Geçen gün Alman şair, tiyatro yazarı Bertolt Friedrich Brecht’in (1898-1956)“Galileo’nun Hayatı” kitabını (oyununu) okudum. Doğru haklısınız, bazılarınızın “Hocam hele şükür” diye ufaktan bıyıkaltı güldüğünüzün farkındayım ama inanın anca kısmet oldu. Cesaret Ana ve Çocukları, Üç kuruşluk opera, Sezuan’ın iyi insanı, Drums in the night’ını falan okumuştum ama ne diyelim kısmet o “geçen güneymiş”. Okuyanlar bilir bu oyunun ana fikri bence “Bilim bir tek buyruk tanır, o da Bilime katkıda bulunun”dur. Yani ? Yanisi şu… Bilim, bilim adamlarının tekelinde olan dokunulmaz bir tabu değildir. Dolayısıyla bilimcilerin hiç hoşuna gitmese de, akademisyen olmayan ama yeterli birikime sahip olduğunu düşünen, söyleneni hemen kabullenmek yerine beyin süzgecinden geçiren/sorgulayan herhangi bir insan, bilime katkı sağlayacağına inandığı bir fikri/düşünceyi söyleme ve yazma hakkına sahiptir. Bu düşüncenin bilime bir katkısı olup olmadığı o insanın değil, bilimin problemidir. Böylesi bir durumda bilim insanlarına düşen sorumluluk, bilime katkıda bulunmak isteyen “düşünen” bir insanı peşinen dışlamak yerine objektif olarak ileri sürülen bu düşünceyi irdeleyip, değerlendirmektir. Zira bilim, bu görüşün bilime bir katkısı olup olmadığını belirleme hakkına sahiptir.
Neden sorusunun cevabı çok basit; çünkü bilim insan için var olmalıdır. Geleneksel bilimin işi, anlamak ve çözüm getirmektir. Bu nedenle de bilim; “Bilimsel bilginin geçerliği ve kesinliği her an, isteyen herkes tarafından denetlenebilir. Bu denetim sürecinde yanlış, hatalı olduğu belirlenen bilgiler kendiliğinden ayıklanır, yerini yenisi alır” şeklinde bir iddianın da sahibidir. Bilimsel teoriler zaman içinde değişir ve yeni denilen buluşlar zamanla eskirler. Bir düşünün, dün bizi heyecanlandıran gizemler bugün sıradan olgular haline gelmedi mi? Kaldı ki, düşünmek yalnızca bilim insanlarına bahşedilmiş üstün bir yetenek de değildir. Evrensel bir bakış açısı olarak Bilim bilimciyle değil, dünyayla ve dolayısıyla bilime katkı yapanlarla ilgilenir. Bilimin tarihinde yer alan önemli buluşlarda akademisyen olmayan çok sayıda insana rastlamaktayız. Konumuzu biraz daha pekiştirmek için örnek vermenin şimdi tam sırası.
William Herschel(1738-1822) ismini duyanınız vardır mutlaka. Hani şu Almanya doğumlu İngiliz müzisyen. Tabii özgeçmişine baktığınızda şu tanımlarla karşılaşırsınız. Astronom, teleskop üreticisi ve sonunda “müzisyen.” Ancak aslında William genç yaşlarında müzisyen olarak tanınmaktaydı. Hannover Askeri Bandosunun yanı sıra pek çok klasik müzik grubunda da müzik yapıyordu, hatta şehir bandosunda bile. Ta ki 1781 yılı gelene kadar. Geçimini sağladığı müzisyenliğinden artan zamanlarında amatör bir ruh ve istekle astronomiyle uğraşırdı. Biriktirdiği paralarla aldığı 2. el teleskopuyla geceler boyu saatlerce gökyüzünü seyreder dururdu. Ve nihayet o meşhur 1781 yılının 13 Martı geldi çattı. Uranüs gezegenini keşfetti. Evet bu müzisyen/amatör astronom bir uzay cisminin daha doğrusu Uranüs’ün bir gezegen olduğunu tespit etti. Söylemesi ne kolay değil mi? Gerçekte müzisyen ancak sıradan, amatör bir astronomun muazzam keşfi.
Sırası gelmişken bu Uranüs gezegeninden de bahsedelim.
Uranüs’ü “yıldız” olarak kaydeden kişilerden biri, İngiliz astronom John Flamsteed (1646-1719). Flamsteed 1690 yılında gerçekleştirdiği altı gözlem sonucunda Uranüs’ün bir “yıldız” olduğunu, hatta Toros takımyıldızının bir üyesi olduğunu belirledi. Ancak öncesi de var elbette. Uranüs’ün keşfi ile ilgili elimizde bulunan en eski kaynak MÖ. 2. yüzyıla dayanıyor. Dönemin Yunan astronomu ve trigonometrinin kurucusu olarak bilinen Eski Yunan gökbilimci, Hipparchus(MÖ.190-120 ?), gökyüzündeki yıldızlardan bir katalog hazırladığı sırada, Uranüs’e rastlayarak, onu da listesine bir yıldız olarak kaydetti. Hipparchus katalogunda, yıldızları ekliptik (yörünge düzlemi) koordinatları ve görünür büyüklüklerine göre listeledi. Bu katalog daha sonrasında, MS. 150 yılında İskenderiyeli Yunan astronom Cladius Ptolemy’nin (Batlamyus MÖ. 100-?) yazmış olduğu Almagest(Büyük Bileşim) isimli kitaba dâhil edildi. Bu kitap 17. yüzyıla kadar, İslam ve Ortaçağ Avrupa’sındaki gökbilimciler tarafından kesin bir kaynak olarak kullanıldı. Ve bu süre zarfında Uranüs’ün bir yıldız olduğu kabul edilmişti.
17. ve 18. yüzyıllara gelindiğinde ise, durum biraz değişkenlik gösterse de, teleskopların gelişmesiyle artan keşifler sırasında birçok gökbilimci, geçmişin yanılgısına kapılarak, Uranüs’ü yıldız olarak kaydetmeye devam ettiler. Fransız etnolog, antropolog, astronom Pierre Lemonnier (1948 – ), Uranüs’ü birbirini izleyen dört gece boyunca gözlemledi. Hatta 1750 ile 1769 yılları arasında en az 12 gözlemde bulunmasına rağmen Uranüs’ün gezegen olduğunu fark edemedi. Nedeni basitti. Çünkü bu gezegen bir kaç gece boyunca Dünya’dan görünüm değişiminin durağan noktalarından birinde gözlemlenirse, yıldızla kolaylıkla karıştırılabiliyordu.
William Herschel, büyüklüğü 8 ve daha büyük olan yıldızları incelerken, oldukça sönük olan bu cismi gördü. Bu cisme yoğunlaştırdığı gözlemleri sonucunda, cismin yıldızların önünden geçtiğini, yani bize yıldızlardan daha yakın olduğunu fark etti. İlk başta bunun bir kuyrukluyıldız bulduğunu düşündü. Kraliyet Cemiyeti’ne bu buluşu için koştu. Bin bir uğraşla aldığı 15 dakikalık bir açıklama süresinde, bunun bilim insanlarının söylediği gibi yıldız olamayacağını, bilinen yıldız hareketlerini ve büyüklüğünü göstermediğini belirtti. Ve konuşmasının sonunda bunun bir kuyrukluyıldız olduğunu söyledi. Salondaki dört kişi de o daha sözlerini bitirmeden kalkıp gitmişlerdi bile.
Anlı şanlı astronomlar, bilim insanları ellerindeki çağın modern teleskoplarıyla boş boş gökyüzünü seyrederlerken Herschel gözlemlediği Uranüs’ün bir yıldız değil, bir kuyruklu yıldız olduğunu iddiasını sürdürmeye devam etti. Bu amatör gökbilimcinin “keşfi” toplulukta kabul görmedi. Bir süre sonra, zamanının ünlü Alman astronomu Johann Elert Bode (1747-1826) Herschel’in gözlemlerini temel alarak çalışmalarını yoğunlaştırdı ve Uranüs’ün yörüngesini belirleyerek, onun bir “gezegen” olduğunu ilan etti. Başarısının, keşfininin Herschel’in çalışmaları olduğunu açıklayınca Herschel, Uranüs’ün keşfi ile Kral George III tarafından makam olarak ödüllendirildi. Ömrünün sonuna kadar gaz devlerinin uyduları olmak üzere birçok keşif gerçekleştirdi. William Herschel günümüzde halen kullanılmakta olan, uzaydaki 2500 cismin bulunduğu bir katalog da oluşturdu.
Bu birkaç dakikada okuduğunuz iki paragraf aslında bir gerçeği belgelemesi açısından çok ilginç. Asırlardır bir yıldız olarak bilinen Uranüs gezegenini bir amatör, yıldız değil de bir kuyruklu yıldız olarak belirliyor yaptığı yörünge hesaplarıyla. Önemli bir fark mı? Elbette, astronomiyle uzaktan, yakından ilgilenen herhangi bir insan bu ikilinin arasındaki farkı kolaylıkla ayırt edebilir.
Bu önemli farklılık Kraliyet Cemiyeti’nde kabul görülmedi, ilgi bulamadı. Çünkü bu farkındalığı belirleyen kişi kurul üyesi bir bilim insanı değildi, yani böyle bir bilimsel saptama yapamazdı. Sonra yukarıda anlattığımız üzere J. E. Bode, bu amatörün çalışmalarını temel alarak (ki kendisi bunu açık yüreklilikle söylemiştir) Uranüs’ün bir gezegen olduğunu açıklayınca, Kral konuya lakayt kalamadı ve W. Herschel astronom olarak Kraliyet Cemiyeti’ne kabul edildi. Sonuç olarak “hariçten gazel okuyan” bir müzisyen Astronomi Bilimi’ne önemli bir katkıda bulunmuştur.
Devam edelim… Bazı bilim adamlarının sımsıkı sarıldıkları “Hayal gücü yalanlarla uğraşırken, bilim gerçeği arar” iddialarının bilimsel bir düşünce olmadığı açıktır. Mesela, buhar gücüyle çalışan makineyi tasarlayan James Watt(1736-1819) 1765 yılına dek sıradan, amatör ancak inatçı bir araştırmacıydı.Londra’da 1 yıl geçirdikten sonra İskoçya’ya geri döndü ve ölçüm aletleri yapımını bir meslek olarak yapmaya karar verdi. Ancak yaptığı başvurular 7 sene çıraklık yapma zorunluluğu olduğu için sürekli reddedildi. 1757’de üniversitedeki arkadaşları sayesinde Glasgow Üniversitesi kampüsünde bir atölye açtı ve çalışmalarına burada devam etti. İlerleyen yıllarda buhar motoru üstüne düşünmeye ve ilgilenmeye başladı. Glasgow Üniversitesi’nde buhar motoruyla ilgili çalışmalara katıldı ve 1763 yılında hayatını değiştirecek an geldi. 1705 yılında İngiliz Mühendis Thomas Severy(1650-1715) ile beraber ilk buhar makinesini yapan İngiliz bilim adamı Thomas Newcomen (1664-1729) tarafından, 1711 yılında yapılan bir buhar makinesini tamir etmesi istendi. Yaratıcılığını ve alet onarma becerilerini kullanarak makinenin tamirine bir çözüm bulmaya çalıştı. Makinenin gereğinden fazla enerji harcadığını fark etti ve değişiklikler yapılarak enerji kaybının azaltılabileceğini, makinenin daha verimli çalıştırılabileceğini düşündü. İki yıl süren çalışmalarından sonra 1765 yılında çalışmaları sonuç verdi ve motorun çalışmasını iyileştirdi. Ve bu ısrarlı çalışmasından sonra bilim adamlığına terfi etti. Yani önce çıraklık, sonra bilim adamlığı..
Çelik sanayinin babası kabul edilen John “Iron-Mad” Wilkinson (1728-1808), Sanayi Devrimi sırasında dökme demir üretimine ve dökme demir malların kullanımına öncülük eden bir İngiliz sanayiciydi. James Watt’ın buhar motorlarında kullanılan top varilleri ve piston silindirleri gibi dökme demir silindirleri taşıyabilecek hassas bir delme makinesinin mucidiydi. Yani önce iş adamlığı, sonra bilim adamlığı.
İnanması zor ama tekstil dokuma tekniğinde çığır açan iplik eğirme makinesi tasarımını başkasından araklayan İngiliz Sanayici Sir Richard Arkwright (1732-1792) orta yaşlılığına (1760) dek bir berberdi.
Yukarıda bahsettiğimiz bazı bilim adamlarının “Hayal gücü yalanlarla uğraşırken, bilim gerçeği arar” teorisi, bilimcilerin sıkışıp kalmış oldukları dar kalıpları aşarak, bu sınırların ötesine geçme yeteneği olduğunu inkâr etmekle de kalmaz. Örneğin ilk tekerliği bulan insanın yalnızca “bilim insanı” olmadığı için “yalanlar doğuran” bir hayal gücüne sahip bir geri zekâlı olduğunu söyler. Bu durumda; bizim “Tekerliğin bulunması için insanlığın bir bilim adamının dünyaya gelmesini mi beklemesi gerekiyordu?” sorumuza verebilecekleri bir yanıtları da yoktur.
Dahası, bu bilim adamlarının bazıları da öyle temiz, lekesiz insanlar da değildir. Örnek mi, buyurun… “Düşünsel dürüstlük” konusundaki ünlü makalenin sahibi İngiliz politikacı ve Sir unvanlı filozof, bilim insanı, avukat, hukukçu, devlet adamı ve yazar Francis Bacon(1561-1626), İngiltere başyargıcıyken rüşvet alma suçuyla tutuklanıp yargılanmış, suçlu bulunmuş ve hapis cezasına çarptırılmıştır. Bacon’ın rüşvet parasını aldığını kabul etmesi, ancak bunun kararlarını “hiç etkilemediğini (!)” söyleyebilmiş olması da işin “Düşünsel dürüstlük” tarafını oluşturmakta olsa gerek.
Bir de bilim dünyasının hırsızları vardır, bilimsel hırsızlar. Mesela kuduz aşısını bulan Fransız mikrobiyolog ve kimyager Louis Pasteur(1822-1895). Amerikalı tarihçi GeraldLynn Geison(1943-2001), “The Private Science of Louis Pasteur” adlı kitabında, Pasteur’ün bilimsel yöntemlerini bir rakibinden çaldığını delillerini ortaya koyarak ispat etmiştir. Ayrıca Lyon Üniversitesi’nden biyolojist Nadine Chevalier‘nin unutulmuş bir bilim adamı veteriner Henry Toussaint hakkındaki tez çalışması sırasında elde ettiği bulgular, Amerikalı tarihçi Gerald L. Geison‘un 1995 yılında ortaya attığı ‘hırsızlık’ tezini doğruluyor. Fransız haber ajansı AFP‘nin başvurduğu Pasteur Enstitüsü bu iddialar hakkında yorum yapmaktan kaçındı elbette. Louis Pasteur, 2 Haziran 1881 günü, komşu çiftçilerin, veterinerlerin ve gazetecilerin önünde yaptığı (bilimsel deneyden çok panayıra benzediği anlatılan) bir deneyle, şarbon aşısını tanıtmış ve dünya çapında üne kavuşmuştu. Araştırmacı Chevalier ‘Pasteur, bu aşıyı nasıl üretmişti? Kendi iddia ettiği gibi zayıflatılmış canlı bakteri kullanarak değil, antiseptikle öldürülmüş veya zayıflatılmış bakteri kullanarak. Yani, aynı tarihte araştırmacı Toussaint’in geliştirdiği metodla…’ diyor. 1879 yılında Fransız Tarım Bakanlığı, koyunları kıran şarbon hastalığı konusunda Toussaint‘den görüş istemiş, bu isimsiz kahraman da Haziran 1880’de Bilimler Akademisi’ne bakterinin zayıflatılması teorisini açıklamıştı.
Pasteur ise, Toussaint‘in metodunun işe yaramayacağını savunmuş ‘Bakteri ancak oksijenle veya havayla zayıflatılabilir’ diye iddia etmişti. Ancak, Pasteur‘ün yardımcılarından Adrien Loir, bilim adamının deneyde kullandığı ilacın hazırlanmasında potasyum bikarbonat, yani antiseptik kullanılması talimatı verdiğini ağzından kaçırmıştı.
Pasteur, 1885 yılında kuduz aşısını bularak müthiş bir ün kazanınca şarbon ayıbı da hasıraltı edilmişti.
Sonuç? Sonuçta bilim dünyası bu delilleri görmezden gelerek yine bildiğini okumuştur. İlginç değil mi?
Düpedüz sahtekârlık yapan bilim adamlarını görmezden gelelim ama kestirmeden giden ünlü bilim insanları da az değildir. Bu grubun içinden tek bir örnekle yetinelim. Genetik biliminin babası Avusturyalı bilim adamı, rahip Gregor Johann Mendel(1822-1884). Mendel’in bitki çaprazlama deneylerinin sonuçlarının gerçek olamayacak kadar iyi olduğu yani deney sonuçlarının bir aldatmaca olduğu, Mendel’in ölümünden çok daha sonra fark edilebilmiştir. Sonuç olarak Mendel, deney sonuçlarında teorisine uygun düzeltmeler yapmıştır.
Bir de bunun tam tersini yapanlar vardır yani kuramı deney sonuçlarına uygun olarak değiştiren bilim adamları. Bu tür sahtecilik işinin uzmanı da, hangi taşı kaldırırsanız altından çıkan ünlü fizikçi, matematikçi, astronom, mucit, filozof ve bilim adamı SirIsaac Newton’dur(1643-1727). Tüm bu özelliklerine ilaveten Newton hem simyacı, hem büyücüdür. Bu son özelliği nedeniyle çağdaşları tarafından “Son büyücü” lakabıyla tanınır. Uzmanlık alanı da eldeki teori ile deney sonuçları uyuşmayınca, teoriyi eğip bükerek deney sonuçlarına uydurmaktır. Üstelik ondan sonra gelen bilim adamları da bu hileleri canı gönülden kabul etmekle kalmamış, bilerek ve seve seve örtbas etmişlerdir. (Bkz. John Lenihan, Bilim İş Başında, sh. 27)
Hayal gücünün yalanları doğurduğunu söyleyen bilim insanları, bütünüyle hayal gücünün ürünü olan Bilim Kurgu’nun peşinden gittiklerini ve bu sayede yeni buluşlara imza atabildiklerini de unutmuş gibidirler. Fransız yazar ve gezgin Jules Gabriel Verne’nin (1828-1905) eserleri gibi. (Aya Seyahat , Denizler Altında 20.000 fersah, 80 Günde Devriâlem vb.) Örneğin Denizler Altında 20.000 Fersah’da Kaptan Nemo’nun Natiulus denizaltısına benzer bir denizaltı üretmeleri için bilim alanında yüz yıldan fazla bir sürenin geçmesi gerekecekti.
Amacımız bilim insanlarıyla karşı karşıya gelmek değil elbette. İsteğimiz bilim adamları boş boş otururlarken, bilimin boş bıraktığı her alanın, bir takım bilgi karşıtlığı ile ve büyük bir hızla doldurulmakta oluşudur. Bilimle din arasındaki ilişkinin farklı biçimlere sahip olduğu da bir yere kadar kabul edilebilir, çünkü her ikisi de son derece geniş konuları ele alır ve din ve bilim birbirinden farklı yöntemlere, sorulara sahiptir.
Bilime göre derinlemesine kuşkuculuk temel bir erdemdir. Din ise kuşkuculuğu dinsel aydınlanmanın önündeki engel görür ve genelde sorgulamadan inanmamızı ister.
Buna karşılık, tarih boyunca din ve bilimi birleştirmeye çalışan, birbiriyle çelişmeyen yöntemler olduğunu ileri süren ve hatta birbirlerini tamamladıklarını düşünenler de olmuştur. Zaman zaman dini kanıları bilimsel yöntemlerle veya bilimsel kanıları dini yöntemlerle açıklamaya çalışanların sayısı hiç de az değildir. Örneğin, Batı dünyasında Avicenna olarak bilinen İslam Altın Çağı’nın en önemli hekim, astronom, düşünür ve yazarlarından olan İbn-i Sina veya Ebu Ali Sina(980-1037) Tanrı’nın var olduğunu akıl ve mantık yoluyla açıklamaya çalışmıştır. Sorun başarıp başaramadığı değil, yöntemidir.
İskoç klinik fizik profesörü ve Bilim, Bilim Tarihi ve Popüler Bilim dallarında çeşitli eserleri olan John ark Anthony Lenihan(1918-1993)“Bilimin aslında dini bir faaliyet olduğunu” yazar, Bilim İş Başında adı eserinin 123. Sayfasında. Bu durumda bilimle dinin neden ayrıştığı ya da ayrıştırılmaya çalışıldığı da anlaşılabilir olmaktan çıkar. Bu konu, bizde de Yunus Emre’de temsilini bulur ancak değerli bilim insanlarımızın ilgisini çeken bir konu değildir. Ve üstelik bu bütünüyle temelsiz bir yaklaşımda değildir çünkü gerçek, Bilimin asıl uğraşı alanının doğa olayları, yani insan olması gerektiğidir.
Burada doğa olaylarını en genel kapsamıyla yani yalnızca fiziksel olguları değil, sosyolojik, psikolojik, ekonomik, kültürel yönleriyle de düşünmemiz gerekir. Özetle; insanla ve çevresiyle ilgili olan her olgu bir doğa olayıdır ve din de bunlardan ayrı bir olgu değildir.
Sözün özü; dinle bilimin düşman olmaması ve dünyayı açıklama konusunda birlikte hareket etmeleri gerektiğidir. Zira bilimin değişmez düşmanı “din” değil, kendilerine ruhban adını yakıştıran dinin içine yerleşmiş din bezirgânlarıdır, yobazlardır. Bilimin ve dinin ayrışarak kendi köşelerine çekilmeleri, ortamı bu tür bezirgânların doldurmasına neden olacaktır. Ortalığı boş bulan bu din sömürücülerinin masal anlatmak için Tevrat’ın harflerini saymak vb. gerçekdışı konularda bol bol zamanları olacaktır.
Bir Yahudi peygamberi tanrıların altı gün çalışarak dünyayı yaptıktan sonra yorulduklarını ve yedinci günde istirahat ettiklerini anlatacak (Tevrat, Tekvin, 2. Bap), Hafız Ebu Bekr Muhammed İbn’ül Hasan İbn Fürek adında “Müslüman” bir Arap da çıkacak ve bu uydurmaya, dinlenme sırasında tanrının sırtüstü uzandığını ve ayak ayaküstüne attığını ekleyecektir. (Bkz. Kaan Göktaş, Kuran açısından Evrim Teorisi, sh.23, “Yüce Allah yaratıkları yaratma işini bitirince, sırtüstü uzandı, o sırada bir ayağını öbür ayağının üzerine koymuştu.”) – Aslında Kur’an bu süreyi 6 gün olarak açıklar. Detaylı olarak bu konuya bir başka yazımızda değineceğiz.-
Öte yandan bilim adamlarının bu uyku hali böyle sürer giderse, ortalığın daha da karışacağı kaçınılmaz olacaktır. Özellikle de teknolojiden yeterli yardımı alamayan sosyal bilim dalları için bu kaçınılmazdır. Daha 1899 yılında “Everything that can be invented has been invented” (icat edilebilecek her şey icat edilmiştir) diye buyurmuş olan 1898-1901 yılları arasında Amerikan Patent Dairesi Başkanlığı yapan Charles Holland Duell’in (1850-1920) durumuna düşmeleri kaçınılmazdır. Böyle devam ederlerse, 1877 yılında “Evrenin hiçbir sırrı kalmamıştır” diye yazabilmiş ünlü Fransız organik ve fizikal kimyacı, biyolog ve siyasetçi Pierre E. Marcellin Berthelot’un (1827-1907)durumuna düşmeleri de kaçınılmazdır. Kurumsal durumları da; Ferdinand von Zeppelin Kontu (Ferdinand Adolf August Heinrich Graf von Zeppelin) (1838-1917) ki Zeplin’in babasıdır, zamanının bilim insanlarını ve politikacılarını bir “yönlendirilebilir balon” projesi üzerinde birlikte çalışmaya davet ettiğinde “Bizim göklerde uçma ve Manş Denizi’nin altından bir tünel açma gibi saçma sapan işlerle kaybedecek zamanımız yoktur” diyebilen Fransız Akademisi’nden daha farklı olmayacaktır.
Tüm bunlara karşılık, havadan daha ağır hiçbir makinenin asla uçamayacağını matematiksel olarak ispatlamış olan İngiliz Profesör Simon Newcomb’un bu görüşüne karşı çıkan ve karşı tezi savunan Nikolay Kibalçiç adında bir Rus bilim adamı (ki bildiğimiz kadarıyla roket motorlu uzay gemisini tasarlayan ilk kişidir) 1881 yılında idam edilmiştir. Dünyanın öür ucunda Amerika’da aynı görüşü savunan Profesör Samuel Langley de, ünlü Smithsonian Institute’dan kovulmuştur.
Yazımız az biraz eğlenceli olsun diye bazı kısa kısa bilgiler aktaralım.
Dünyaların savaşı, Görünmez Adam, Dr. Moreau’nun adası, Zaman makinesi gibi olağanüstü bilim kurgu yapıtlarına imza atmış İngiliz ünlü yazar H.G. Wells (1866-1946), 1901 yılında “Denizaltıların savaşta ne işe yarayabileceklerini anlayamadım. Olsa olsa mürettebatın boğularak ölmesine sebep olabilir” diye yazabilmiştir.
Dünyanın en büyük film yapım ve dağıtım şirketlerinden biri olan Twenty Century Fox’un Başkanı 1944 yılında “Televizyon en geç altı ay içinde piyasadan silinecektir. İnsanlar her akşam böyle bir kutuya bakıp, başında oturmak isteyip de ne yapacaklar? Can sıkıntısından patlarlar“ diyebilmiştir.
Vakum tüpünün mucidi ve televizyonun babası Dr. Lee De Forest “Gelecekteki bilimsel ilerlemeler ne olursa olsun, İnsanlık Ay’a asla ulaşamayacaktır” demiştir.
Albert Einstein bile 1932 yılında “Nükleer enerjinin bir gün elde edilebileceğine dair en ufak bir gösterge bile bulunmuyor. Bu, atomu istediğimiz gibi parçalayabileceğimiz anlamına gelirdi” diye buyurmuştur. Fazla değil ünlü fizikçinin bu sözünün üzerinden henüz 14 yıl geçmişti ki, ilk atom bombası patlatıldı.
“Uçaklar hoş oyuncaklar ama askeri açıdan pek değerli değiller.” Mareşal Ferdinand Foch, 1. Dünya Savaşı’nda Fransız Orduları Başkomutanı, 1911.
“İnsanların büyük çoğunluğu için tütün tüketimi son derece sağlıklı bir şeydir.” Doktor Ian McDonald, Operatör, 1963.
“Bilgisayarlar gelecekte 1,5 ton ağırlığında olacaklar.” Popular Mechanics Dergisi, 1949.
“Radyonun geleceği yok.” Lord Kevin, İskoçyalı Fizik Alimi.
Bu ilginç bilimsel (!) açıklamalardan sonra biz yine konumuza dönelim.
Bilimciler de kendilerine karşı sorgulayıcı olmalıdırlar. Çünkü bilim adamlığı, yan gelip yatma yeri olmamakta, düşünsel namus kavramını da içermektedir. Her ne kadar akıllarından geçeni deneylerle sınamış olsalar da, alternatif açıklamalara ve karşıt örneklere/bilgilere de değer vermek ve araştırmak zorundadırlar.
İşte tam bu nedenle Galileo yazılarını diyaloglar biçiminde kaleme almış ve kendi teorilerini olduğu gibi öne sürmek yerine, onları tartışmalar şeklinde ortaya koyarak irdelenmelerini sağlamıştır. Nobel Fizik Ödülü sahibi, Amerikalı fizikçi, kozmolog George Fitzgerald Smoot(1945 – ), Büyük Patlama hakkında kanıt bulabilmek için gökyüzünü araştırmaya hazırlanırken, kendisini yanıltma olasılığı olan her şeyi bir araya toplayan bir liste hazırlamak için nasıl yıllar harcadığını anlatır makalesinde.
Bilim; kimin ürettiğine bakmaksızın, bilime katkı sağlayabilecek her düşünceye itibar etmeli, bunları değerlendirmeli, ayıklamalı, saçma/yararsız olanları elbette çöpe atmalı, ama katkı sağlayabilecek olanlara da kucak açmalıdır. Ancak bundan daha önemlisi de kendisi kirli bilgi üretmeyecektir. Bilim; eski Babillilerin “sıfır rakamını” bilmediği gibi açık bir bilgiyi/gerçeği yok sayarak, “Bir dairenin 360dereceye, bir günü 24 saate, bir saatin 60 dakikaya, bir dakikanın 60 saniyeye bölünmesini, Sümer uygarlığının mirasçısı olan eski Babillilere borçluyuz” diye yazmayacaktır.Babil tabletlerinde ve Maya yazılarında karşımıza çıkan sıfır o zamanlar mevsimlerin akışı ile ilgili hesaplarda kullanılmış olmakla birlikte, sıfırın tüm matematiksel kapasitesiyle normal bir sayı olarak kabul edilmesi iki bin yıl aldı. Ve bu Hindistan’da gerçekleşti. (YN)
Ancak eğer bu Babil-sıfır ilişkisi doğruysa, bu kez de İslam tarihçileri MS. 830’da İslam Dünyasının önde gelen matematik, gök bilim, coğrafya ve algoritma alanlarında çalışmış Fars bilim adamı Hârizmî ya da tam adıyla Ebû Ca’fer Muhammed bin Mûsâ el-Hârizmî (MS. 780-850), “Dokuz ayrı rakam dahil sıfır rakamıyla birlikte aritmetik işlemlerin nasıl yapılacağını açıkça göstermiştir” diye yazmayacaktır.
Bilim bize, ya kesirli sayıları bulanın 1380-1437 yılları arasında yaşayan hekim, matematikçi, gök bilimci Gıyaseddin Cemşid olduğunu söylemeyecek ya da kesirli sayıların ne olduğunu bilmeyen Babillilerin eline bir de Pi sayısı tutuşturmayacaktır. Bilim yalnızca Yahudileri memnun etmek adına, Tevrat’ta Heth oğulları olarak yazılan bir isimle, Hititler arasında bir bağ kurmaya çalışmayacaktır. (Bu önemli konuyla alakalı geniş bir araştırma yazımız yakında yayımlanacaktır). Bilim, dinsel kitapları bilimsel kaynak olarak kabul etmeyecek, Yahudilerin Eski Ahit’teki masallarını ispatlamaya çabalamayacaktır.
Konuyu uzatmak olası ama gereksizdir. Biz anlatmak istediğimizi anlattığımıza inanıyoruz. Tüm bu anlatılanlardan çıkacak yorumunuz bizim haklı olup olmadığımız açısından değil, sizi konu üzerinde düşündürüp düşündürmemesi açısından önemlidir.