BİZANSLI ALİMLERİN KONSTANTİNOPOLİS’TEN KAÇMALARI VE BÖYLECE RÖNESANSI BAŞLATTIKLARI İDDASI NE DERECE DOĞRUDUR? (IV)

BİZANSLI ALİMLERİN KONSTANTİNOPOLİS’TEN KAÇMALARI VE BÖYLECE RÖNESANSI BAŞLATTIKLARI İDDASI NE DERECE DOĞRUDUR? (IV)
05 Aralık 2020

Buraya kadar Konstantinopolis’ten ayrılan belli başlı Bizanslı âlimleri ve fikirlerini görmüş olduk. Kolayca anlaşılacağı üzere bu çalışmadan şu hususlar açıkça ortaya çıkmıştır.

a) Bunların hepsi de Konstantinopolis’in fethinden en az 15 sene önce İstanbul’dan veya ülkeden ayrılmışlar ve son ikisi hariç diğerleri geri dönmemişlerdir. Yani Fatih kimseyi kovmuş değildir. Zaten ilime ve yenilikçi fikirlere olan düşkünlüğü Avrupalı düşmanlarınca bile takdir edilen Sultan’ın böyle bir davranışta bulunabilmesi mümkün değildir.

b) Bunların hiç birisi Rönesans’ı başlatacak çapta âlim ve filozof değillerdir. En büyükleri sayılan Pléthon bile devrinin çoğu gelişmelerinden haberdar değildir. En meşhurları bunlar olduğuna göre, acaba diğerleri nasıldır? 

c) Rönesans adı verilen ilim ve fikir hareketinin kökleri daha derinde olup bu âlimlerden asırlarca önce başlatılmıştı. Demek ki Fatih’in İstanbul’u fethetmesi ile kaçırttığı veya kovduğu bir bilginler, filozoflar grubu yoktur. Önceki gidenlerin de Rönesans Akımına bazı katkıları olmuş olabilir ancak onu başlatacak fikri ve ilmi yeteneğe sahip değillerdir. Zaten böyle bir ilim gücüne sahip olsalardı evvela ülkelerinde Rönesans’ı başlatırlar ve memleketlerini kurtarırlardı. Nihayet Rönesans bir kaç kişinin eseri olmadığı gibi, bir veya birkaç milletin eseri de değildir. Şu halde tarih kitaplarında yer alan “İstanbul’un Fethi ile İtalya’ya kaçan Bizanslı âlimlerin Rönesans’ı başlattıkları” iddiası, mesnetsiz, mantıksız olup, tarihi, ilmi gerçeklere, belgelere de aykırıdır. Yüzlerce âlimin fizik, kimya, mekanik, astronomi, biyoloji, botanik, tıp ve eczacılığa ait binlerce eseri bir kaç asır boyunca tercüme etmeleriyle başlayan ve gelişen Rönesans’ı, Bizans’ın üç-beş bilim insanına mal etmek, değil Fatih Sultan Mehmet’e, bizzat Rönesans’ın ruhuna yapılmış en büyük haksızlıktır. 

NELER GÖTÜRMÜŞLER?

Bizanslı ilim adamlarının Bizans’tan kaçırıp İtalya’ya götürdükleri ilmi ve fikri bir muhtevaları da yoktur. Çoğu devri kapanmış bazı görüşleri ile Rönesans’ı meydana getirmeleri mümkün değildir. Bu hususta “İtalyan Felsefesi” adlı eseri yazmış olan Emile Namer şöyle demektedir. “Konstantinopolis’in düşmesinden önce, G. Pléthon gibi bazı Grekler İtalya’ya Floransa Konsili sebebiyle gelmişlerdir. Rönesans Hümanizmi adı verilen oluşumun İtalya’ya girişini bu Yunan mültecilerine mal etmek gibi bir yanlış anlamadan sakınmak lazımdır”.

İtalya’ya sığınan bu mülteci Bizanslılar neler götürmüşlerdir? Emile Namer bu soruya da şöyle cevap veriyor: “Onlar yeni temayüller getirmemişlerdir, üstelik düşünceleri de asla orijinal değildir.”(Bkz. E. Namer, La Philosophie Italienne. Segher, Paris, S. 17)

Bilim Tarihi Profesörü Sevim Tekeli‘ye (1924-2019) göre ise bu Bizanslı âlimler beraberlerinde Platoncu bir kısım metinlerle, dilbilgisi götürmüşlerdir. Yaptıkları tercümeler de İtalya’dakilerin yaptıklarının yanında çok sönük kalmaktaydı. (Bkz. S.Tekeli Modern Bilimin Doğuşuna Bizans’ın Etkisi”, Ankara 1975, S. 97) 

Burada bir noktaya daha işaret etmeliyiz. İtalya’ya göçen bu Bizanslı mültecilerin gelmesinden Vatikan Kilisesi hiç hoşlanmamıştır. Çünkü bilhassa, din âlimlerinin itikatları Roma’nın azizlerinden gelen hurafelerle fazla karışmamıştır. Bu kısmi safiyet/ayrılık Vatikan’ı rahatsız ediyordu. (Bkz. Adıvar, Tarih Boyunca İlim ve Din, Remzi K. 1969, S. 144)

PEKİ NİÇİN GİTMİŞLERDİ?

Bizans ilim adamlarının İtalya’ya niçin gittiklerinin görünürdeki sebebi şudur: Kardinaller Meclisine katılmak, Birliği kurmak ve korumak. Ama hakiki sebep nedir? Sevim Tekeli bu sebebi şöyle açıklıyor; “Onlar Batı’ya kilise işleriyle ilgilenmek, daha açık bir deyimle, Batı’nın Türklere karşı askeri yardımını sağlamak amacıyla gitmişlerdir. Ve şunu hiçbir zaman unutmamak gerekir ki, onların ilgileri Hümanistlik değil Skolastik idi. (İnanç ve bilgiyi özellikle de Aristoteles’in bilimsel dizgesini kiliseyle uyumlu bir biçimde birleştirmeye çalışan ortaçağ felsefesi)

Şu halde onlar İstanbul’un fethedileceğini, devletlerinin yıkılacağını anladıkları için çok önceden ülkelerini terk etmişler ve çoğu da geri dönmemiştir. Bu düşünce şekli doğru olabilir ancak bizce eksiktir. Bizce bu elit Bizanslı âlimler grubunun Konstantinopolis’i terk etmelerindeki en önemli neden, istedikleri bilim ortamını bu İmparatorlukta bulamamalarından kaynaklanmaktadır. Çoktan Avrupa’da, özellikle İtalya’da başlamış olan Rönesans Hareketinin, pek de sıradan olmayan bu bilim adamlarını etkilemeyeceğini, onlara cazip/ilginç gelmeyeceğini, kendilerini o Hareket içinde görmek istemeyeceklerini düşünmek büyük safdillik olur. A. Ceyhan’ın dediği üzere “Bilim; gelişmesi için gerek duyduğu rahat, huzurlu ve besleneceği ortamı bulduğunda büyüyüp, gelişen bir disiplindir. Unutulmamalıdır ki,aynı zamanda koyu bir Hıristiyan din adamı, teolog olan bu bir avuç ilim insanı ülkelerini terk ederken, kendilerine gerekli alt yapıyı hazırlamaları gereken Bizans Saray ve Kilisesi, o dönemde “Meleklerin Cinsiyeti”ni tartışmakla meşguldüler.  

Bu açıklamayı yaparken onların ilgilerinin Hümanistlik değil, skolastik olduğunu da yadsıyamayız. Skolastik düşüncesindeki insanların Rönesans’ı başlattıkları iddiası, akla ve mantığa elbette aykırı olur. Çünkü yukarıda ifade ettiğimiz gibi Rönesans, skolastik zihniyetin yıkılmasıyla kurulabilmiş ve bu da kolay olmamıştır. Ancak her ne olursa olsun Bizanslı bilim adamlarının Avrupa’daki Rönesans Akımına katkıları yadsınamaz. Bunun belgelerini de “RÖNESANS” ile alakalı hazırladığımız yazımızda detaylıca inceleyeceğiz.

Konstantinopolis’in II. Mehmet tarafından alınması üzerine, bu antik şehirde yaşayan bilim insanlarının gerek korkup, gerekse Sultan’ın kovmasıyla(!) Konstantinopolis’i terk edip, İtalya’ya geçerek bu ülkede Rönesans’ı başlattıkları(!) iddiası son derece saçma ve de komiktir. Yukarıda verdiğimiz Bizanslı bilginlerin yanı sıra Bizans İmparatorluğunun yetiştirdiği ve halen felsefe alanında saygıyla anılan yazar, tarihçi ve filozoflar da bulunmaktadır.

Bunlar arasında Yeni Platoncu filozof, yazar, tarihçi, siyasetçi din adamı Mihail (Michael) Psellos (1017-1096) vardır ki kendisi Cronographia, Historia Syntomos, Epitaphioi, De Omnifaria Doctrina and De Operatione Daemonum gibi günümüzde dahi değerinden bir şey kaybetmemiş eserlerin yazarıdır.  

1270-1332 yılları arasında yaşamış, İmparatorluk baş sözcüsü, yazar, filozof, hümanist ve İmparator II. Andronicus’un baş danışmanı Theodore Metochites (Metokhites) de Khora Manastırı’nın onarımını üstlenmiş, Konstantinopolis’te sanatın hemen her dalına imzasını atmış bir entelektüel, aydındı. Eserleri: Logoi, Poems, Commentaries, Stoicheiosis Astronomike and Semeioseis Gnomikai.

Osmanlı İmparatorluğunda yaşandığı gibi, Bizans İmparatorluğunda da, her İmparatorlukta olduğu gibi, bir gerileme ve nihayet çöküş dönemleri yaşanmıştır. İşte bu dönemlerde bazı bilim adamlarının; daha rahat koşullarda çalışmalarını sürdürebilmeleri için başka, kendilerine nispeten daha rahat düşünme ve çalışma ortam sağlayan ülkelere gitmelerini doğal karşılamak gerekir. Bu Bizans’ın gerileme ve çöküş dönemlerinde de böyle olmuş ve bazı bilim adamları yeni akım Rönesans’ın da etkisiyle Avrupa’ya geçmişlerdir. Bu durum o ülkede kesinlikle hiçbir zaman ilim, irfan yoktu anlamına gelmez. Ancak Bizans’ta da din sınıfı Saray’a, yönetime yaklaşıp o makamı etkisi alınca böylesi bir durum ortaya çıkmıştır. Demek ki; laiklik yani din ile devlet işlerinin birbirlerinden ayrılması, güçlü, aydın ve yarınlara güvenle bakan bir ülkenin olmazsa olmazıdır. Tıpkı bizim Türkiye Cumhuriyeti’mizde olduğu gibi.

II. Mehmed’in o ezici askeri dehası, inancı ve güçlü ordusuna iki aya yakın bir süre teslim olmayı reddederek direnen ve son ana kadar bu kadim şehri teslim etmeyen Bizanslı komutan ve halka, tarihte ilim adına hiçbir katkı sağlamamış bir bozkır devleti muamelesi yapmak (İlhanlılar), bu İmparatorluğu sadece 1453 öncesi koşullarıyla irdelemek, onları sıradanlaştırma çabası içinde olmak büyük bir haksızlıktır. Bu haksızlık bilmeden dahi olsa bu Doğu Roma İmparatorluğuna olduğu kadar, çağ kapatıp, çağ açmış koca Fatih Sultan Mehmet’e de yapılmış demektir. Fatih; sıradan bir başarıya imza atmamış, tam 1000 yıllık köklü bir İmparatorluğu tarihten silmiştir. Bizans; 5. yüzyılda Batı Roma İmparatorluğu’nun dağılışı ve nihayetinde çöküşü sürecinden sağ kalmayı başarabilmiştir. Var olduğu sürenin çoğunda, Avrupa’da ekonomik, kültürel ve askerî bakımdan en güçlü ülkesiydi.

İmparatorluğun sınırları, ülkenin var olduğu süre içinde, bazı gerileme ve toparlanma döngüleriyle kendini belli eden kayda değer değişiklikler gösterdi.  I. Justinianus (taht: 527–565) döneminde Kuzey Afrika, İtalya ve bizzat –daha sonraki iki asır elde tutulacak olan– Roma şehri de dâhil olmak üzere Batı Akdeniz kıyıları yeniden ele geçirildi ve imparatorluk en geniş sınırlarına erişti.  İmparatorluğun en önemli hükümdarlarından olan Mauricius (Taht: 582–602) döneminde ülkenin doğu sınırları genişledi ve kuzey sağlamlaştırıldı. Ancak imparator bir suikaste kurban gidince, çeyrek asır sürecek Bizans-Pers Sasani Savaşı (602-628) patlak verdi ve kaynaklar bakımından zayıflayan Bizans İmparatorluğu, 7. Yüzyılda İslam’ın yayılış sürecinde çok büyük toprak kayıpları yaşadı. Birkaç yıl içerisinde en zengin illeri olan Mısır ve Suriye’yi Araplara kaybetti. (Bkz. Warfare State and Society in the Byzantine World 560-1204, S. 47) 

10 ve 11. yy.da Makedon Hanedanı süresince İmparatorluk sınırları tekrar genişledi ve iki yüzyıl süren Makedon Rönesansı yaşandı. Bu dönem özellikle 10. yy. bazı bilim adamlarının Klasik Bilime ilgilerinin arttığı ve klasik ögeleri Hıristiyan Sanatına uyguladıkları bir dönemdir. 867-1056 tarihleri arasında hükümdarlıklarının sürdüren bu Hanedan zamanında felsefe ve sanat alanlarında kültürel bir uyanışın yaşandığını görüyoruz ve bu çağ sıklıkla Bizans’ın “Altın Çağı” olarak nitelendirilir. (Bkz. Klein S.290, Annales Fuldanses, 389: “Mense lanuario c. epiphaniam Basilii, Graecorum imperatoris, legati cum muneribus et epistolis ad Hludowicum regem Radasbonam venerunt …”)

Tarihler 26 Ağustos 1071’i gösterdiğinde Büyük Selçuklu Hükümdarı Alparslan ile Bizans İmparatoru Romen Diyojen arasında gerçekleşen  Malazgirt Savaşı sonrası, Anadolu’da büyük toprak kayıpları yaşanacak ve bu savaşta yaşanan yenilgi sonucunda Türkler bir daha çıkmayacak şekilde Anadolu’ya yerleşmeye başlayacaklardır..

Bizans İmparatorluğu’nun askeri, mali, sanat ve toprak olarak tekrar gelişmesine tarihçilerin verdiği isim olan Komninos Restorasyonu sırasında imparatorluk yeniden toparlandı. Öyle ki, 12. yüzyılda Konstantinopolis Avrupa’nın en zengin şehriydi. (Bkz. Pounds, Norman John Greville. An Historical Geography of Europe, 1500–1840, p. 124. CUP Archive, 1979) 

1081’den 1185’e kadar süren Komninos Hanedanı döneminde, Bizans ile Haçlı devletlerinin de dâhil olduğu “Latin” Batı arasındaki iletişim oldukça ilerledi. Venedikli ve diğer İtalyan tüccarlar büyük miktardaki nüfuslarıyla Konstantinopolis başta olmak üzere ülkeye yerleşti. (Sadece 300 ila 400 binlik Konstantinopolis’te 60.000 Latin yaşıyordu)

Buna ek olarak I. Manuil tarafından yerleştirilen çok sayıda Latin paralı askerin nüfusa dâhil oluşu, Bizans teknoloji, sanat, edebiyat ve kültürünün Latin Batı’ya sızmasına ve aynı şekilde Batı fikirlerinin imparatorluk içinde kendine yer bulmasına yol açtı. Ancak 1200-1204 tarihleri arasında gerçekleşen Dördüncü Haçlı Seferi  sırasında başkent yakılıp, yıkılıp, yağmalanıp, ülke toprakları birbiriyle yarışan Bizanslı Yunan ve Latin krallıkları arasında bölüştürülünce İmparatorluk büyük bir darbe aldı. Şehir üç gün boyunca mevki ve unvanlara göre bir katliama ve yağmaya maruz kaldı. Birçok paha biçilemez ikon, eser ve diğer nesnelerin çoğu Venedik’e gitmek üzere Batı Avrupa’ya götürüldü. Choniates’e göre bu süreçte patrik tahtına bir hayat kadını bile oturtulmuştu. (Bkz. Choniates 1912, The Sack of Constantinopole) 

Her ne kadar 1261’de Konstantinopolis geri alınıp toparlansa da, Bizans İmparatorluğu var olduğu son iki yüzyıl boyunca bölgede birbiriyle kapışan birkaç devletçikten biri olarak kaldı. Geriye kalan toprakları 15. yüzyıl boyunca Osmanlılar tarafından aşama aşama ele geçirildi. Bu süreç Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselişini gösterirken, aynı zamanda Bizans’ın da çöküşünün bir simgesidir. Ve nihayet 1453’te II. Mehmet Konstantinopolis’i alıp Fatih Sultan Mehmet Han olunca, 1000 yıllık Bizans İmparatorluna da son vermiş oldu.

Bizans sanatı oldukça prestjiliydi ve Batı Avrupa’da aranan bir sanattı. Burada neredeyse çağın sonuna kadar Antik Çağ sanatının ardından gelişen ve yaklaşık bin yıllık bir dönemi kapsayan Orta Çağ sanatını etkilemeyi sürdürdü. Özellikle İtalya’da, Bizans tarzları 12. yüzyıla kadar sürekli değişen biçimleriyle kalmaya devam etti ve sonraki İtalyan Rönesans sanatına biçimsel ilham kaynağı oluşturdu. Buna karşılık, dışarıdan gelen çok az sanat akımı Bizans stili üzerinde bir etki bırakabildi. Doğu Ortodoks Kilisesi’nin genişlemesiyle beraber, Bizans biçimleri ve tarzları Ortodoks dünyasına ve hatta daha da ötesine yayılmayı başardı. (Bkz. Rice 168, Chapters 15-17; Weitzmann 1982, Chapters 2-7; Evans 2004, S.389-555)  Özellikle dinî binalardaki Bizans mimarisi etkisi, Mısır ve Arabistan’dan Rusya ve Romanya gibi farklı coğrafyalara kadar görülmektedir.

Bizans edebiyatında dört farklı kültürel bileşen gözlemlenir: Yunan, Hristiyan, Roma ve Oryantal. Bizans edebiyatı sıklıkla beş grupta kategorilendirilir. Bunlardan üçünü tarihçiler ve analistler, ansiklopedi yazarları (Patrik Fotios, Mihail Psellos ve Mihail Khoniates Bizans’ın en büyük ansiklopedi yazarları olarak gösterilir) ve denemeciler ile din-dışı şairler doldururken geriye kalan iki grupta yeni edebi tarzlar yer alır: dinî-teolojik edebiyat ve popüler şiir. (Bkz. Mango 207, S. 111-114) Buna ek olarak Bizans’ın tek epik destanı bizde de Battal gazi Destanı olarak bilinen folklorik Digenis Akritis’tir.

Günümüze ulaşan iki ila üç bin ciltlik Bizans edebiyatı mirasından sadece üç yüz otuzu din-dışı şiir, tarih, bilim ve sahte-bilim üzerinedir. (Bkz. Mango 2007; S.111-114) 

Her ne kadar din-dışı edebiyat 9 ila 12. yüzyıllar arasında gelişme gösterse de, “Akathist İlahi”yi de kaleme almış olan, Suriye kökenli Romanos Melodos’un (Besteci Romanos) en belirgin temsilcilerinden olduğu dinî edebiyat yani vaazlar, Hıristiyanlıkta halka açık dinî ibadetlerin nasıl yapılacağını belirleyen formlara uygun olarak düzenlenmiş ayinler anlamında kullanılan litürji ve şiirleri, teoloji, ibadet tezleri, vb. çok daha önceden şekillenmişti. (Bkz. Byzantine Literature, Catholic Encyclopedia)

Tüm bunları anlatmamızın nedeni; Padişah II. Mehmet’in tarihin çeşitli devirlerindeki benzerlerinde olduğu gibi, her alanda hayli başarılı bir geçmişe sahip bir imparatorluğa son verdiğinin anlaşılmasıdır. Son dönemlerini yaşamakta olsa bile büyük bir İmparatorluğu, ondan daha büyük bir İmparatorluğun muhteşem bir hükümdarının tarihten silmiş olduğudur. Şurası unutulmamalıdır ki Tarih, zayıf rakiplere karşı kazanılan kolay başarıları değil, büyük ve güçlü düşmanlara karşı elde edilen büyük zaferlere şahitlik eder.

Son olarak, konumuzun başlığını teşkil eden yanlış bilginin ders kitaplardan çıkarılması isabetli ve yerinde bir hareket olur. Dünyada her gün çeşitli dallarda ilmi ilerlemeler kaydedilirken, üstelik Batılılar kendi hatalı ve yanlış görüşlerini kendi kitaplarında yarım asır önce değiştirmişken, biz hala tarih kitaplarımızda; ilim adına, Batı adına, 19. asrın kırık dökük, kasıtlı, yanlış bilgilerini ilim diye çocuklarımıza okutuyoruz. İlimden anladığımız bu mudur?

EMILE NAMER, İTALYAN FELSEFESİ…
MIHAIL PSELLOS…
THEODORE METOCHITES…
I. JUSTINIANUS…
GENNADIOS AND MEHMET II…
FRANSİCESKO PETRARCA…
GIOVANNI BOCCACCIO…
ARISTOTELES…
DANTE ALIGHIERI…
BATLAMYUS…
HIPOKRATES…
GHISLAIN BUSBECQ…
LUDOVICO ARIOSTO…
THEOFRASTO…
TEMÜR OLCAYTU HAN…
PARMENIDES…

Trả lời

Email của bạn sẽ không được hiển thị công khai. Các trường bắt buộc được đánh dấu *