Hava müthiş soğuk, dün gece ara vermeden yağan kar, çöp kutularının boyunu aştı. Her yer bembeyaz, neyse ki rüzgâr yok, kar da daha seyrek yağıyor. Ben Timur ağabeyimin cam önündeki yatağının üstünde, hafif aralık perdenin arkasında sinmişim. Camı 1cm. kadar kaldırmış, elimde ip öylece bekliyorum. Camın altındaki boşluktan çıkan ip sokağı havadan kat ederek doğruca karşı bahçeye gidiyor, hemen duvara yakın vişne ağacının dibine. Hani rahmetli babam anlatırdı ya hep, ben doğduğumda gelin gibi bembeyaz tomurcuklanan o vişne ağacı. İşte o ağacın altında kısa bir sopanın kaldırdığı bir elek, o zamanlarda her evde, her mutfakta duvarda asılı olanlardan. Eleğin çevresinde birkaç ekmek kırıntısı var, ancak asıl ziyafet eleğin tam altında. Elimdeki ip eleğin bir tarafını havada tutan kısa sopaya bağlı. Planım son derece basit. Sürekli olarak bütün kış sabahları ekmek kırıntılarını attığım o karakuşları bugün yakalayacağım. Eleğin etrafındakileri yiye yiye farkında olmadan altına girecek, ben elimdeki ipi çeker çekmez hoop, sopa düşecek, elek kapanacak. Kuş yakalandı artık. Bu planımdan kurtuluş yok.. Ama bu karakuşlar da çok akıllı, bir türlü eleğin altına girmiyorlar, en ufak esintide gürrrr, havadalar. O gün çok beklemiştim, heykel gibi perdenin arkasında. Birkaç kere ipi çekmiştim ama, daha elek düşmeden uçup kaçıyorlardı.
Neyse ki, ikindi ezanı okunup bittikten sonra yaptığım operasyon başarılı olmuştu. Bir değil iki kuştu yakalanan. Pijamamın üzerine kalın pantolonumu, kazağımın üstüne de paltomu giydikten sonra hemen sokağa fırlamıştım. Hemen evin önündeki duvara yakın direğe sırtımı vererek duvarı çıktım ve Zeynep Hanım Teyzenin bahçeye atladım. Ne de heyecanlıydım. Eleğin telinden içeride kalan iki karakuşu görünce heyecanım daha da arttı. Fır fır dönüyorlar kurtulmaya, kaçmaya çalışıyorlardı. Heyecan ve telaşla eleği kaldırıp, birini alırken diğeri uçtu gitti. Avucumdaki bu karakuşu ilk kez bu denli yakından görüyordum. 20 cm. kadar uzun, başı ve vücudunun alt tarafları belirgin beyaz benekli, uzunca gagalı bir kuştu bu. Kalbinin korkudan küt küt atışını hissedebiliyordum. Demek o şamatacı sığırcık kuşu buydu. İlk kez tanışıyorduk, bu kadar yakından. Parmağımla tüylerini, kafasını yavaşça okşadım, bu soğuğa rağmen sıcacıktı. Sırtına bir öpücük kondurduktan sonra avucumu açtım, bir an durdu, şaşırmıştı, sonra bir ok gibi fırlayıp, koca çınarın dallarında oradan oraya zıplayan korodaki arkadaşlarına karıştı.
Sığırcık, saka, bıldırcın, çaylak, karga ve de baykuş. Ne alaka demeyin. Bunlar benim favori kuşlarımdı. Büyük Atatürk çocukluğunda tarlalarda kargaları kovmakla geçirirmiş günlerinin önemli bir bölümünü. Ben de bu saydıklarımla. Kuşlar o yıllarda bile benim için özgürlüğün simgesiydiler. İstedikleri zaman, istedikleri yere giderler, üstelik herkese de yukarıdan bakarlar, bazen sürüler halinde bazen ise yalnız, vakur. Evimizin karşısındaki büyük bahçeyle, caminin avlusundaki koca çınar onların dünyasıydı, tıpkı bizler gibi, ne var ki bizler aşağıda onlarsa yukarıdaydılar. Bazen biz duvarların tepesine, ağaçlara tırmanarak onlara yaklaşır, bazen de onlar yemlenmek için aşağıya iner bizim misafirimiz olurlardı. Hepsi değil tabii. Ben saka, çaylak ve de baykuşu aşağıda görmedim, hep yukarılarda, hep yükseklerdeydiler. Bir bakıma burnu büyük taifesindendi onlar.
Sığırcıklar göçmen kuşlar, eskisi gibi sık olmasa da yine de yaz hariç diğer mevsimlerde sıkça rastlıyoruz. Ne sesi ne de görünümü öyle ahım şahım değil, hele diğerleriyle karşılaştırıldığında. Baksanıza bilimsel adı da “adi, bayağı sığırcık” Sturnus Vulgaris. Faydalı mı, elbette.. Şehirdekiler bahçelerdeki, bostanlardaki, ağaçlardaki böceklerle beslenirler. Tohum da yer denmekteyse de şehirlerde ekili alan pek olmadığından olsa da öyle o kalabalık sığırcık sürülerini besleyemeyeceğinden, herhalde bu onun için küçük bir seçenek. Dedim ya çirkin, 20 cm. civarında bir boya, 95–100 gr.lık da bir ağırlığı olan, baş ve vücudun alt tarafları belirgin beyaz benekli, uzunca gagalı, çevrenizdeki ağaçların, hatta kaldıysa ulu çınarların dallarında salkım saçak salınan, bıcır bıcır sürekli konuşan, ıslık çalan bir kuş. İşte bu sığırcık kuşu, yağmur, kar dinlemez, karşı bahçemizdeki koca çınarın dallarında tüm gün şamata yapardı. Öyle bir iki değil, yüzlercesi bir arada dur durak bilmezlerdi, gün batımıyla sesleri azalır, o tüm gün zıplaya, hoplaya doldurdukları dallara tespih taneleri gibi dizilip dinlenirlerdi.
Ben özellikle bu sığırcıklara tapulu malımız gibi bakardım o yıllarda. Sadece bizim mahallede, bizim ağaçlarda vardı sanki. Tabii yıllar geçip de dünyamız genişleyip biz de mahallemizden çıkmaya başladığımızda, gittiğim pek çok yerde görür olmuştum onları, biraz da bozulmuştum hafiften, demek ki kerataları biz besliyormuşuz, buralara gezmeye geliyorlarmış. Şakası bir yana, Saint Benoit’ya girmemle özellikle yazları yurt dışına çıkmaya başlamıştım. Ailem yabancı dillerim güçlensin, yeni yerler, yeni insanlar, ülkeler görebileyim diye okulum kapanır kapanmaz, ne yapar eder beni özellikle Fransa’ya gönderirlerdi. Kendi yapamadıklarını, özlemlerini bende gerçekleştirmekti amaçları. Neyse bu konulara sonra nasılsa değineceğiz okul bahsimizde. Ama şunu anlatmadan geçemeyeceğim.
Yazları Fransa’ya okuldan bir ermeni arkadaşımla giderdim. Akrabalarının büyük bölümü Marsilya’da yaşıyorlardı. B. Garabetyan’ın ailesi beni ısrarla davet eder, ziyarete gittiğimdeyse tam tabiriyle koyacak yer bulamazlardı. Sonra ne oldu da Ermenilerle böyle olduk, anlaması, anlatması çok zor. Ama temelde ben Türk, Rum, Ermeni, Yahudi halklarının aralarında bir sorun olduğuna inanmıyorum. Şu büyük diye geçinen devletlerin oyunlarına gelmemeyi bir başarabilsek. İşte bu seyahatlerimizde Paris’i merkez yapıp diğer Avrupa ülkelerine de geçerdim. Vize sorunu yok, bir tren biletiyle her yere gidebilirdim. Bir keresinde İngiltere oradan da İskoçya. O yıllardaki ülke izlenimlerimi ileride anlatacağım.. İskoçya müthiş bir yer, yemyeşil, eski şatolar, göller, ormanlarla dolu. Tabiatı öylesine koruyorlar ki, anlatılmaz. İskoçya’da gezerken, biz iki kafadar, yolumuz Gretna Green kasabasına düşmüştü. Bu kasaba İngiltere sınırında Güney İskoçya’da, gidenler bilir, muhteşem doğal manzaralara sahip River Esk dağının hemen yanında, eteğinde, Londra Edinburg yolu üzerinde. Bu kasabanın üç önemli özelliği var. Bizde gereken değerini bulamamasına rağmen Avrupa’da ulaşımda en önemli araç tren, demiryolları.
İşte G. Green İngiltere’nin en önemli istasyonlarından biri. Gerçi 1915’te bu yörede 227 kişinin hayatını kaybettiği Quintinshill tren kazası olmuş (ki İngiltere’deki en büyük can kaybının olduğu tren kazasıdır) ancak bu olay kasabanın popülaritesini daha da arttırmış sanki. Çünkü oradayken bana anlatılanlara bakılırsa, insanlar korkup çekinecekleri yerde daha fazla kullanır olmuşlar bu hattı. Hem de unutmayalım savaş yıllarıymış o yıllar, sabotaj, suikast olayı falanmış. Her neyse bu ilk özelliği demiştik. İkincisiyse Gretna Green İskoçya’nın ilk kasabası. Tarihleri bizimki kadar olmasa da, İskoçyalılar için bizimle karşılaştırıldığında bayağı kısa kalan tarihlerine son derece düşkünler. İşte bu nedenle bu ülkede yaşayıp da burayı görmemiş İskoçyalı yokmuş. Hatta bir keresine değil, hemen her yıl gelenler çoğunluktaymış, tarihlerinin kokusunu almak için. Üçüncü ve son özellikse çok ilginç. Kaçak evlilik. Evet, bu kasabada kaçak evlenmek çok moda. 1753 yılından başlayarak bu kasabada herhangi bir yaş vs. sınırlaması olmaksızın evlilik törenleri yapılmaya başlamış. O yıllarda İngiliz Parlamentosu’nun evlilikte ilgili aldığı bir karar var. Evlenecek çift en az 21 yaşında olacak ve mutlaka ebeveynin izini gerekiyor. Bu kasaba bu kurala uymuyor, kızlar 12 erkeklerse 14 yaşındalarsa mesele yok, ailelerin oluru olmadan evlenebiliyorlar. 1929’da kasaba yöneticileri toplanıp yeni bir karar alıyorlar. Çiftlerin evlenebilmeleri için en az 16 yaşında olmaları gerekiyor artık, ancak yine ailelerin izini gerekmiyor. İşte o yıllarda bütün İngiltere buraya akıyor ve bu kasaba kaçak evliliklerin merkezi oluveriyor. Tabii legal geçerli, kanuni evlilikler bunlar.
Sonraları kasabanın yöneticileri İngiltere’nin genel kanunlarına uyuyorlar ancak bugün bile popülaritesinden faydalanmak için evliliklerini burada gerçekleştirenlerin sayısı da bir hayli fazla.. 1710 tarihli Gretna Hall Blacksmiths Shop’la, 1712 yılında yapılmış Old Blacksmith’s shop 1753’ten beri bu geleneği sürdürüyorlar. Hay Allah nereden nerelere geldik, ama başlarken de söylemiştim ya aklıma gelen, hatırladığım her şeyi, her olayı anlatacağım, bu kitabın bir diğer özelliği de bu. Bir olayı anlatırken, eğer o olayı tamamlayan, renklendiren yan öğeler de varsa, aynen yazılacak. E tabii fazla uzatılmadan, ana konudan uzaklaşılmadan. Söz gelimi İskoçya’nın bir kasabasında başımdan geçen yalnızca şu anlattıklarım veya birazdan söz edeceğim olay değil. Gerek orada, gerekse İngiltere’de, Fransa’da, Belçika’da, Yunanistan’da neler neler yaşadım o 1970’li yıllarda ama işte onlar başka bir paragrafta, bölümde anlatılır..
Benim bu sığırcık konusuyla ilgili olarak anımsadığım, anlatmak istediğim en önemli olay 1971 yılında ilk kez Gretna Green kasabasında gördüğüm o muazzam kuş sürüsüydü. Trenden yeni inmiş, bizi karşılamaya gelenlerle henüz tanışmıştık ki, birden çok tuhaf bir şey oldu. Haziran ayının o güneşli berrak gününde hava birden kararmıştı. Benim ilk aklıma gelen şey, güneş tutulması olduğundan hemen başımı yukarıya çevirdim. İşte o anda o güne dek gördüğüm en büyük kuş sürüsüne şahit oldum. Onlarca, yüzlerce değil binlerce kuş, göğü bir yandan ötekine kaplamış, kalın bir bulut gibi evlerin, ağaçların kısacası kasabanın üzerinden geçiyordu. İnanılmaz bir manzaraydı. Bizim ağzımız açık bu garip olayı seyrettiğimizi gören İngiliz kız şöyle demişti. “Korkmayın, sığırcık kuşları bunlar. Her sene Nisan-Mayıs aylarında gelirlerdi, bu sene nedense biraz geç kaldılar.” 10 dakika kadar süren bu resmigeçit bittikten sonra, hava yeniden aydınlanmış, herkes normal işine dönmüştü. Herkes diyorum çünkü alışık oldukları halde görebildiğim kadarıyla tüm kasabalılar arabalarından inmiş, evlerinden çıkmış, ellerindeki işleri bir kenara koymuş bu muhteşem olayı izlemekteydiler. Doğal olarak bu binlerce kuşun bu seremonisinin ardından bıraktığı dışkıların temizlenmesi de birkaç gün sürmekteymiş. İskoçyalılar bu olaydan hiç de şikâyetçi değillerdi.
Yıllar sonra Türkiye’de yerleşik bir İngiliz firmasında müdürken sık sık İngiltere’ye giderdim, işim gereği. Bir keresinde yanılmıyorsam 1999 yılıydı İskoçya’ya, ille de Gretna Green’e gitmiştim. Bizi trenden inince karşılayan o sıska, çilli kızı Mary Louise yine garda karşılamıştı beni. Aralıklı da olsa yıllarca telefonlaşmış, Noel’lerde kartlaşmış, hatta bir keresinde Londra’da buluşmuştuk. Kocası Mark ve kızı Magie’yi de getirmişti yanı sıra. Türk dostunu, eski çocukluk arkadaşını, pen freind’ini tanıştıracaktı. Garda yanında Mark, şimdilerde 28 yaşında olmuş Magie, Kocası Ian’da vardı. Sanki dün ayrılmışçasına sarıldık birbirimize. O sıska kızın yerini şimdi bayağı tombul, saç dibi boyası gelmiş ama hala bakımlı ve de hala çilli bir orta yaşlı kadın almıştı. Mark, Ian ve Magie de kırk yıllık ahbapmış gibi sarılmışlar ve Türk usulü yanaklarımdan öpmüşlerdi, acemilikle. Israrla evlerine götürmüşlerdi beni. Eski günleri anmıştık. O sığırcık olayını anlatırken, Mary benim şaşkınlığımı taklit etmiş, hepimizi gülmekten yerlere yatırmıştı. Ve de en çok ne ilgimi çekmişti biliyor musunuz? Sığırcıkların göçü, o binlerce kuşun kasabada verdikleri zoraki dinlenme molası, bu 3–4 günlük sürede kasabanın bir kuş tuvaleti haline dönüşü, günlerce belediyenin ve bireylerin gönüllü olarak katıldıkları temizlik seferberliği aynen sürüyormuş. Hatta Avrupa’nın pek çok yerinden kuş bilimciler, meraklı turistler dürbünleri, kameralarıyla gelip bu muhteşem olayı izliyorlarmış. İşte nereden nereye, bizim Zeynep Hanım Teyzenin bahçesindeki koca çınardaki sığırcıkların Avrupalı akrabaları buraları böylesine birbirine katıyorlardı.
Geçen yaz Antalya Kemer Beycik’te çam ormanı içindeki dağ evimde, karşı ağacın dalında oynayan sincapları izlerken aklıma birden bu anılarım geliverdi. Bir de 2006 yılında bir gazetede okuduğum bir haber. Çorum’daki sığırcık istilasından kurtulmak için halkın ve belediyenin verdiği savaşı anlatıyordu bu haber. Sığırcıkların göç yolunda olan bu şehrimizde halk yetkililerle ele ele vermiş bu kuşlardan nasıl kurtuluruzun hesabını yapmaktaydılar. Kuşları şehir merkezinden uzaklaştırmak için verilen savaşın en önemli silahı yaklaşık 1 km.lik bir alanda tesirli, ses dalgaları yayan bir cihazdı. Gerçi bu da işe yaramadığından daha farklı çareler aramaktaydı yetkililer. Gazetede, başkan vekili yetkilinin yaşamı olumsuz etkileyen (!) bu olay için uzmanlardan görüş istediğini de yazıyordu. Öyle ya her sabah, temizlik görevlileri kaldırımları kuş pisliklerinden kurtarmak için neden yıkayıp, temizlesindi. İşte size 2 farklı ülke, iki farklı yerleşim, iki farklı zihniyet. Aralarında kuş uçuşu 3000–3500 km. kadar vardır sanırım. İskoçya’nın Gretna Green kasabasında ki orası da sığırcık kuşlarının göç yoludur, kuşlara verilen değerle, bizdeki karşılığı. Bu kuşlarla savaşmak, onları yok etmek, kaçırmak yerine, doğanın bu eşsiz güzelliği doya doya yaşasak ve de yaşatsak olmaz mı? Kaldı ki neredeyse Çorum kadar geniş bir alana yayılmış o küçük İskoçya kasabasının, kentleşme, sosyal hizmetler, doğaya saygı, yeşili koruma, genel temizlik vs. gibi konularda bizden öğreneceği, ders alacağı pek bir şey de yok. Tam aksine. Neyse ki bizim sığırcıklar inatçı da, bir zamanlar ormanlarımızda, dağlarımızda, denizlerimizde hatta köylerimizde sıkça rastladığımız ancak şimdilerde yalnızca ansiklopedilerde görebildiğimiz “kayıp dostlarımız” arasına girmemek için savaşıyorlar, bize karşı, son yıllarda yeşili, yeşilliği bozmaya değil yok etmeye varan bizim müthiş doğa sevgimize (!) karşı.