleri diriltip mahşere çıkarma), hesap, mizan, cennet ve cehennem gibi ahiret ile ilgili temel unsurlar reddedilmektedir. Bir başka önemli nokta da, burada sanki Kur’ân-ı Kerim’in, 7. A’raf, 179. Ayetinde geçen “İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta onlardan daha da sapıtmış durumdadırlar” (Ula’ike ke’l-en’ami bel hum edall) ifadesine üstü kapalı bir atıf bulunduğu yaklaşımıdır. Burada dikkat edilmesi gereken unsur, insanın sonu gelmeyen bir kısır döngü içerisine kıstırılmış ve insan iradesinin, gücünün, atılımcılığının, kısacası insanla ilgili her şeyin göz ardı edilmiş olmasıdır.
Şimdi, Hıristiyanlık ve Yahudiliğin, tekrar doğuş olgusunu nasıl değerlendirdiğini üzerinde durmak istiyoruz, bu dinler tekrar doğuşu kabul ediyorlar mı? Kabul etmiyorlarsa niçin etmiyorlar? Bu dinlere mensup insanlar arasında da tekrar doğuşu savunan ve buna kutsal metinlerden destek bulmaya çalışanlar var mı? Bu soruların cevaplarını daha net ve anlaşılır olması için, her iki dine ayrı başlıklar açmamız daha uygun olacaktır diye düşünüyoruz.
Hıristiyanlıkta Tenasüh Anlayışı
Öncelikle, Hıristiyanlıkta, İslâm inancına benzer şekilde, insanın işlediği her türlü kötülüğü cezalandıracağını ve işlediği her iyiliği mükâfatlandıracağını vaat eden adil, hâkim bir Tanrı anlayışının mevcut olduğunu belirtmeliyiz. Hıristiyanların “Baba” adını verdikleri Tanrı, “Ebedi”, her şeye muktedir, her şeyi bilen, evreni ve evrenin içerdiği her şeyi yaratan, her yerde hazır ve nazır, hayatı ihsan eden, merhametli ve bağışlayıcı, yüce ve fakat içkin (varlığın yapısına karışmış bulunan, varlığın içinde var olan), her şeye üstün rab, kıyamette tüm insanlığın adil yargıcı, ebedi mükâfatı veya cezayı veren tek varlıktır. Adil ve hâkim Tanrı, faziletli insanlara bu dünyada sıkıntı ve musibetler verebileceği gibi, kötü, azgın insanlara da nimetler verebilir. Ancak O, bütün bunların nihai hesabını ahrette görecektir. Buna göre, ölüm sonrasında ruh bedenden ayrılıp ahirete intikal ettiğinde, dünyadaki iyiliklerinin karşılığını alacaktır. Dolayısıyla, insan için yegâne çalışma ve imtihan yeri dünya olup artık öldükten sonra bir sevap ya da günah kazanma söz konusu değildir. Amelleri neticesinde cezayı hak edenler cehenneme, mükâfatı hak edenler ise cennete gideceklerdir. Hem cehennem hem de cennet, sakinleri için ebedi birer kalış mekânı olacaktır. Ayrıca, nimetlenme veya azap görme esnasında ruh ve beden birlikteliği esastır.
Görüldüğü üzere, bazı ayrılık noktaları bulunmakla birlikte, Hıristiyanlığın ahiret anlayışı, ana hatları ile İslâm’ın ahiret anlayışı ile uygunluk arz etmektedir. Reenkarnasyon fikrinin batı dünyasında ilgi görmeye başlaması aslında yeni bir hadisedir. Bu çerçevede, Batı toplumlarında reenkarnasyona duyulan ilginin son yıllarda yoğunluk kazanması birtakım sebeplere bağlanabilir. Bu sebeplerden birisi, geleneksel Hıristiyanlığın halkın muhayyilesi (hayal etme gücü) üzerindeki etkisinin giderek azalmaya başladığı iddiasıdır. İleri sürülen bir diğer neden, Batı’da aktif bir şekilde faaliyet gösteren Budistlerin ve Hinduların sayısının hızla artmasıdır. Üçüncü bir sebep ise, insanların ruh dünyalarıyla alakalıdır. Buna göre insanlar, mana bakımından daha yüce bir şeye ait olduklarını düşünerek bir arayış içerisine girmekteler ve sonuçta, “Bize ölümden sonra ne olacak?” sorusu ile hayatın anlamını, acı çekmenin sebeplerini soruşturmaya başlamaktadırlar. Onların bu arayış ve soruşturma çabaları, sonuçta, reenkarnasyon fikrine kapı açmaktadır. Bu arada, Yeni Ahit’in “New Testament”, İsa’nın ana öğretilerinin bazı bölümlerinin kaybolduğuna dair şüphe götürmez işaretler ihtiva ettiğini ve bu kayıp bölümlerden birinin de karma (yapmak, eylemek, bir fiilde bulunmak) ve reenkarnasyon ile ilgili olduğunu ileri sürerek bu konuda kitap dahi kaleme alan Hıristiyan yazarlar mevcuttur. Bu yazarlara göre, İsa’nın asıl öğretilerini içeren İncil metinleri asla kayda geçirilmemiştir. Kayda geçirilenler ise, ya sayısız Hıristiyan âlimlerin elinde değiştirilip tahrif edilmiş, ya da bu bölümleri tamamıyla gizleyen “İman Bekçileri”nin ellerinde kaybolup gitmiştir. Aynı şekilde, reenkarnasyon iddiasının Hıristiyanlığın önemli birtakım esasları ile çeliştiği ileri sürülerek, bazı noktalardan tenkide tabi tutulduğu da bir vakıadır. Bu noktaları şöyle özetlemek mümkündür: reenkarnasyon düşüncesi Hıristiyanlık’taki kurtuluş “salvation” inancının önemini azaltmaktadır. Yine bu düşünce, bedenin yeniden dirilmesi “resurrection” inancı ile çelişmekte olup beden ile ruh arasında tabii olmayan bir ayrımı gündeme getirmektedir. Tenkit noktalarından biri de, reenkarnasyon fikrinin, gerçekte İncil ayetlerinin açık ve net bir işareti olmadığı, ancak, daha ziyade çeşitli spekülasyonlar ile ispatlanmaya çalışılan bir fikir olduğudur. Bütün bunlara ilaveten, insanların geçmiş hayatlarını hatırlamamaları da reenkarnasyonun olmadığına dair ileri sürülen gerekçelerden bir tanesidir. Bir başka Hıristiyan yazara göre de, bu inanç, Hıristiyanlığın rahmet “grace”,kefaret “atonement”, İsa’nın günahkâr insanlığın affedilmesi için ölmesi ve nihayet İsa Mesih’in yeniden dirilmesi “resurrection” gibi esaslarına ters düşmektedir. Aynı yazara göre, reenkarnasyon, İncil’in şu açık hükmüne de terstir: “İnsanlara bir kere ölmek ve ondan sonra da hükmolunmak mukadderdir” (İbranilere 9: 27).
Bu arada, Hıristiyanlar arasında da, tıpkı Müslümanlar arasında olduğu gibi, bazı İncil ayetlerinin reenkarnasyona işaret ettiğini, İncil’in aslında söz konusu inanca karşı çıkmak şöyle dursun, onu destekler mahiyette olduğu görüşünü savunanlar da yok değildir. Reenkarnasyon inancını savunan Hıristiyanlar, kendi görüşlerini desteklemek için bazı İncil ayetlerini delil olarak kullanmanın yanında, bu inancın niçin son zamanlara kadar Avrupa’da bilinmediği ve Hıristiyanlığın niçin bu öğretiyi öğretmediği gibi soruları da kendi açılarından cevaplamaya çalışmışlardır. Ayrıca, Amerika ve Avrupa’da reenkarnasyon inancının insanlar arasında hızla yayıldığına dair bazı istatistiksel verilere de eserlerinde yer vermektedirler. Ancak, reenkarnasyonu savunan ve buna İncil’den destek arayışına giren bazı meslektaşlarını samimiyetsizlikle suçlamakta, onların İncil’in ve Hıristiyanlığın öğretilerini doğru olarak anlama ve özümsemeden uzak olduklarını söylemektedirler. Ne Hıristiyanlığın, ne de onun kutsal kitabının böyle bir öğreti ile uzlaşmasının mümkün olmadığını üstüne basarak vurgulamaktadırlar. Hıristiyanlık bağlamında bütün bu söylediklerimizi bir cümle ile özetleyecek olursak, reenkarnasyon inancının ana Hıristiyan akımları tarafından itibar görmeyen, kesin bir dille reddedilen bir inanç olduğunu söylemek durumundayız.
Yahudilik’te Tenâsüh Anlayışı
Yahudi teolojisinde de, Hıristiyanlıktaki anlayışa paralel olarak, iyinin mükâfatlandırıldığı, kötünün ise cezalandırıldığı bir ahiret inancı vardır. İyi olan cennete “gan eden” giderken, kötü olan cehenneme “gehinnom” gidecektir. Bir başka ifadeyle, ölüm sonrasında kişinin mezarda ve öte dünyada “olam habba” durumunun ne olacağı, bu dünyayı yöneten Tanrı ile arasındaki ilişkinin şekline göre belirlenecektir. Evrenin bir ve tek yaratıcısı olan tanrı “Elohim”, insanın bütün eylemlerinden haberdardır ve Tevrat’ın emirlerine uyanlara mükâfat verirken, emirleri çiğneyenlere de ceza verir. Dünyadaki hayat stresini tamamlayan kimse ölecektir ve yaptıklarının hesabını vermek üzere tekrar diriltilecektir. Bu Tevrat’ın ve Musa’nın kesin olarak ifade ettiği temel ilkelerden bir tanesidir. Yahudilikte bireyin kurtuluşunun, ayrılmaz bir biçimde Yahudi halkının kurtuluşu ile alakalı olduğunu belirtmeliyiz. Buna göre, vakit geldiğinde Tanrı’nın planı gerçekleşecek ve ölüler tekrar hayat bularak mezarlarından kalkacaklardır. Her ölü hayattaki bedenine, karakterine, davranış tarzına bürünecek ve Tanrı’nın karşısında “Bir bütün insan” olarak hesap verecektir. Ne var ki, iyi ve faziletli Yahudiler, Allah’ın nimetlerine kavuşurken, diğerleri azap çukurunda cezalarını çekeceklerdir. Bu dönemde, bağımsızlık, barış, iyi yönetim, adalet, doğruluk, zenginlik, mutluluk gibi bütün iyi ve güzel şeyler tadılacaktır. Ama yalnızca Yahudiler. Tanrı’ya inanmayan Yahudiler de dâhil olmak üzere diğer bütün insanlar, bu nimetlerden mahrum kalacaklardır. Görüldüğü gibi, Yahudi eskatolojisinde her birey nihai olarak kendi ameli ile ya kurtulacak ya da lanetlenecektir. Ahiret için birey yeniden diriltilecek, iyiler saadet yurduna, yani cennete giderken, kötüler cehennemde, yani azap yurdunda kalacaklardır.
· Eskatoloji, teoloji ve felsefenin bir bölümüdür. İnsanlığın nihai kaderi veya dünya tarihini sonuçlandıran olaylar, daha kaba bir tabirle dünyanın sonu ile ilgilenir. Birçok din, öğreti veya kültte dünyanın sonu gelecekte olacak bir olay olarak kutsal metin, mit veya folklorda belirtilir.
Bununla birlikte, Yahudilikte reenkarnasyonun bulunduğunu iddia edenler de vardır. Hemen belirtmeliyiz ki, Eski Ahitte reenkarnasyon doğrudan zikredilmemektedir; fakat reenkarnasyon iddiasında olanlar, bazı ayetleri delil olarak kullanmaktadırlar. Her küçük çocuğun, bir atanın ruhuna sahip olduğu hususunun Ortodoks Yahudiliğin temel bir inancı olduğu ileri sürülür. Hatta Âdem’in Davud olarak yeniden doğduğunun Talmud’da bulunduğu iddia edilir. Yahudi mistik geleneğinde, yani Kabbala’da (Kabbalah) ciddi bir eğitim almış, kutsal literatürdeki kıssaların ve mistik kıyazların özüne vakıf olanların, bu kıssalarda tekrar doğuşa “rebirth” referans bulabilecekleri söylenir. Hatta kabalistler, reenkarnasyonun Yahudi kutsal metinlerinde açıkça destek bulduğunu iddia ederler. Bu arada bütün Yahudilerin Kabbala’ya inanmadıkları gibi, reenkarnasyonu da kabul etmediklerini vurgulamalıyız. Kabala, eğer kişilerin dünyevi hayatı normalde kısa sürmüş veya aniden kesilmişse, çok geçmeden yeniden döneceklerini öğretir. Bu çerçevede, II. Dünya Savaşı’nda öldüğünü ve yeniden dirildiğini söyleyen Yahudilere rastlanmaktadır. Diğer taraftan, yirminci yüzyıl Yahudi mistisizminin en tanınmış düşünürlerinden biri kabul edilen Gershom Scholem (1892 yılında Berlin’de doğan ve de 1982 yılında Kudüs’te ölen Yahudi tarihçi ve de filozoftur. Kabbalah üzerine çalışmalarıyla tanınır) ise şöyle der;“ Yahudilik’te gilgul (reenkarnsyon) doktrininin varlığına dair kesin bir delil yoktur. Talmud’da da ona bir atıf yoktur”. Talmud’da tekrar doğuşa herhangi bir işaretin bulunmadığı, Encyclopaedia Judaica’da da kesin bir dille ifade edilir. Bu öğretinin bazı Yahudi çevrelerde kabul görmüş olabileceği kabul edilmekle birlikte, bunun muhtemelen Hint felsefelerinden, Maniheizmden, Platonculuktan ve Orfik öğretilerden etkilenmenin bir sonucu olabileceği ihtimali üzerinde durulur.
· Mani dini ya da Maniheizm, 3. yüzyılda Pers İmparatorluğu içinde, Mani tarafından kurulan ve kısa sürede hızla büyük bir coğrafyaya yayılan bir din. Kutsal kitapları Arzhang’dır. Mani dini en parlak dönemini 8. yüzyılda Uygur Devleti’nin millî dini olarak ilan edilmesi ile yaşamıştır.
· Platonizm ya da Platonculuk, genel anlamda, Platon’un kurduğu ve daha sonra takipçileri tarafından geliştirilen felsefe öğretisi. Bu düşünce duyular dünyası (idealar dünyası) ile gerçek dünya arasındaki karşıtlığa dayanır.
· Orfik; Eski Yunan felsefesinin teşekkülüne ve bilhassa Pitagor, Eflâtun gibi filozoflara geniş tesirleri olmuş, M.Ö. 6. asırda gelişmiş bir din, gizli bir tarikat. Aynı zamanda kelime Orpheus (Orfüs) denen efsanevî bir şarkıcının isminden gelir. Bu dinin tanrısı Dianysos adı verilen ve Trakya’dan gelmiş olan, sermestlik ve sarhoşluk hallerini takdis adı verilen bir efsane tanrısıdır. Bu dinin müntesipleri ayinlerini muayyen bir cezbe ve sarhoşluk halinde yaparlar ve kadınlar ancak bu halde tanrılarla birleşebilir. Efsaneye göre bu tanrı önce ölmüş ve sonra tekrar dirilmiştir. Böyle bir tasavvura inanan kimse de bu tanrının akıbetine ortak olur. Bu akide, Orfik dinin esasını teşkil ettiği gibi, bu dünyayı, önceden yaşanmış bir hayatta işlenen suçların cezalarının çekildiği bir hayat, çile çekme yeri olarak anlamağa, ruhun tekâmül ve istihalesine yani bedenden bedene dolaşarak arınmasına da imkân verir. Orfik dinine muvazi olarak gelişen ve Pisagor ile Eflatun gibi filozoflarca da benimsenen Tenasüh fikrinin gelişmesinde ve yayılmasında, bu dinin rolü olmuştur. Çünkü bu dinde de aynı inanç mevcuttur. Bu da insanın zıt elemanların terkibi olarak çifte mahiyeti kavramına bağlıdır. Tenasüh fikri ruhların tekzip ve tasfiyesinde kullanılmıştır. Orfik dininde ulûhiyet ile birleşmek, ruhun da bedenden kurtulması esas gayedir. Zira beden ruhun mezarı olarak kabul edilir, bu yüzden de onun, kir ve ihtiraslarından kurtulmak için ve manevî har yatını hazırlamak için rehberlik ve tarikata girmek (initation) zarurî görülür. Bütün gizli ayinlerinde bu intisabın ölüme bir hazırlık olduğu esas fikri hâkimdir. Bu din yahut tarikat ayrıca, Yahudi Essenist anlayışına, Gnostisizme, oradan da Hıristiyan doktrinine tesir etmiştir.
· Gnostisizm, Antik Mısır hermetizmini, Antik Yunan ezoterizmini, İbrani geleneklerini, Zerdüştçülüğü, bazı Doğu geleneklerini ve dinlerini, Hıristiyanlığı eklektik bir tutumla sentezleyen, birçok tarikatın benimsediği mistik felsefeye verilen genel addır.
· Mutezile; İtikadî meselelerin yorumunda akla ve iradeye öncelik veren kelâm mezhebi Sözlükte “ayırmak, uzaklaştırmak” anlamındaki azl kökünden sıfat olan mu‘tezile kelimesi “uzaklaşan, ayrılıp bir köşeye çekilen” demektir. Mu‘tezile adının ilk defa ne zaman ve kimler için kullanıldığı konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bir anlayışa göre Hz. Ali’nin hilâfete getirilmesi (Zeynüddin İbnü’l-Verdî, I, 239) veya Muâviye ile anlaşmazlığa düşmesi (Nevbahtî, s. 5; Taberî, IV, 496-497; V, 142) yahut Hz. Hasan’ın hilâfeti Muâviye’ye terketmesi (Ebü’l-Hüseyin el-Malatî, s. 36) üzerine hiçbir tarafı desteklemeyen gruplara Mu‘tezile veya Mu‘tezele denmiştir (Nallino, s. 186). Diğer bir anlayışa göre ise Mu‘tezile ismi, aşırı uçlardan uzak durduklarını ifade etmek için kendi mensuplarınca tercih edilmiştir; ayrıca “i‘tizâl” kavramı Kur’an’da müsbet mânada kullanılmıştır (el-Kehf 18/16; Meryem 19/48). Resûl-i Ekrem’e ümmetinin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını, bunlardan sadece Mu‘tezile’nin kurtulacağını ifade eden bir hadis nisbet edilirse de (Kādî Abdülcebbâr, Fażlü’l-iʿtizâl, s. 165-166; İbnü’l-Murtazâ, Ṭabaḳātü’l-Muʿtezile, s. 2) hadis kaynaklarında böyle bir rivayete rastlanmamıştır. Ebü’l-Kāsım el-Belhî, Mu‘tezile’nin büyük günah işleyen kimseyi kâfir veya mümin değil fâsık sayması sebebiyle bu adı aldığını kaydeder (Ẕikrü’l-Muʿtezile, s. 115).
Hatta bazı Yahudilerin Mutezilenin felsefi ilkelerinin cazibesine kapılarak, bu düşünceyi oradan taşımış olabilecekleri de ihtimaller arasında zikredilir. Hemen belirtmeliyiz ki, Mutezili bazı şahısların –Ahmed b. Habıt, Ahmed b. Muhammed el-Kahti vb. gibi-Tenasühü çağrıştıran görüşleri bulunmakla beraber, mezhep olarak Mutezilenin böyle bir anlayışı yoktur.
Sonuç olarak, yukarıda belirttiğimiz bazı Yahudiler hariç, reenkarnasyonun, Yahudi nüfusunun çoğunluğu tarafından kabul edilmediğini, Eski Ahit’te reenkarnasyonu destekler mahiyette çok açık ve net ayetlerinde de bulunmadığını belirtmeliyiz.