AKŞEMSEDDİN KAYBOLUYOR
Fatih Sultan Mehmed Han, Akşemseddin’i daha fazla yanında tutmak istiyordu. Bunu sezen Akşemseddin bir gün ortadan kayboldu. Tüm ısrarlı aramalara rağmen bulunamıyordu. Nihayet Ereni üç gün sonra, Edirnekapı yakınlarında bugün Akşemseddin Mahallesi olarak da bilinen virane bir yerde, yıkık dökük bir mescitte kendinden geçmiş bir halde ibadet ederken buldular. O zamandan beri bu yöreye, onun ismine saygıdan “Akşemseddîn Mahallesi” denilir. Binbir rica ve minnetle ünlü sahabe padişahın yanına geri döndü.
VE MÜSAADE İSTİYOR
Akşemseddin, bilimde ve tasavvufta olduğu gibi, tıp ve eczacılık alanında da büyük bir üne sahipti demiştik. Bu özellikleriyle ilgili olarak, İskoç oryantalist Elias John Wilkinson Gibb (1857-1901), History of Ottoman Poetry adlı eserinde, Akşemseddin’in tıp alanındaki ilmini, Hacı Bayram Veli ile beraber olduğu yıllarda elde ettiğini kaydetmekte ve kendisinden âlim ve mübarek bir kimse diye söz etmektedir. Hazret, Fetih’den sonra tekrar kendini ilme vermek ve gözlerden uzak olmak istiyordu. Bunun için Padişahın tüm ısrarlarına rağmen o İstanbul’da kalıp göz önünde olmayı değil, gözlerden uzakta “ibadetle, tıp ilmiyle” uğraşmayı seçti. Zira İstanbul’un fethinden sonra halk içinde iyice tanınmaya başlayan Akşemseddin bundan aslında hiç de hoşnut değildi. Öyle ki, bir an önce memleketi Göynük’e gidip gönül verdiği şeylerle uğraşmak kendisinin en büyük idealiydi.
Akşeyh, Fatih Sultan Mehmet’in fetihten sonra kendisine ödül olarak vermek istediği hazineleri, unvanları, mevkileri kabul etmedi ve göz bebeği padişahıyla vedalaşarak Göynük kasabasına sırtındaki cübbe ve başındaki kavuğu ile döndü.
15 Ağustos 1459 (16 Şubat 1459 ?) tarihinde henüz 70 yaşındayken ruhunu Rahman’a teslim eder. Göynük’teki türbesi vefatından beş yıl sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılır.
BİR DE YANLIŞ BİLİNEN DOĞRU
Akşemseddin’i anlatan çeşitli resimlere baktığımızda, genelde kendisini hep “Ak Sakallı” olarak görürüz. Hâlbuki kaynakların bildirdiğine göre gerçek bu resimlerdekinin tam tersiydi yani Akşemseddin “sakallı değildi” üstelik köseydi. Peki, kendisine neden “ak” deniyordu. Ak denilmesinin sebebi günümüzde “albino” adını verdiğimiz bir hastalıktan dolayı kaş ve kirpiklerinin hatta vücudunun da bazı bölgelerinin bembeyaz olmasındandı. Bir rivayete göre de sürekli beyaz giyiniyordu. İşte yukarıda bahsettiğimiz ikinci ilginç husus da bu.
VE BİRKAÇ KERAMET..
Akşemseddin hazretlerine; “İstanbul’un fethedileceği zamanı nasıl bildin?” diye sorulunca, şöyle cevap vermiş; “Kardeşim Hızır ile, ilm-i ledünniyye üzere İstanbul’un fetih vaktini çıkarmıştık. Kale fethedildiği gün, Hızır’ın, yanında evliyadan bir cemaatle hisara girdiğini gördüm. Kale fetholunduktan sonra da, Hızır kardeşimi kalenin üzerine çıkmış oturur hâlde gördüm.”
Fatih Sultan Mehmed Han, fetihten sonra hocası Akşemseddin’e, son taarruzun başladığı sırada; “Yâ Fakîh (Fıkıh bilgini) Ahmed” diyerek Fakîh Ahmed’den himmet taleb etmesini söylediğini hatırlatarak; “Fakîh Ahmed kimdir ki; tazarru (yalvarma, yakarma) ve niyâz eyledim? Himmetini istedim? Allahü teâlâyı tazarru etmiş olsa idim evlâ değil mi idi?” diyerek, sebebini sordu.
Eren bu suale; “O sırada Fakîh Ahmed, kutb (tasavvufta en yüksek mevkiye ulaşmış kişi), sâhib-i tasarruf (Gerçek tasarruf sahibi olan, her işi kendi istek ve kurallarına göre idare eden Allah) idi” cevabını vererek, Allahü teâlânın yardımını, onun vasıtasıyla ve onun bereketi ile gönderdiğini ve onun da himmet ettiğini söylemiştir. Aslında onun “Fakîh Ahmed” dediği kendisiydi. Fakat tevazuunun çokluğundan, şöhretten kaçıp, kendisini gizleyerek böyle konuşmuş, gayet arifane bir tavır takınmış olduğu rivayet edilmiştir.
Akşemseddin mürşit aramak için İran’ı ve Maveraünnehri dolaşır. Aradığını bulamayarak Anadolu’ya döner. Ankara’da Hacı Bayram-ı Velî’nin yanına gelir. Fakat Şeyhin dükkân dükkân dolaşıp para topladığını görünce “Evliyâ para mı toplar” diyerek oradan ayrılır. Mısır’a doğru yola çıkar. Haleb’e vardığı gece bir rüya görür. Rüyasında, boynuna bir zincir takılıdır ve zincirin ucu Hacı Bayram Hazretlerinin elindedir. Bu rüya üzerine, Akşemseddin derhal Ankara’ya döner.
Ankara’ya geldiğinde Hacı Bayram-ı Velî’*(1352-1430) nin talebeleriyle ekin biçmeye gittiğini öğrenir. Tarlaya gider. Fakat Hacı Bayram hazretleri ona iltifat etmez. O da diğer talebelerle birlikte ekin biçmeye başlar. Yemek vakti geldiğinde, insanların ve orada bulunan köpeklerin yiyecekleri ayrılır. Hacı Bayram-ı Velî, talebeleriyle yemek yemeye başlar. Akşemseddin de köpeklerin yanına yaklaşır, onlarla beraber yemeye başlar. Bu hali gören Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri, Akşemseddin’i yanına çağırıp kendi sofrasına oturttur. Sonra ona; “Zincirle, zorla gelen misafiri, işte böyle ağırlarlar” der. Bu olay Akşeyh’in aldığı ilk dersi olacaktır.
Akşemseddin bundan sonra hocasının yanından hiç ayrılmaz. Sultan II. Murad’a Hacı Bayram-ı Velî’yi şikâyet ederler. Hacı Bayram-ı Velî de Akşemseddin’le birlikte Edirne’ye gider. Sultan II. Murad görür görmez bu iki erenin değerini anlar ve sarayın kapılarını açar. Fatih Sultan Mehmet (II. Mehmet) henüz beşiktedir. Bir gün sohbet esnasında Sultan II. Murad “Fetih bizlere müyesser olacak mı?” diye sorar. Hacı Bayram-ı Velî de “Siz ve biz bunu göremeyiz; ama fethi görmek şu küçük şehzade ile bizim köseye nasip olacaktır” der.
Sultan II. Murat, küçük şehzadenin eğitimini Molla Gürani* (1410-1488) ile Akşemseddin’e verir. Fatih Sultan Mehmet tahta geçtiğinde Akşemseddin’i de yanına alır. İstanbul’un fethine maddi ve manevi tam bir hazırlık yapar.
Kur’ân-ı Kerim’in Sebe Suresi’nin 15. ayetini yorumlayan Akşemseddin, bu ayette geçen “Beldetün Tayyibetün” yani “Güzel Belde”nin İstanbul olduğunu bildirerek ebced hesabı ile 1453 tarihinde fethin gerçekleşeceğini müjdeler.
- Hacı Bayram-ı Veli, Türk mutasavvıf ve şair. Safevî Tarikâtı büyüklerinden Hoca Alâ ad-Dîn Ali Erdebilî’nin talebelerinden olan Şeyh Hâmid Hâmid’ûd-Dîn-i Veli’nin müridi ve Bayramîyye Tarikâtı’nın kurucusudur. Türbesi, Ankara’da Hacı Bayram Câmii’nin bitişiğinde bulunmaktadır.
- Molla Gürani. Şafii mezhebine bağlı din âlimi, müderrris, kadı, kazasker, şehzade hocası, Osmanlı Devleti müftüsü ve dördüncü şeyhülislamı. Tam ismi, Şemsuddin Ahmed bin İsmâil bin Osman Gürânî’dir. Molla Gürani Osmanlı Sarayı ve halkı tarafından çok sevilen ve sayılan değerli bir şahsiyetti.
MÜRİDLERİNİ KURBAN EDİYOR…
Hacı Bayram-I Veli Edirne’den Sultan II.Murad’ın büyük iltifatlarıyla ve fermanıyla geri döner. Sultan bu fermanda Hacı Bayram-ı Veli Hz.’lerinin öğrencilerinin yalnız ilim ile meşgul olmaları için onların vergi ve askerlikten muaf tutulduğunu bildiriyordu.Bunu duyan pek çok kişi Allah rızası için değil de sadece şahsi çıkar için gelip Hacı Bayram-ı Veli Hz.’lerine öğrenci olmaya başladılar. Sonunda devletin Ankara civarından topladığı vergilerde düşüş oldu. Gelir azalınca Ankara’yı yönetmede bir takım mali problemler ortaya çıktı ve askeri düzen bozuldu. Bunun üzerine Sultan, Hacı Bayram-ı Veli ‘den öğrencilerinin listesini rica etmek zorunda kaldı. Hacı Bayram-ı Veli de öğrencilerinden bugünkü Etnoğrafya Müzesinin bulunduğu Kanlıgöl’de toplanmaları istedi. Kanlıgöl’de büyük bir kalabalık toplandı.Herkes nasıl bir imtihan olacağını merakla bekliyordu.Meydana büyük bir çadır kurulmuştu. Öğrencilerine; “Dervişlerim, müridlerim.. Bana beni seven öğrencilerimi bugün burada kurban etmem emrolundu. Canını, malını, bana feda eden, çadıra girsin” dedi.
Ve elinde bıçakla çadırın önünde beklemeye başladı. Bu sırada topluluktan bir erkek kalabalığı yararak içeri girdi. Arkasından Hacı Bayram-ı Veli Hz.’leri de girdi. Herkes ne olacağını merakla bekliyordu. Çadırdan dışarı oluk gibi kan aktığı görüldü. Ardından çadıra bu kez bir kadın girdi. Yine dışarı kanlar aktı. Bunu gören halk dehşete kapılarak oradan kaçtı. Oysa Hacı Bayram-ı Veli içeri girenleri kesmiş değildi. Gece çadırın içine kimseden habersiz birkaç koyun bırakılmıştı ve kesilen işte bu koyunlardı. Hacı Bayram-ı Veli Hz.’leri dışarı çıkarak Sultana bir mektup yazdı ve gerçek öğrenci sayısının birbuçuk olduğunu bildirdi. (Neden bir buçuk? Hikayede çadıra bir erkek, sonra da bir kadın giriyor. Diğerleri çadırdan akan kanı görünce içeride adam kesiliyor diye kaçıyorlar. Hazretin sultana yazdığı mektupta birbuçuk öğrenciden bahsettiğini öğreniyoruz. Bu anlatılanlar elbette hurafe, yakıştırma. Peki bu birbuçuk öğrenci sayısına neden kimse takılmamış. Yoksa üzerinden asırlar geçse de bu halk hikayelerinde kadın yarım insan mı sayılıyor hala? )
EDİRNE ESKİ CAMİİ’DEKİ KÜRSÜNÜN HİKAYESİ
Hacı Bayram-ı Veli Hz. Edirne’de kaldığı süre içinde sık sık Sultan II. Murad ve vezirleriyle sohbet etmiş ayrıca halka da Eski Camii’den va’z etmişti. Hacı Bayram-ı Veli Hz.’lerine hürmeten va’z ettiği kürsü bugün bile kapalıdır ve kimse çıkıp va’z edememiştir. Üzerinde Arapça ‘Burası Hacı Bayram-ı Veli Hz.’lerinin makamıdır’ yazılıdır. Rivayete göre Sultan Ahmet Han (I.Ahmet) Edirne’ye gelir, camiyi gezer. Kürsünün neden kapalı olduğunu sorar, durumu anlatırlar.Cuma günü kürsüde va’z edeceğini söyler kürsünün açılmasını emreder. Kendisine bu geleneği bozmaması hatırlatılır. Ancak O dinlemez kürsüye çıkar, Besmele çekip va’za başlamak ister ancak bir türlü dilini kıpırdatamaz. Cemaat bekler bekler… Bir süre sonra Sultan I. Ahmed bu işe hem şaşırır hem de pişman olup kürsüden iner. O günden sonra kürsüye va’z için kimse çıkmaz.
BUNU BİZ İÇELİM ZARARI SAHİBİNE OLSUN
Hacı Bayram-ı Veli’nin Edirne’ye davetinin ihbar neticesinde olduğu belirtilmişti. Sultan II. Murad’la ilk görüşmesi sırasında ihbarı yapan vezir bir şerbet kasesinin içerisine kuvvetli bir zehir koyar. Daha sonra bu kaseyi içmesi için Hacı Bayram-ı Veli’ye ikram eder. Erenler kaseyi alır, Besmele çeker ve ‘Bunu biz içelim zararı sahibine olsun’ der ve üç yudumda şerbeti içer. Vezir sanki kendi koyduğu zehiri içmiş gibi birden zehirlenme belirtileri gösterir ve şiddetli bir karın ağrısıyla yere yıkılır ve ruhunu teslim eder. Rivayetlere göre vezirlerden Mahmud Paşa ve hatta Sultan II.Murad, Hacı Bayram-ı Veli Hz.’lerine bağlanmış ve müridi olmuşlardır.
İSTANBUL’U ŞU BEŞİKTE YATAN ÇOCUK FETHEDECEK
Sultan II. Murad Hacı Bayram-ı Veli ile Edirne’de bulunduğu süre içinde sık sık görüşmüş O’na dünya ve ahiret hayatına dair merak ettiklerini sormuş tavsiye ve görüşlerini almıştı. İstanbul’un fethi Sultan II.Murad Han için çok önemliydi. Peygamberimizin (SAV) ‘Kostantiniyye mutlaka feth edilecektir, O’nu feth eden kumandan ne güzel kumandan, feth eden asker ne güzel askerdir’ hadisi gereğince hep İslam komutanlarının ilgi odağı olmuş ancak yapılan kuşatmalar başarısız olmuş ve şehir henüz alınamamıştı. Sultan II.Murad da Peygamberimizin bu övgüsünü kazanmak için İstanbul’u alma planları yapıyordu. Hacı Bayram-ı Veli ile bir görüşmesi esnasında bir beşik getirdiler Hacı Bayram-ı Veli’nin yanına itina ile koydular. Erenler beşiğe dikkatlice baktı ve Fetih Suresini orada bulunanların işiteceği bir sesle okumaya başladı.
Herkes hayretler içinde kalmıştı. Çünkü beşikte kim olduğunu bilmeden bu süreyi niçin okuduğuna bir anlam veremiyorlardı. Okumayı bitirdikten sonra; “Bayezid Han amcanız ve sizin muhasaranız zamanında elden gelen yapılmıştır. Ancak bazı hatalar yapılmış fetih gerçekleşememiştir. “Sultanım sen Konstantiniyye’yi alamayacaksın, ama mutlaka alınacaktır. Bunu ben bile göremeyeceğim. Orası şu beşikte yatan çocuk ve bizim Akşemseddin tarafından alınacaktır’ dedi.
Sultan II.Murad Han bu büyük müjdeyi alınca çok sevindi. Beşikte yatan çocuk oğlu şehzade Mehmet’ti. Daha sonra Akşemseddin Şehzade Mehmet’in hocalığını yaptı. 1453’de İstanbul’un fethi esnasında Sultan Mehmet’in yanında bulunarak hem Sultana hem de orduya manevi destek verdi.
İstanbul’un Fethi taktiksel anlamda büyük bir askeri başarıdır. Büyük hazırlıklar yapıldıktan sonra kuşatma başlamıştı. Sultan Mehmet ordusunu üç kısıma ayırmıştı. İlk günlerde gönüllüler Bizans surlarına karadan saldırıyor denizden de donanma göstermelik hücumlar yaparak Bizans Ordusunu yerlerinde tutuyordu. Bu şekilde Bizans surlarının ve ordusunun yıpranması amaçlanmıştı. İlerki aşamalarda Osmanlı Ordusuna yardıma gelen Türk Beyliklerinin (Karamanoğlu, Aydınoğlu, İsfendiyaroğlu) askerleri devreye girdi. En son aşama da ordunun asıl kuvvetleri savaşa katıldı. O ana kadar Osmanlı Ordusunun eğitimli birlikleri (Yeniçeriler) hiç savaşa katılmayarak yıpranmamışlardı.
Ancak kuşatmanın uzaması ve bir netice elde edilememesi devlet adamlarını ümitsizliğe düşürmüştü. Bizanslılar su kuyularını zehirlemişti, ordunun suyu tükenmek üzereydi. Avrupa’dan asker ve erzak getiren gemiler Osmanlı Donanmasının müdahalesine rağmen şehre girmiş Bizanslılar bu yardımla büyük sevinç yaşamışlardı. Sultana gelen bazı devlet adamları; “Bir dervişin sözüyle bu kadar asker kaybettik, bütün hazineyi tükettin. Bizansa yardım geldi ve fetih ümidi artık kalmadı” dediler. Bunun üzerine Sultan Mehmet Veziri Veliyüddin Ahmet Paşayı Akşemseddin’e yollayarak “Şeyhe sor, kalenin fethi ve düşmana zafer kazanma ümidi var mıdır?” dedi. Akşemseddin cevabında fethin olacağına dair inancını belirtti. Sultan Mehmet bu cevapla yetinmedi vezirini tekrar yollayarak; “Vaktini tayin etsin” dedi. Akşemseddin bir süre düşünmeye daldı.Başını eğip Allah Teala’ya yalvardı. Sonra; “Bu senenin Cemaziyelevvel ayının yirminci günü, seher vaktinde, inanç ve gayretle filan tarafa yürüsünler. O gün feth ola. Konstantiniyyenin içi ezan sesiyle dola” dedi.
Akşemseddin’in tarif ettiği yer bugünkü Topkapı surlarıydı. Akşemseddin o gün bir çadır kurdurarak içeri kimsenin alınmamasını emretti ve Allah’a secdeye kapanarak dua etti. Gerçekten de o gün Osmanlı Ordusu sabah saatlerinde Topkapı surlarından şehrin içine girdi. Böylece İstanbul’un fethi ve Peygamber efendimizin büyük mucizesi gerçekleşti.
VEREN EL ALAN ELDEN..
Hacı Bayram-ı Veli her sene Ramazan ayında öğrencileri ile çarşıya çıkıp esnaftan, ticaret yapanlardan zekat ve sadakalarını topladığı, daha sonra bunları yardım amacıyla kullandığı Hacı Bayram-ı Veli’nin Hayatı’nın anlatıldığı tüm eserlerde anlatılır.
Yine bir ramazan ayında zekat toplamakta iken zengin bir ağa gelerek Erenler’i ve öğrencilerini durdurdu. Belindeki kuşağı çözdü ve içindeki bütün altınları para toplanan keseye boşalttı. İçinden de Peygamberimizin; “Veren el, alan elden üstündür” hadisi şerifini hatırlayıp, ben Hacı Bayram-ı Veli’den daha hayırlıyım diye düşünüverdi. Hazrete adamın bu düşüncesi hemen malum oldu. Ve o zatı; “Hayır efendi, burada veren el, alan elden hayırlı değildir. Çünkü burada alan el kendine almıyor. Başkalarına dağıtmak için alıyor. Burada alan el, veren elden hayırlıdır” diyerek uyardı.
VEFATI
Hacı Bayram-ı Veli Hz.’lerinin Ankara’da vefat etmek üzere iken son sözleri; “Benim namazımı Akşemseddin kıldırsın ve cenazemi yıkasın, bu haberimi O’na iletirsiniz” oldu. Ve sonra vefat etti. O sırada Akşemseddin orada değildi ve nerede olduğunu kimse bilmiyordu. Öğrencileri ve Hacı Bayram-ı Veli Hz.’lerinin yakınları merak ve hayret içinde ne yapacaklarını düşünmeye başladılar. Bazı kimseler; “Hacı Bayram-ı Veli Hz.’lerinin bu sözleri ölüm anında kendini bilmeden söylenmiş sözlerdendir, bu sözlere pek itibar edilmez” dediler. Kimse o esnada ne yapacağını tam bilemiyordu. O anda Akşemseddin geliyor diye bir ses işitildi. Halk bir andakarşılarında beliren Akşemseddin’i karşıladı ve olanları anlattı. Bunun üzerine Akşemseddin vasiyet üzerine Hacı Bayram-ı Veli Hz.’lerini yıkadı ve cenaze namazını kıldırdı.
KİLİTLER KIRILDI
Türbelerin kapatılma kararı çıktıktan sonra, her yere olduğu gibi Hacı Bayram-ı Veli Hz.’lerinin de türbesine kilit vurulmuştu. Fakat sabah türbenin önünden geçenler kilidin kırılmış kapının da ardına kadar açılmış olduğunu gördüler. Olayın bir kaç defa tekrarlanması üzerine ilgililerden biri, “Böyle şey olmaz, bu kapıyı elbette bir açan var” diyerek türbe önünde iki polis görevlendirmiş. Onlara; “Kapıyı sabaha kadar bekleyin, gözetleyin, kapıyı kim açıyorsa hemen yakalayın” emri verilmiş.
Polisler aldıkları emir gereğince türbenin önünde sabah ezanı okununcaya kadar beklemişler. Sabah vakti aniden kilidin çıkardığı kırılma sesi ile irkilmişler. İşte o anda açılan kapıdan Hacı Bayram-ı Veli Hz.’lerinin tebessüm ederek kendilerine baktığını görmüşler. Türbeyi bekleyen polislerden biri şaşkınlıktan düşüp bayılmış, diğerinin de dili tutulmuş. Bu olaydan sonra hiç kimse kapıda nöbet tutmaya cesaret edememiştir.
Evet bu yukarıda anlattıklarımız Hacı Bayram-ı Veli’nin hakkındaki deyişler, hikayeler, halk anlatıları. İleride Hazret’in yaşamıyla ilgili bazı yeni bilgilerle donatılmış yazımızı da yayımlayacağımızı bildirir, yeniden asıl konumuz Akşeyh’e dönelim.
AKŞEMSEDDİN’İN ESERLERİ…
Akşemseddin’in eserlerinin büyük bir kısmı tasavvufla ilgilidir. Bu eserlerin başlıcalarını şöyle sayabiliriz.
- Risâletü’n-nûriyye: Sadece Nûriyye olarak da anılan bu Arapça eser, devrinde şöhreti çok yaygınlaşan ve bu sebeple hakkında bazı dedikodular çıkarılan Hacı Bayrâm-ı Velî ve dervişlerini savunma maksadıyla yazılmıştır. Akşemseddin eserinde, “tâife-i nûriyye” adını verdiği sûfîleri müdafaa ederek onların özelliklerini, tasavvufî ahlâk ve adadı anlatır. Kitapta geçen tarihlere bakarak eserin 838-841 (1434-1438) yılları arasında kaleme alındığı söylenebilir.
- Defʿu meṭâʿini’ṣ-ṣûfiyye: Kısaca Defʿu meṭâʿin adıyla da anılan bu kitap bazı kaynaklarda Hall-i Müşkilât olarak zikredilmektedir. 856 (1452) yılında Arapça olarak kaleme alınmıştır. Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve benzeri bazı büyük mutasavvıfların küfür ve ilhadla (İslam dinine ve Kuran’ın koyduğu kaidelere karşı gelme) itham edilmelerine karşı onların sözleriyle Kuşeyrî, Gazzâlî, Cüneyd-i Bağdâdî, Necmeddîn-i Kübrâ gibi tanınmış ulemâ ve meşâyihin (şeyhler, veliler) sözleri arasında bir fark olmadığını, ikincilerin eserlerinden nakiller yaparak göstermekte ve hepsinin aynı yolda bulunduklarını ispata çalışmakta ve yöneltilen ithamları reddetmektedir. Kaynaklarda eserin Telḫîṣu Defʿi meṭâʿin adıyla bir hulâsasından bahsediliyorsa da şimdiye kadar böyle bir esere rastlanmamıştır.
- Makāmât-ı Evliyâ:“Mürşid kimdir, makām-ı velâyet nedir ve dereceleri nelerdir” gibi tasavvufî konuları işleyen Türkçe bir eserdir.
Risâle-i Zikrullah, Risâle-i Şerh-i Akvâl-i Hacı Bayrâm-ı Velî ve Risâle fî devrâni’s-sûfiyye adlı eserlerinden bahsedilmekteyse de günümüze dek bu eserler bulunamamıştır. Bazı kütüphane kataloglarına değişik isimlerle geçmiş bazı eserleri üzerinde yapılan ciddi incelemeler, bunların Defʿu meṭâʿin ve Risâletü’n-nûriyye’nin çeşitli bölümleri olduğunu ortaya koymuştur.
Bu saydıklarımıza ilaveten, Akşemseddin’in Fâtih’e yazdığı iki mektubu bilinmektedir. Bunlardan biri Halil İnalcık, diğeri ise Bursalı Mehmed Tâhir tarafından yayımlanmıştır. Ona nisbet edilen ve yaklaşık kırk beş beyitlik Türkçe manzum bir risâle olan Nasîhatnâme-i Akşemseddin’i ise A. İhsan Yurd, Süleymaniye Kütüphanesi nüshasına (Mihrişah Sultan, nr. 443/3) dayanarak neşretmiştir (İstanbul 1972). Kemal Eraslan da Akşemseddin’in yazma bir mecmuada bulduğu otuz sekiz şiirini imlâ özellikleri ve açıklamalı sözlüğüyle birlikte yayımlamıştır. Mâddetü’l-hayât veya Mâidetü’l-hayât’ın ona aidiyeti tartışmalı olmakla beraber araştırmacıların çoğu bunun Akşemseddin’in eseri olduğunu kabul etmiş görünmektedir. Bu eserin geç tarihlerde kopya edilmiş pek çok nüshası vardır. En eski tarihli nüsha, 1096 (1685) yılında kopya edilen Ali Emîrî yazmasıdır.
ŞEMSİYYE-İ BAYRAMİYYE – BAYRAMİYYE TARİKATI NEDİR) KURUCUSU KİMDİR? İNANÇLARI NELERDİR?
Hacı Bayram Veli tarafından kurulan, sessiz zikri esas alan Nakşilik ile sesli zikri alan Halvetiliğin birleştirilmesinden oluştuğu kabul edilen tarikat. Ankara’da kurulan ve Anadolu’nun dini ve milli kültürü üzerinde etkisi bulunan bu tarikatın Hz. Ebubekir ve Hz. Ali’ye dayanan iki ayrı silsilesi vardır. Silsilenin birincisi geriye doğru şöyle seyretmektedir. Hacı Bayram Veli Hamidüddin Aksarayi, Şadi Rumi, İbrahim Basri, Süleyman lskenderani, Hasan Esterabadi, Mahmud Basri, Sadeddin Bağdadi, lshak Harzemi, Süleyman Buhari, Süleyman Isfahani, Ahmed Horasani, Ebül Hasan Cürcani, Musa Bistami, lbrahim Hindi, Bayezid-i Bistami. Bu silsile Hz. Ebubekir ile birleşerek Hz. Peygamber’e ulaşmaktadır.
Diğer silsilenin geriye doğru seyri ise şöyledir: Hacı Bayram Veli, Hamidüddin Aksarayi, İbrahim ErdebiG, Alâeddin Erdebili, Sadreddin Musa Erdebili, lbrahim Zahid Gilani, Cemaleddin Tebrizi, Ş.Muhammed Tebrizi, R. Muhammed Nahhasi, Kutbuddin Ebheri, Ebunnecbi Sühreverd, ömer Bekri, Muhammed Bakri, Muhammed Dineveri, Cüneyd Bağdadi. Bu silsile de Hz. Ali ile Hz. Peygamber’e varmaktadır.
Bayramilik, Nakşilik ile Halvetilik’in birleşmesinden oluşmuştur dedik, ancak Nakşilik’in etkisi daha azdır. Hacı Bayram’ın şeyhi olan Hamidüddin Aksarayi (Somuncu Baba) İran’ın Erdebil Eyaleti taraflarında tasavvufi eğitimini tamamladıktan sonra Anadolu’ya gelerek mürşitlik görevine başlamış ve bu sıralarda Ankara’da “Numan” adı ile müderrislik vazifesini sürdüren Hacı Bayram’ı yanına çağırarak batın ilimleri eğitimine ikna etmiştir.
Hacı Bayram Veli’nin kurduğu tarikat Sünni inançta olup Halvetilerin sesli zikir geleneğine bağlıydı. Tekkede veya bir mecliste bir araya gelip on iki rekâtlık bir (teheccüd) – yatsı namazı ile fecr-i sâdık arasında bir müddet uyuyup uyandıktan sonra kılınan nâfile namazı- namazından sonra bir zikir halkası oluşturmak, kudüm çalarak çarşıyı dolaşmak ve bu arada muhtaçlara yardım toplamak Bayramiyye geleneklerindendi. Hatta yukarıda da belirttiğimiz gibi Akşemseddin, tarikata girmek için Ankara’ya gelmiş, fakat Bayramilerin çarşıda yardım topladıklarını ve kudüm çaldıklarını görünce vazgeçip geri dönmüştü. La ilahe illallah ibaresi Bayramilerin zikir sözü idi. Zikir sırasındaki geleneklerinden biri de gözleri kapamak, nefesi tutmak, başı sağa ve sola sallamaktı. Buna gönüle varmak diyorlardı.
Bayramiliğin diğer tarikatlardan farkı özellikle Vahdeti Vücud (Sufi Metafiziği) konusundadır. Bayramilikte vahdeti vücuda bağlanmak, inanmak esası oluşturur. Diğer tarikatların çoğunda vahdeti vücud tarikata girişin sonunda varılan bir netice iken, Bayramilerde daha girişin başında vahdete inanmak ve zamanla bunu oluş haline getirmek gerekiyordu. Bayramilikte çok önem verilen bir husus da yine vahdeti vücudla alakalı bir inanç silsilesi ifade eden birlenme idi. Bunda sırasıyla Fikirlerin birlenmesi, Sıfatların birlenmesi, nihayet Zatın birlenmesi birbirini izliyordu. Yani, sırasıyla her şeyin failinin Allah olduğu, Allah’ın sıfatları ile zuhur ettiği, aslında Allah’tan başka gerçek varlık bulunmadığı ifade edilmiş oluyordu. Bu tevhid anlayışına fazlasıyla önem verilirdi. Hacı Bayram bu tevhid mertebelerini Bilmek, Bulmak, Olmak halleriyle açıklamıştır.
Bayramilik’in tarikat olarak esasları cezbe, muhabbet ve sırri ilahi olarak özetlenebilir. Ahilikte olduğu gibi, Bayramilik tarikatında da, tarikata giren bütün derviş ve müridlerin kesinlikle bir işle, bir zenaatla meşgul olmaları zorunlu idi. Diğer çalışma kolları da olmakla beraber ağırlık ziraatteydi. Hacı Bayram Veli başlarında olmak üzere bütün dervişler ekim ve hasad dönemlerinde, sabah namazından sonra başlayarak gün kararıncaya kadar tarlalarda çalışırlar, ancak namaz ve yemek zamanlarında işlerine ara verirlerdi. Hastalığa tanınan ayrıcalık dışında boş duran derviş görülmezdi. Ahiler Ankara ve yöresinden odaklaşarak başlayan ve hemen bütün vilayetlere yayılan Bayramiyye tarikatına girmek suretiyle geleneklerini sürdürmek olanağını bulmuşlardır. Bu çalışma imkânı yüzünden Hacı Bayram’ın müridleri II. Murad döneminde fazlasıyla artmış, yetkililer endişe duyarak durumu Edirne’deki padişaha bildirmişlerdir. Fakat babası Çelebi Mehmed döneminde, Şeyh Bedreddin olayını bizzat küçük bir şehzade olarak yaşamış bulunan tasavvufa yatkın tabiatlı II. Murad, endişe duyulacak bir husus bulunmadığını, aksine memleketin çalışma hayatı lehine bir durumun bahis konusu olduğunu anlamış, Hacı Bayram’la dostluk kurmuştur.
Hacı Bayram’ın ölümünden sonra Bayramilik iki büyük kola ayrıldı. Bu ayrılmada meşrep ve mizaç farklılıklarının da etkisi oldu. Aslına sadık Bayramilik, Hacı Bayram’ın seçkin halifesi, Fatih’in hocası tabip Akşemseddin tarafından sürdürüldü. Bu kola Şemsiyye-i Bayramiyye adı verildi. Diğer halife Ömer Sikkini, halk içindeki ismiyle Bursalı Bıçakçı Ömer Dede ise Melamiyye-i Bayramiyye kolunu kurdu. Berikilerin sesli zikri esas almalarına karşılık bunlar, sessiz zikir ve melâmet (nefsi kınama geleneği) eğilimini sürdürdüler.
Bayrami Melamiliğini, Ayaşlı Bünyamin, Pir Ali, İsmail Maşuki, Ahmed Sarban, Hüsameddin Ankaravi, Şeyh Bali devam ettirdi. Mensuplarından bazılarının fikirlerindeki coşkunluk, resmi makamların zaman zaman sert tepkilerine sebep oldu, içlerinden bazıları idam edildi.
Bunlardan başka Bayramilik’in Tennûriye, Himmetiye, İseviyye, Hamzaviyye kolları da kendi etki derecelerinde varlıklarını sürdürdüler. Aziz Mahmud Hüdai’nın kurucusu olduğu Celvetilik, Bayramilik’in fazla fark göstermeyen değişikliklerle devamı sayılır.
MELİK TUBBA’NIN HİKAYESİ…
Yemen padişahlarına, Melik Tubba derlerdi. Bu Melik Tubba’lardan birinin adı, “Esad” idi, Künyesine de, “Ebu Kerb” denirdi.
İki Nasranî (Hıristiyan, İsevi) bilgini, Yemen Meliki Esad’a Peygamberimiz Muhammed Mustafa’nın (SAV) üstün vasıflarını, güzel haberlerini anlattılar. Resulûllah Efendimizi bu iki bilginden iyice öğrenen Melik Esad mübarek yüzünü görmeden Peygamberimize âşık oldu. Ve o bilginlere bu şanı, şerefi âlemlere yayılacak olan peygamberi görüp göremeyeceğini sordu. Onlar bunun mümkün olmadığını, Hz. İsa Aleyhisselâm’ın verdiği habere göre, 400 sene kadar bir zamana ihtiyaç olduğunu bildirdiler. Melik Esad kendilerine “Hiç olmazsa, onun zuhur edeceği yeri söyleyin de bir nişan bırakayım” dedi.
Bilginler şöyle anlattılar: “Mekke’de doğacaktır. Orada kendisine peygamberlik gelecektir. Mekke’de kavminden eza gördüğü zaman Allah’ın emri ile Medine-i Münevvere’ye hicret edecektir. Şeriatını da burada açıklayacaktır. Onun dini, doğudan batıya kadar yayılacaktır. Dünyayı iman nuru ile dolduracak, küfür ehlini ezip yok edecektir. Ve orada ebedî âleme teşrif edecektir.”
Bu haberi alan Melik Esad, Resulûllah Efendimizin sevgisiyle Mekke-i Mükerreme’ye gelip Kâbe’yi ziyaret etti. Ve ayrıca Kâbe’ye ilk örtüyü örten de Melik Esad’dır. Yedi çeşit örtüyle örttü. Gerek Mekke’de, gerekse Medine’de pek çok hayırlar yaptı; ihsanlarda bulundu. Ve Medine’de bir ev satın alarak çocuklarından birini oraya yerleştirdi. Ona bir de mektup bıraktı. Mektupta şunlar yazılıydı: “Yâ Resûlallah! Senin vasıflarını, dinini, şevketini, ümmetinin cümle ümmetlerden hayırlı olup Allah katında cümleden makbul ve mükerrem olduğunu ehl-i kitaptan (kendilerine kitap inenlerden) işittim, görmeden sana âşık oldum. Nübüvvet ve risâletini tasdik, dinini ihtiyar, ümmetliğini kabul ettim. Ancak, zaman-ı saadetine erişmek mümkün olmadığı, ömrüm vefa etmediği için zarurî olarak cenâb-ı saadet meabınızdan (sığınılacak yer) niyaz ederim, beni kabul buyurun. Kıyamet günü sancağınızın altına alarak ümmetinizin arasına katın.”
Mektubu anberle birkaç yerinden mühürleyerek ipeklilere sardıktan sonra küçük bir kutuya yerleştirip oğluna teslim etti ve şöyle bir vasiyette bulundu:“Ömrün tamam olduğu zaman bu kutuyu oğluna teslim et. O da kendi oğluna teslim etsin. Muhammed Mustafa (SAV), nübüvvet ve risâletle şerefyab olup kavminin eziyetinden dolayı izzet ü ikbâl ile buraya hicret edip teşrif buyurduğu zaman kendisine verilmek üzere benim bu kutumu, birbirinize teslim edersiniz” dedi. Kendilerine bol miktarda para ve mal bıraktı.
Bugün Eyüp Sultan diye anılan ve kendi adının verildiği Eyüp ilçesindeki türbe-i saadetinde olan Ebu Eyyûb el-Ensarî Halid bin Zeyd, Melik Esad’ın yedinci göbekten gelen çocuğudur. Bu kutu kendisinde idi. Fakat büyük babasından kalan mallar bitmiş, fakirlik yakasına yapışmış olduğundan, başına binen geçim derdi, vasiyeti ve kutuyu unutturmuştu.
Hz. Peygamber Medine’ye teşrif ettiği sırada, hanımı Hz. Halid’e dedi ki: “Sen de öbürleri gibi kapının önüne yiyecek bırak. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in devesi bizim kapının önüne çöker de bu saadete biz ereriz.”
Hz. Halid hanımına şu cevabı verdi: “Mümkün değil. Bize gelinceye kadar nice evler var. Elbet onların birine çöker. Bu saadet bizim için imkânsız” dedi ve gözleri doldu.
Peygamber Efendimizin devesi, yuları boynuna bırakılmış, serbest olarak sağa, sola baka baka ilerliyordu. Etraftan deveye yiyecekler uzatılıyor, çökmesi için çağrılıyordu. Fakat deve hiçbirine iltifat etmiyordu. Halid bin Zeyd’in kapısı önünde hiçbir şey yoktu. Fakat Cebrail (a.s.) deveyi oraya çökertti.
Bunu görenler Halid bin Zeyd’in yanına koşup: “Hz. Peygamberin devesi senin evinin önüne çöktü, bu saadete sen erdin” diye müjdeledikleri zaman, Hz. Halid ve hanımı sevinçlerinden ağladılar. Hz. Halid hemen dışarıya çıkıp büyük bir sevgi ve saygı ile Efendimizi içeriye dâvet etti. Peygamber içeriye girince doğruca alt kattaki odaya gitti. Bunu gören Hz. Halid “Yâ Resûlallah, yukarıdaki odaya teşrif buyurun” diye yalvardı.
Resulûllah Efendimiz: “Bizi ziyarete gelenler için burası daha uygundur. Hemen sendeki emaneti getir” buyurdu.
Hz. Halid sordu: “Yâ Resûlallah, nasıl bir emanet?” Resulûllah Efendimiz “Büyük ceddin Melik Esad’ın kutu içindeki kâğıdını getir.”
Hz. Halid’in hatırına o zaman geldi. Hemen emaneti getirip teslim etti. Hz. Muhammed emaneti açıp okutturmadan önce şöyle buyurdu: “Dinimi seçtiğini, resûl olduğumu, ümmetimden olmayı kabul ettiğini, şânı yüce Rabbim kabul buyurdu. Ben de onu, ümmetliğe kabul ettim.”
Böylece oradakiler iki mucize birden görmüş oldular.
Peygamberimiz odada yemek yeyip istirahate geçti. Hz. Halid hanımına dedi ki: “Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın habibi, alt odada kalsın, biz onun üstündeki odaya nasıl ayak basalım?” Resulûllah’ın kapısı önünde uyumadan sabahladılar. Sabahleyin Resulûllah Efendimize: “Yâ Resûlallah! Yukarıya teşrif buyurun. Çünkü biz, sabaha kadar yüce zâtınıza tazim için uyumadık.”
Durumlarını Resulûllah Efendimize arz ettikleri zaman, şöyle buyurdu: “Yâ Halid! Yüce Hak, seni dünyada ve âhirette muazzez, mükerrem ve muhterem eylesin.”
Resulûllah Efendimizin duâsı dolayısıyladır ki; Hz. Halid’e gösterilen sevgi ve saygı hiçbir sahabeye gösterilmedi.
Hz. Peygamber, Hz. Halid’in evinde bir rivayette bir ay, başka bir rivayette de yedi ay kaldığı söylenmektedir. Bazıları ise, “Sefer ayına kadar” derler.
Peygamber duâsına mazhar olan, onu evinde misafir eden Ebû Eyyüb el-Ensarî, “ne güzel askerler”den olmak ümidi, Allah’ın dinini yaymak niyeti ile İstanbul surlarının önündeydi. Her ne kadar ellerinde kılıç da olsa, insanlara hakikatleri bildirmenin daha büyük bir cihad olduğunu bilen ve öyle de yapan Eyüp Sultan Hazretleri, oradakilere unutulmaz bir hatırasını nakletti.
O hatırayı, Ebû İmran anlatıyor: “İstanbul kuşatmasındaydık. Mısırlıların kumandanı Ukbe b. Âmir, Şamlıların kumandanı da Fedâle b. Ubeyd’di. Bu esnada şehirden büyük bir Rum ordusu çıktı. Biz de hemen onlara karşı savaş vaziyeti aldık. Müslümanlardan birisi derhal Rumlar üzerine hücum etti, aralarına daldı, sonra çıkıp yanımıza geldi. Askerler onun için: “Subhanallah!.. Kendisini tehlikeye attı” diye konuştular.
Ebû Eyyub el-Ensarî ayağa kalkarak şöyle dedi: “Ey insanlar! Siz bu âyeti böyle tevil ediyorsunuz ama, bu âyet yalnız bizim hakkımızda, Ensar hakkında indirilmiştir. Allah, dinini yücelttiği ve dinin yardımcıları çoğaldığı zaman, biz kendi aramızda birbirimize Resulûllah’tan gizli olarak: “Mallarımız zayi olmuştur. Artık mallarımızın yanında kalsak da zayi olanlarını tekrar yerlerine koysak” dedik.
Bunun üzerine Allah Teâlâ—bizim düşündüklerimize red olmak üzere: ‘Mallarınızı Allah yolunda harcayınız ve kendinizi tehlikeye atmayınız,’ (Bakara, 195) âyetini indirdi. Asıl tehlike, eksilen servetimizi telâfi için onların yanında kalmak istemekteydi. İşte bu sebeple Allah Teâlâ bize savaşı emretti.”
BİTTİ……