Aşağıda ele alacağımız konuyu Kitaplı Dinlerden yani İbrahimi dinlerden biri olan, Sami kökenli Yahudilikten aldık. Kitab-ı Mukaddes’le ilgili hatırlayacaksınız önceki yazılarımızda geniş ve detaylı bilgiler aktardığımızdan, konunun o yönüyle ilgilenmeyeceğiz bu kez. Yahudilerin ilahi kitabı, mucizelerle en fazla yoğrulmuş Kutsal Kitaptır. Neredeyse baştan sona mucizelerle, inanılmaz/karmaşık olaylarla, mantık yoluyla açıklanması zor anlatılarla doludur. Tevrat’ın yazılımıyla ilgili ilerleyen bölümlerde kapsamlı ve belgeli açıklamalarda bulunduğumuzda, konu daha da aydınlanacak. Hz. Musa her ne hikmetse peygamberler içinde en çok mucize getiren/gösteren peygamberlerden. Malum; Mucize, bilimsel yasalarla açıklanamayan ve ilahî güçlere mal edilen, inananları tarafından hoş karşılanan, sıra dışı olay diye tarif ediliyor. Peki bize mucize olarak tanıtılan bir olayı günümüzde bilimsel yasalarla gerçekleştirebiliyorsak ne olacak? Veya bir peygamberin gerçekleştirdiği iddia edilen bir mucizenin(!) günümüzde dünyanın herhangi bir yerinde bir doğa olayı şeklinde tekrar tekrar yaşandığını bilip, görüyorsak o zaman nasıl davranmamız gerekiyor? Sorular sorular.. Haydi başlayalım…
Exodüs Olayını genelde herkes bilir. Hani şu Yahudilerin bin bir maceradan sonra Mısır’dan çıkış hikâyesi. Eski Ahit’te en ince ayrıntısına kadar anlatılmıştır. Doğrudur orada anlatılmıştır anlatılmasına da, Amorlulardan kaçarak Mısır’a gidip orada 430 yıl boyunca gözlerden uzak bir biçimde, kendilerinden tarih sahnesinde hiçbir haber alınamayan, yaşayıp yaşamadıkları hakkında tarihi kesin hiçbir bilgi bulunamayan milyonluk(!) bir kalabalığı Mısır’dan öyle kolay kolay, herhangi bir tarihi belge/kayıt olmadan çıkaramazsınız.
Yahudi tarihinde tüm anlatılanlar her ne hikmetse bir hayli tartışmalara, araştırmalara, yorumlara neden olduğundan, günümüz Yahudi araştırmacıları kendi aralarında da bu tarih konusunda (430 yıl) farklı görüşler ileri sürerler. Mesela saygın bir site olan Sevivon.com., Yahudilerin Mısır’da kalış süresi 210 yıldır diyerek son noktayı koymuştur.
Ayrıca günümüzden 3500 yıl önce bilinen dünyanın nüfusu birkaç bin kişi civarındayken, kavgasız gürültüsüz yerleşilebilecek verimli topraklar bomboş dururken “İlle de Kenan Eli” denilmesine, bu konuda ısrar edilmesine bir anlam vermek oldukça zordur.
Hikâye kısaca şöyledir. Mısır’a gelmeden önce Yahudiler Kenan Diyarı’na gelirler. Kenan Diyarı; Şeria (Ürdün) Nehri’nin batısındaki Antik Filistin topraklarına İbrahimi dini metinlerde verilen isim. Bu bölge günümüzdeki İsrail, Filistin ve Lübnan toprakları ile Ürdün, Mısır ve Suriye’nin kıyı kesimlerini kapsamakta. Belki ilginizi çekebilir burada kısa bir bilgi aktaralım. Bugün Mısır Kenan arası tam 1681 km.dir. Mısır’dan Çıkış’ı (Exodüs) okurken lütfen bu mesafeyi aklınızda tutun.
Ama o dönemde bölgeye hâkim olan ve Filistin’in ilk halkı olarak bilinen Sami ırkına mensup güçlü kabilelerden Kenaniler ile baş edemeyerek Mısır’a göçüyorlar. Elbette Yahudi tarihinde anlatılanlar, buraya sığamayacak kadar uzun, özetliyoruz. İslami kaynaklarda İsrail (Beni İsrail) Hz. Yakub’un oniki oğlunun Hz. Yusuf zamanında gelip Mısır’a yerleşmesiyle Yahudilerin Mısır’la yeniden tanışmasını anlatır. Yeniden diyoruz zira Tevrat’a göre Yahudilerin büyük atası Hz. İbrahim(Abraham, Abram, Abraam), ki o sıralarda Kenan İli’nde yaşamaktaydı, orada kuraklığın baş göstermesi üzerine yanındakilerle Mısır’a göçecek ve orada yaşamaya başlayacaktır. İşte bu İsrailoğullarının Mısır’la ilk kez tanışmaları. Yakub oğlu Hz. Yusuf zamanındaki Mısır göçü ikinci göç.
VAAT EDİLMİŞ TOPRAKLAR
Bu vaat edilmiş toprakların neresi olduğu konusu günümüzde bir hayli farklı görüşlerle izah edilmektedir. Öncelikle; Patriarklar (Ata)(1) İbrahim ve Musa’nın Kutsal Kitap anlatılarında Kenan veya “Müjdelenen” ya da “Vaat edilen” topraklar (2), İsrailoğullarının gerçekten yerleştiği bölge (3) ile nihayetinde Yahudi kanunu Halaka doğrultusunda tanımlanan ülke arasında bir ayrım yapmak zorundayız.
(Halaka, Tevrat sonrası çağlardan beri dünyanın her yerinde Yahudi hayatına rehberlik etmiş olan kanundur.AC.)
Bu bölgelerin üçü de İbranicede “Eretz Yisrail”(İsrail Diyarı) şeklinde aktarılabildiğinden karışıklık bir hayli artıyor. Yahudi rivayetlerine göre, Abraam ile varisleri tanrıyla bir anlaşmaya vardılar, nesiller sonra da bu anlaşma Musa ile yenilendi. (Yahudi geleneğinde “Patriarkların Sınırları” Hıristiyanlık geleneğinde “Terra promissionis” olarak geçer) Bu kapsamda onlara vaat edilen topraklar, İbrani Kutsal Kitap’ta (Eski Ahit) farklı, hatta çelişkili ve bunun da ötesinde belirsiz bir biçimde karşımıza çıkıyor.
Ayrıntılardaki bütün farklılıklarına rağmen, daha sonraları Filistin olacak bölge dışında Lübnan’ın tamamının ve Suriye’nin büyük bir kısmının söz konusu alana dâhil edilmiş olmaları bu belgelerin ortak yanıdır. Fakat tefsirde Taberiye Gölü’nün güneyinde kalan Doğu Şeria’nın (Gilead, Moab ve Edom) Vaat Edilen Toprakların, daha doğrusu Eretz Yisrail’in (İsrail Diyarı), ayrılmaz bir parçası olarak ele alınıp alınamayacağı tartışmalı bir meseledir.
Geleneğin tarihi açısından daha erken bir döneme denk düşen, Ruhbani Metin olarak anılan kaynaklardan sayılan Kutsal Kitap pasajları ve bunlara dayanarak Yahudi din âlimlerinin yaptıkları tefsirler meseleyi bu şekilde ele almazlar. Doğu Şeria’nın vaat edilen (ideal) ve/veya yerleşilen (gerçek) sınırlarını Eretz Yisrail’in dışında tutarlar.
Bu durum, Tevrat’ın 4. kitabı (Çölde Sayım) 34; 1-12’de açık bir şekilde belirtilir: Musa’nın varislerine miras olarak vaat edilen Kenan Ülkesi, görünüşe bakılacak olursa Kadeş Muharebesi’nin ardından II. Ramses’in MÖ.1270 civarında Hititlilerle vardığı barış anlaşmasında hudutları belirlenen ve aynı ismi taşıyan Mısır vilayetinin sınırlarıyla örtüşür. Doğuda sınırı, Şeria Irmağı’dır; Kutsal Kitap’ta Yeşu önderliğinde İsrailoğullarının bu nehri nasıl geçtikleri oldukça ilginç bir biçimde gözler önüne serilir. Bugünkü Lübnan’ın ve Suriye’nin büyük bir kısmı bu bölgeye dâhil edilirken, Fırat’ın adı geçmez.
Devam edeceğiz devam etmesine de, ancak Yeşu’nun Eriha kentini almak için Şeria Irmağı’nı nasıl geçtiğini ve Eriha kentini nasıl aldığını da hatırlatalım sırası gelmişken. Hatırlatalım da Kitab-ı Mukaddes’in nasıl mucizelerle(!) dolu olduğunu bir kez daha gözler önüne serelim.
YAHUDİLİKTE İKİNCİ DENİZ YARILMA MUCİZESİ(!)
Bu kez kahramanımız Hz. Musa değil, Hz. Yuşa.. Musa ölmüştür ve Yeşu Kitabı ilk ayetinde – ki Tevrat (Torah) ve Mezmurlar (Zebur) arasında yer alır – Rabb Musa’nın ölümünden sonra yerine onun geçmesini emreder. O dönemde İsraillilerin henüz kendilerine ait bir ülkeleri yoktur ve hala çölde dolaşmaktadırlar. Her neyse, işte bu ilk ayetle Rabb devamla Yuşa’ya vaat edilmiş topraklara gitmesi söyler ve de buranın tarifini yapar. 6, 7, 8 ve 9. ayetlerde Rabb’in Musa’yı cesaretlendirdiğini okuyoruz. 10.ayette de kumanyalarını hazırlamalarını ve üç gün içinde vaat edilmiş toprakları almaları için Şeria Irmağı’nı geçmelerini söyler.
Bundan sonraki bölümlerde Yeşu’nun ülkeyi ve Eriha Kentini araştırmak üzere iki casus göndermesini, bunların Eriha Kentinde Rahav adındaki bir fahişenin evinde saklandıklarını, neticede gerekli bilgileri aldıktan sonra bu iki casusun geri dönüşlerini vs. anlatmayacağız, zira oldukça uzun pasajlar bunlar.
Kitabın üçüncü bölümdeki kutsal yazılar, İsrail halkının Kenan ülkesine girmek için Şeria Irmağı’nı geçmeleri gerektiğini, ama ırmağın derin ve sularının kabarık olduğunu anlatır. İki ya da üç milyon kişiden oluşan (vay vay ne muhteşem bir orduymuş bu böyle?) bir topluluk bu derin ırmaktan nasıl geçecektir? Ama Rabb durur mu? Kızıldeniz’i nasıl açtıysa bu nehiri de öyle kolayca açacaktır.
Bir tek cümleyle anlatılmakta bu mucize, öyle “asa” bahsi falan da yok. Yani Rabb bu kez konuyla bizzat ilgileniyor, Yeşu’ya yapacak bir iş/görev falan yok. “Sular tümüyle kesildi ve bütün İsrail halkı kurumuş ırmak yatağından geçti. Ve kapıları sımsıkı kapatılmış büyük Eriha kentinin önüne vardı.” İşte olay bu kadar kolay ve de basit.
Beşinci bölümde, Yeşu Eriha kentinin yakınlarındayken, başını kaldırınca önünde kılıcını çekmiş bir adam gördüğünü(!) anlatılır. Yeşu ona sordu: “Bizden misin yoksa düşmanımız mısın?” Adam ona şu yanıtı verdi: “Hiç biri. Ben Rabin ordusunun komutanıyım!” Bunu duyan Yeşu yüz üstü yere kapandı. Sonra Rabbin ordusunun Komutanı olarak adlandırılan kişi Yeşu’ya şöyle dedi: “Çarığını çıkar. Çünkü bastığın yer kutsaldır.” Yeşu, kendisine söyleneni yaptı. Bu kişi Yeşu’yla sözün kibarcası şakalaşmaktadır. Neden mi böyle söylüyoruz? Sıkı durun, çünkü Yeşu’ya kısa bir süre için kendisini gösteren İsra-el Kavminin tanrısı Rabb’in bizzat kendisidir. Ama her ne hikmetse, kendisini Yuşa’ya Rabb Tanrı olarak değil de Rabbin ordusunun komutanı olarak tanıtmayı yeğlemiştir. Tabii Yeşu Rabb’den neden böyle davrandığını sormaz bile.
Rab Tanrı Yeşu’ya şunları söyledi:
“İşte, Eriha’yı, kralını ve yiğit savaşçılarını senin eline teslim ediyorum. Siz savaşçılar, kentin çevresini günde bir kez olmak üzere altı gün dolanacaksınız. (Neden 6 gün?) Koçboynuzundan yapılmış birer boru taşıyan yedi kâhin sandığın (KutsalAhit Sandığı) önünden gitsin. Yedinci gün kentin çevresini yedi kez dolanın, (Neden yukarıdaki gibi altı değil de yedi bu kez?), bu arada kâhinler borularını çalsınlar. Kâhinlerin koçboynuzu borularını uzun uzun çaldıklarını işittiğiniz zaman, bütün halk yüksek ses ile bağırsın. O zaman kentin surları çökecek herkes bulunduğu yerden dosdoğru kente girecek.” (Yeşu 6:2-5)
Sonra, Rab Yeşu ile yaptığı konuşmayı bitirdi ve onun yanından ayrıldı. Ne esrarengiz bir fetih hikâyesi değil mi? Şimdi sizin, Kızıldeniz’in yarılmasına, yetmedi Şeria Irmağı’nın ikiye ayrılmasına, üstelik İsrail Tanrısının Yeşu’ya şaka yaptığına şaşırmadınız da, buna mı şaşırıyorsunuz dediğinizi duyar gibiyiz. Daha durun ileriki bölümlerde sizinle birlikte öyle kutsal ayetlerden söz edeceğiz ki, daha çok şaşıracağız. Ama durun minare kılıf hikâyesinde olduğu gibi İsrailoğullarının Kutsalında buna da bir açıklama getirilmiş. Müthiş ve de çok tatminkâr bir açıklama.
Bakın (İbraniler 11: 30, 31, 6)’da bu mucize daha doğrusu mucizeler zinciri şu ayetle açıklanmış: “İsrailliler yedi gün boyunca Eriha surları çevresinde dolandılar; sonunda imanları sayesinde surlar yıkıldı. Fahişe Rahav casusları dostça karşıladığı için imanı sayesinde söz dinlemeyenler ile birlikte öldürülmedi. Ve iman olmadan Tanrı’yı hoşnut etmek olanaksızdır. Tanrı’ya yaklaşan O’nun var olduğuna ve kendisini arayanları ödüllendireceğine iman etmelidir.”
Bu ayetten sonra, İsraillilerinin Arap topraklarındaki Hermon Dağı’nın en hâkim yeri olan 2201 rakımlı tepesini ele geçirmek ve Suriye topraklarında 20 km derinlik, 40 km genişlikteki araziyi işgal etmek için 22 Ekim 1973’te, neden savaştığını anlamak oldukça zor. Bu savaş sonunda Mısır 500, Suriye 500, Irak 120 tank, İsrail ise 600 tank kaybetmiştir. Şöyle iman gücüyle Yeşu Peygamberin yaptığı gibi borular çala çala savaşı kazansalardı ya. Yoksa, günümüz Yahudilerinin imanı atalarınınki kadar güçlü değil mi? Bu arada sandıkta mı bir keramet vardı yoksa. E.V. Daniken’in “Yıldızlara Dönüş” kitabında ilk baskısında Eriha Kentinin surlarının yıkılmasında, bu “sandık”tan çıkan ışınların etkili olduğundan bahseder de.. Ancak kitabın sonraki baskılarında Daniken’in fikrinin değiştiğini görüyoruz. Bu arada Yahudi kökenli bilim adamlarının bu ses gücüyle duvarların yıkılması konusunda yıllardır çalışmalar yaptıklarını da belirtelim.
BUNDAN BİNLERCE YIL ÖNCE “ÖLÜM BORUSU”NU KULLANAN(!) İSRA-EL KAVMİ..
Hikaye aynen şöyle.. Marsilya’daki Elektro-Akustik Araştırmalar Enstitüsü, 1964 ilkbaharında yeni binasına taşınır. Taşınmanın üzerinden birkaç gün geçince 1967’de ölen Yahudi asıllı Fransız bilim insanı Profesör Vladimir Gavreau ve yanındakiler baş ağrısı, bulantı ve kaşıntıdan şikâyet etmeye başlarlar. Çalışanların bir bölümü ise nöbete tutulmuşçasına titremektedir. Elektro-akustik alanında incelemeler yapan bir enstitüde bu duruma olsa olsa laboratuvarlardaki denetim dışı radyasyonlar yol açabilirdi.
Bilginler, ellerinde üstün duyarlıklı (hassas) araçlarla bütün binayı dolaşarak, arkadaşlarının hastalanmasına yol açan kaçağı araştırdılar. Buldular da. Ancak, hastalığın nedeni denetim dışı elektrik frekanslarının radyasyonu değildi. Havalandırma aygıtından kaçan ve bütün binayı sübsonik (sesaltı) titreşimlere boğan alçak frekans dalgalarıydı. Sık sık araştırmalara yardımcı olan rastlantılardan biri böylece Profesör Gavreau’ya 1944’den beri, yirmi yıldır üzerinde çalışılan ses dalgaları konusunda önemli bir adım attırdı. Profesör olaydan sonra, havalandırmanın istemeden yaptığı şeyin, deneysel olarak ve bilerek yapılabileceğini düşündü.
Sonunda 32 arkadaşlarıyla birlikte bugün en küçük bir izine dahi rastlanılamayan dünyanın ilk “Ses Tüfeğini oluşturdu. Anlatıldığına göre, bu bir ızgaraya satranç tahtası düzeniyle yerleştirilmiş altmış bir tüpten oluşan bir araçtı. Deney günü bu tüplere sürekli sıkıştırılmış hava verildi ve sonunda 196 hertzlik bir notaya ulaşıldı. Yeni binanın duvarlarında çatlaklar görülmeye başladı; laboratuvardakilerin mideleri ve bağırsakları acı verecek biçimde titreşiyordu. Araç derhal durduruldu. Profesör Gavreau deneylerini sürdürmek istiyordu, ama önce deneyde görev alacaklar için koruyucu araçlar hazırlattı. Yeni geliştirdiği aygıt, gerçek bir “ölüm borusu”ydu.
(Bu arada burada anlatılanlarla, bilim kurgu dünyasının 28 Ekim 1943 tarihinde Amerikan Donanmasının gerçekleştirdiği iddia edilen efsanevi “Philadelphia Deneyi” arasındaki muazzam benzerlik de doğrusu oldukça şaşırtıcı. AC.)
Bu boru 2.000 watt güçle 37 hertzlik ses dalgaları yayıyordu. Aygıtın tam güçle deneyi Marsilya’da yapılamadı, çünkü birkaç kilometrelik bir yarıçap içindeki binaları yerle bir etmesi işten bile değildi. Profesör daha sonra yirmi üç metre uzunluğunda bir “Ölüm Borusu”nun yapımına karar verse de ömrü yetmedi. Aygıtın kesinlikle öldürücü olan 3.5 hertzlik ses dalgaları yayması planlanmıştı. Her ne hikmetse Enstitü profesörün ölümünden sonra bu araştırmayı noktaladı. Muazzam bir silah olabilecek bu buluşun belgeleri de bir daha bulunamadı. Gavreau bu icadıyla değil, alanındaki diğer çalışmalarıyla anılır oldu.
Yıllar sonra İsrail ordusunun bu konuyu yeniden canlandırmak üzere çalışmalara başladığı söylendi. Hatta sonradan “Ölüm Dağı” adı verilen ancak yeri gizli bir dağda bu silahı denedikleri, denemeye katılan gönüllü askerlerin çıldırdıkları bazı Amerikan gazetelerinde yer aldı. Konuyla ilgili birkaç film çekildi, bilim kurgu romanlarına konu yapıldı. 50’li yılların ikinci yarısında yapılan bu deneme bir daha tekrarlanmadı ne hikmetse. “Ölüm Borusu” bilinmez bir şekilde sustu, susturuldu. İsrail Devleti böyle bir çalışmadan haberdar olmadıklarını tekrarladı her seferinde. Sonra bu konu kapandı, unutuldu. Bu ölüm borusunun gelecekte yaratabileceği korkunç görüntüler bir yana, geçmişte olmuş bir olayı hatırlatması ilginçtir bizim açımızdan.
Ancak takip eden yıllarda Yahudi din bilimciler, bu belgesiz buluşu hep canlı tuttular. Bu konuyla ilgili kitaplar bile yazıldı. Bir nevi bilim kurgu kitapları. Amaçları elbette, Eski Ahit’in bir bölümü olan “Yeşu’nun Kitabı”nda anlatılan Eriha Şehrinin surlarının yıkılışını sağlam(!) bir zemine oturtmaktı. Geçmişte gerçekleştiği Kutsal Kitap’ta anlatılan bir hikâyeye böylece bir “kılıf” bulunmuştu.
Hatırlayalım, seçilmiş insanlar ayaklarını bile ıslatmadan(!) Ürdün (Şeria) nehrini aştıktan sonra, altı metre kalınlığında savunma duvarlarıyla çevrili Eriha kentini kuşatmışlardı. Kuşatma sırasında rahipler kent çevresinde sert adımlarla yürümek ve “borularını” çalmak gibi karmaşık emirler almışlardı. Olayın bundan sonraki bölümü, Tevrat’ın Yeşu kitabında aynen şöyle anlatılmaktadır: “Ve kavim bağırdı ve kâhinler boruları çaldılar ve vaki oldu ki; kavim boru sesi işittikleri zaman, kavim yüksek sesle bağırdılar ve duvar olduğu yere çöktü ve herkes kendi önüne doğru olarak kavim şehre çıktı ve şehri aldılar.”Ne avazı çıktığı kadar bağıran rahiplerin sesi, ne de binlerce borunun şamatası elbette altı metre kalınlığında surları yıkmaya yetmezdi. Ancak bugün, öldürücü alçak frekanslardaki ses dalgalarının Eriha surlarını rahatlıkla yerle bir edebileceğini(!), yukarıda anlattığımız uyduruk “kılıf” sayesinde biliyoruz.
Devam edeceğiz…