Konumuza girmeden önce, anlatacaklarımızın daha kolay anlaşılabilmesi için bazı terimlere açıklık getirelim…
Koloni, bir devletin nüfusunun bir bölümünü yerleştirmek amacıyla denizaşırı bir ülkeyi ele geçirerek yurttaşlarını oraya iskan etmesi halinde meydana gelen yeni yurttur. Yani önce yabancı (denizaşırı) bir ülkeyi ele geçiriyorsunuz ve yurttaşlarınızı oraya yerleştirip bir yurt oluşturuyorsunuz. Daha sonra o yurdun ihtiyacı olan sosyal, ekonomik, idari vb. gereksinimleri kendiniz (ki burada ana vatan, ana yurt oluyor) sağlıyorsunuz, oluşturuyorsunuz.
Toplumun bazı kesimlerinde koloni “sömürge” ile eş anlamda kullanılır fakat bizce sömürgeden farklı bir kavramdır. Peki o halde sömürge nedir?
Sömürge bir devletin, kendi ülkesinin sınırları dışında, üzerinde egemenlik kurarak yönettiği, ekonomik ve siyasal çıkar sağladığı, yani her yönden sömürdüğü ülke demek.
Sömürgede olay bir hayli farklı. Burada yeni bir yurt oluşturma söz konusu olmayabiliyor. Yani önceden var olan, halkı, yönetimi, ekonomisi oluşmuş, canlı bir toprak parçasını işgal ediyor ve bu işgal ettiğiniz bu ülkeyi her açıdan sömürüyorsunuz, tüm imkanlarından hakkınız olmadığı halde önce siz kendi çıkarlarınız uğruna yararlanıyorsunuz.
Aradaki farkı kavradığınıza emin olarak devam edelim.
Kolonileşme kavramı sömürge olarak kullanılan bir kara parçasında sömürgeci devletin kendi hakimiyeti altında bir yönetim kurması anlamına geliyor. Kurulan koloni bir yandan sömürge olarak çalışırken aynı zamanda sömürgeci devletin kültür ve dini anlayışıyla asimile olarak erimektedir. (Asimile, asimülasyon; kısaca çoğunluğun düşüncelerinin bir azınlığa kabul ettirilmesidir. Y.N.)
1492 yılında İtalyan (Ceneviz) kaptan, kaşif ve kolonist Kristof Colomb (1451-1506) ile Yeni Dünyaya ilk adımlarını atan sömürgeci devletler, ancak İtalyan (Floransa) Amerigo Vespucci (1454-1512)ile birlikte yeni bir kıtabulunduğunun farkına varmışlardı. Neyse bu ayrı bir hikaye, bunu da başka bir yazımızda anlatırız.
Kıtanın keşfinden sonra İspanyollar, İngilizler, Portekizler ve Fransızlar önceden orada yerleşik yerlilerin topraklarını şu ya da bu şekilde (aslında zorla ve/veya incik boncukla kandırarak) ellerinden alarak kendi hükümranlıklarını kurmaya başladılar. Ayrıca Avrupalı devletler Amerika kıtasına yapılan keşiflerin ardından kendi halklarını da kıtaya taşımayı ihmal etmemişlerdi.
Farklı ülkelerden taşınan halklar tarafından kurulan kolonilerin sayısı 18. yüzyılın ortalarına doğru 13’e ulaşmıştı ki kurulan bu “13 Koloni” ilerde günümüz Amerika’sının temelini oluşturacaktır. Kıtanın yerli halkı ve göçmen olarak gelen sömürgeci halk, zamanla kendisini büyük bir kölelik sisteminin pençesinde buldular. Özellikle İngilizler (Birleşik Krallık) tarafından kurulan kolonilerin halkları vergi ödemekle mükelleftiler. Zaman içinde bu kolonilerin halkları bu vergi yükünden dolayı İngiltere’den uzaklaştıkça, Avrupa’yı kasıp kavuran Protestanlık kıtaya yayılmaya başlamıştır. Bu din konusu, Protestanlık önemli, biraz açıklama yapmamız gerekir.
Bu Yeni Dünya’ya gelen tüm halklar kendi inanç sistemlerini de taşıdılar beraberlerinde. İlk gelen dini gruplar, İspanya ve Portekiz’den, daha sonra da Fransa’dan gelen, inançlarına sadık Roma Katoliği yerleşimcilerdi. İngiliz ve Hollandalı yerleşimci gruplar ise, dinsel açıdan çok daha fazla farklılıklar gösteriyorlardı. Kolonilerde Anglikanlar, Hollandalı Kalvanistler, İngiliz Püritenler, yine İngiliz Katolikler, İskoç Presbiteryanlar, Fransız Huguenotlatar, Alman ve İsveçli Lüteryanlar, Quakerler, Moravian Kilisesi mensupları vd. ile Yahudiler gibi birçok ulustan çok farklı mezhep ve inançlarda insanlar yaşamaktaydı.
Kolonicilerin birçoğu, ibadetlerini herhangi bir dinsel baskıya maruz kalmadan icra edebilmek Amerika’ya gelmişlerdi. Protestan reformistler, 16. yüzyılda Eski Dünya’da, Batı Hristiyanlık aleminin birliğini parçalamışlar, birçok yeni mezhebin doğmasına yol açmışlardı. Bu yeni mezhepler, çoğunlukla yönetenlerin baskı ve takibine maruz kalıyordu. 16 yüzyılın sonuna doğru İngiltere’de çok sayıda Hıristiyan İngiltere Kilisesi‘ni sorgulamaya başladı. Bu sorgulamayı yapan grupların başında Püritenhareket bulunmaktaydı.
(Püriten, 16. ve 17. yüzyıllarda I. Elizabeth’in İngiliz Kilisesi’nde başlattığı reformist harekete karşı çıkan, kendisini “saflığı” aramak olarak tanımlayan bir Protestan doktrin ve ibadet şeklidir. Püritenlere göre İngiltere Kilisesi, İncil’le hiç alakası olmadıklarını düşündükleri tüm Katolikritüellerden arınmalıydı (purify). Y.N.)
Kralın tebaası üzerinde Tanrısal bir yönetim hakkı olduğuna yürekten inanan, İngiltere ve İskoçya Kralı I. Charles, bu mürtedlere (dinden çıkanlar) karşı çok sert bir tutum takındı. 1629-1642 yılları arasında, bu baskıya dayanamayan 20.000 kadar Püriten New England’a göç edip, burada koloniler kurdular. 1681 yılında Kral II. Charles, babasına olan borcuna karşılık olarak William Penn‘e* (1644-1718), bugünkü Pensilvanya ve Delawaretopraklarının içinde bulunduğu büyük bir arazi parçasını verdi. Penn tarafından 1682’de yönetilmeye başlayan bu koloni, dinsel baskıdan kaçan din grupların güvenli sığınağı oldu. Baptistler, Quakerlar, Alman ve İsviçreli Protestanlar Pensilvanya’ya akın etti. Ucuz arazi, din ve ifade özgürlüğü, insanların kendi hayatlarını şekillendirebilme olanağı, bu özgürlük ortamı kolonicelere çok cazip görünüyordu.
(William Penn, İngiliz girişimci, filozof ve dinbilimci. Amerika Birleşik Devletleri’ne bağlı Pensilvanya eyaletinin kurucusudur. Demokrasi ve din özgürlüğü konularının önde gelen savunucuları arasındadır. Philadelphia kentinin kuruluş ve gelişme sürecine katkıda bulunduğu düşünülmektedir. Y.N.)
Amerika kıtası sömürge olarak denizlerde hakimiyeti olan birçok devlete ev sahipliği yapmıştı. Örneğin bugünkü Kanada’dan Meksika Körfezine kadar uzanan bölge Fransa’nındı. Kuzey Amerika’nın Atlantik kıyıları ise 13 koloni olarak adlandırılan İngiliz sömürgelerini temsil ediyordu. Bugünkü Amerikanın güney eyaletleri, Orta Amerika ile Güney Amerikanın çoğu o dönemde denizlerde büyük bir güç olan İspanyanın elindeydi. Güney Amerika bölümünde sadece Brezilya, Portekiz’in sömürgesiydi.
Kolonilerde iki aşamalı yasama meclisi bulunmaktaydı. Ancak kolonileri temsil eden alt meclis üyeleri güçlü mülk sahipleri tarafından seçilmekteydi. Kolonileri yöneten üst meclis üyeleri ise İngiliz Kralı atamaktaydı. Ayrıca kurulan mahkemelerde İngiliz Hukuk kurallarına uygun olarak hüküm verilmekteydi.
İngiltere; Fransa-Rusya Avusturya bloğuyla yaptığı 1756-1761 “Yedi Yıl Savaşlarında”mali zorluklarla karşılaştı ve bunun sonucu olarak da kolonilerini teker teker kaybetmeye başlamıştı. Çünkü İngiltere, savaşın mali yükünü karşılamak için kolonilere yeni vergiler getirmişti. Getirilen vergi yüküyle birlikte kazançları azalan Koloniler bağımsızlık için harekete geçmeye başlayacaklardır.
İlk olarak 4 Temmuz 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi yayılandı. Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nda Kıta Ordusu’nun başkomutanı ve ABD’nin ilk başkanı George Washington (1732-1799) ve Thomas Jefferson (1743-1826)-ki daha sonra Amerika’nın 3ncü Cumhurbaşkanı olacaktır- tarafından kaleme alınan bildiride özgürlük söylemlerinden bahsedilmekteydi. Daha sonraları 4 Temmuz tarihi her yıl Amerikanın bağımsızlık tarihi olarak kutlanacaktır..
Fransa 1774 yılından itibaren el altından Amerika’ya yardım etmeye başlamıştı. Fransa böylelikle İngilizlere kaptırdığı Kanada ve Hindistan’ın öcünü almak istiyordu. Bu askeri yardımlar 1777 yılında alenileşti. Fransa galibiyetlerin ardından 1778 yılında Yedi Yıl Savaşlarının öcünü almak istiyordu.
İspanya ise 1779 yılında Amerika savaşına katıldı. İspanyanın amacı Cebelitarık ve Akdeniz’deki Balear Adaları’nın bir parçası olan Minorka Adalarını İngiltere’den geri almaktı. İspanyanın Amerikanın yanında savaşa katılması İngiltere’yi iyice zor duruma bırakmıştı. Bu taraf tutmanın başlıca sebebi, savaşın kaybedilmesi halinde İspanya’nın Amerika’da bulunan bütün sömürgelerini kaybedeceği gerçeğiydi.
Savaşın başka bir tarafı olan Hollanda ise, İngiltere’nin Amerika ile ticaret yasağına karşı çıkarak 1781 yılında savaşa dahil olmuştu.
Oluşacak tehlikeyi önceden sezen Amerika, Avrupalı devletlerle olan ilişkilerini sadece ticaret ile sınırlı tutarak politika yasağı koydu. Çünkü Amerika kendi yanında savaşan devletlerin olası çıkarlarından haberdardı. Avrupa politika hayatından kendini izole etme tutumu Amerika I. Başkanı George Washington’dan başlayarak devletin 5. Başkanı olan James Monroe(1758-1831) döneminde yayınlanan 2 Aralık 1823 “Monroe Doktrini”ne kadar devam etmiştir. Amerika kıtasını, Avrupa etkisinden kurtarmak ve bağımsız hale getirmek, Monroe Doktrininin temel meselesiydi. Bu bağlamda Monreo Doktrinin oluşturulması sürecinde, özellikle İspanya’nın eski koloni toprakları olan Latin Amerika ülkelerine müdahalesini önlenme isteği ağır basmaktaydı.
Monreo Doktrinini ana hatlarıyla şöyle özetleyebiliriz:
İspanya’da baş gösteren isyanlar ve Fransa adına ülkeye saldıran Napolyon nedeniyle sömürgeleri ile iletişimi kısıtlanmıştı. Amerika Bağımsızlık İlanı ve Fransız İhtilali ile birlikte İspanyol koloniler de isyan etmişlerdi. Denize düşen yılana sarılır misali İspanya bu durumda Fransa, Rusya ve İngiltere’den yardım istemişti.
Sömürgelerden nemalanmak isteyen devletler bu teklifi kabul ettiler.
Bütün devletlerin Amerika üzerindeki çıkarlarını gören 5. Başkan James Monroe, 2 Aralık 1823 tarihinde ABD dış ilişkilerinde uyulması gereken iki maddeyi paylaştı:
- Birleşik Amerika Avrupa’nın iç işlerine karışmamaktadır. Amerika Avrupa’nın herhangi bir politik meselesi ile ilgilenmediği için Avrupa devletleri de Amerika’nın iç işlerine karışmamalıdır.
- Amerika’nın bu tutumuna rağmen herhangi bir Avrupalı devlet sömürge arayışı ile Amerika topraklarına ayak basarsa devlet bunu bir tehdit olarak görecek ve sonuna kadar savaşacaktır.
Başkan tarafından sunulan bu iki madde Amerikan Kongresi tarafından hemen onaylandı. Amerika’nın bu sert tepkisinin ardından Fransa, İngiltere ve Rusya geri çekilmek zorunda kaldılar. İspanyol sömürgeler 1820-1830 aralığında bağımsızlıklarını ilan ettiler. Latin Amerika eyaletlerinin bağımsızlıklarını kazanmasındaki en büyük etken ABD’nin tutumu ve Monroe Doktrini’dir.
- Amerika kıtası, hiçbir Avrupa ülkesi tarafından, gelecekteki potansiyel bir sömürge bölgesi olarak düşünülmemelidir.
- Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa devletlerinin birbirleriyle olan ilişkilerine ve savaşlarına taraf değildir. Ancak Amerika kıtasındaki herhangi bir olay, Birleşik Devletleri yakından ilgilendirir.
- Avrupa monarşilerinin kendi çıkarları uğruna Amerika kıtasına yönelik olarak girişecekleri her eylem, ABD tarafından “tehlikeli” sayılacaktır.
- Güney Amerika’daki bağımsız cumhuriyetlere kıtadan gelecek herhangi bir müdahale, ABD tarafından dostça karşılanmayacaktır.
Bu bağlamda Monroe Doktriyle birlikte ABD, Amerika kıtasının Avrupalı devletler için artık bir kolonizasyon bölgesi olamayacağının altını çizmiş ve ayrıca bağımsızlıklarını yeni kazanan Güney Amerika devletlerinin iç işlerine müdahale edilmesini önlemiştir.
13 Koloni ve Birleşik Krallık Arasındaki Bağımsızlık Savaşı
Birleşik Krallık yeni vergiler koymak isterken koloniler bu duruma kayıtsız kalmak istememişlerdi demiştik. Getirilen vergilere özellikle Amerika’nın çay vergisi artışına karşı adaya çay getiren üç Birleşik Krallık gemisine saldırılması iplerin iyice gerilmesine neden oldu. Denize dökülen üç gemi dolusu çayın bedelinin Amerika tarafından ödenmesini isteyen İngilizler Boston Limanını abluka altına aldılar. Karşı hareket olarak 1774’de Philadelphia’da toplanan 1. Philadelphia Kongresi‘nde sömürgelerin yöneticileri İngiltere ile savaşa karar verdiler.
İngilizlerin Boston yakınlarında bulunan bir Amerikan mühimmat deposuna saldırması üzerine 1775 yılında iki taraf arasında büyük bir savaş patlak vermiştir. İngiltere Amerika ile savaş kararı alarak kıtaya çıkartma yaptığı sıralarda Virginia, sömürgesi olduğu İngiltere’ye savaş açmıştı. Philadelphia’da 1776 yılında ikinci kez toplanan sömürgeler İnsan Hakları sözleşmesini kabul ederek İngiltere ile topyekün savaş kararlarını yinelediler.
1777 yılında Saratoga’da İngilizlere karşı alınan zaferlerin ardından Fransa ilk önceleri mühimmat yardımı yaparken bu kez savaşa askerleriyle katılma kararı aldı. Fransa’yı Hollanda ve İspanya izledi. Savaş tüm şiddetiyle devam ederken George Washington’un York Town başarısını, Fransa’nın Antil ve Hindistan üzerindeki etkili saldırıları izleyince İngilizler barış istemek zorunda kaldılar.
İngiltere’nin barış isteği üzerine iki taraf arasında 1783 tarihinde “Paris (Versay) Antlaşması” imzalandı.
Antlaşma hükümlerine göre:
a) İngiltere Amerikan kolonilerinin bağımsızlığını tanıyacaktır.
b) Florida ve Minorka Adaları İspanya hükümetine bırakılacaktır.
c) Kanada sınırında Misisipi Nehrine kadar olan bölge Amerika’ya bırakılacaktır.
d) Antilerden bazı adalar ve Senegal İngiltere hakimiyetine bırakılacaktır.
Bütün bu şartların sonunda koloniler kendi iç işlerinde serbest olmak koşuluyla Amerika Birleşik Devletlerini kurmuşlardır (1787).
Artık ilklerin önderi olan bir Amerika kurulmuştu. 1789 yılında anayasanın tamamlanması ile birlikte Amerika kimliği tam anlamıyla oturtulmuştu. Amerikan bayrağında bulunan 50 yıldızın her biri bir eyaleti temsil etmekteydi. (ABD Bayrağı Kırmızı, beyaz ve mavi renklerden oluşur. Toplamı 13 olan şeritlerin altısı beyaz, yedisi kırmızıdır, ülkenin kuruluş döneminde Birleşik Krallık’a başkaldıran Onüç Koloni’yi simgelerler. Sol üst köşedeki mavi dikdörtgenin içinde ülkenin eyaletlerini simgeleyen 50 adet beyaz yıldız vardır.Y.N.)
İlk defa seçimle gelen bir başkan ülkeyi anayasa çerçevesinde yönetiyordu. Bu adımlar Dünyayı Fransız Devrimine doğru götürecektir. Amerika’nın bağımsızlığı ardından özgürlük, insan hakları ve adil yargılama gibi vazgeçilmez insani haklar akıllarda yer almaya başlamıştı. Amerika iç zenginliği ve uyum içinde giderek yükselen refahı hızlı bir sanayileşme ile ivme kazanmıştı.
1861-1865 yılları arasındaki Amerikan İç Savaşı’nda parçalanma tehdidi atlatmasına rağmen 19. yüzyıldan itibaren hızla sanayi hamlesini tamamlamaya çalıştı. Bunu yaparken mümkün olduğunca diğer kıtalardaki savaşlara taraf olarak katılmaktan sakındı. 20. yüzyılda baş gösteren ve dünyayı baştan aşağı kavuran I. Dünya Savaşı esnasında Amerika biraz arabulucu birazda genç karakteri ve güçlü sanayisiyle İtilaf Devletleri safında savaşa girdiğinde bütün savaşın kaderi değişmişti. ABD, savaşın galibini çoktan belirlemişti ve İttifak Kuvvetleri ağır bir yenilgi ile ardı ardına her biri parçalanma anlamına gelen antlaşmaları imzalamaya başlamışlardı.
İşte kısaca ABD’nin kuruluşu ve 13 Koloninin hikayesi.