Doktor Wilhelm Bombast (1457-1534); İsviçre Schwyz Kantonu Einsiedeln’in ücra bir köşesindeki derin ve ıssız bir vadinin içindeki asırlık ağaçların karanlığında sıkışıp kalmış evinin, kepenkleri yarı açık bir penceresinin önünde durmuş dalgın gözlerle, karlı tepelerin kasvetli çalılık yamaçlarını, uzaktaki karlı zirveleri bulutlarla örtülü yüksek dağların karga ve sığırcıkların oynaştığı yamaçlarını seyrediyordu. Alplerin bu tehlikeli, yüksek, ulu doruklarını öylece seyrederken; “Toprağın kudreti insan iradesini gözle görülür bir şekilde gölgede bırakıp, tehditkâr bir canlılıkla onu kendi iç dünyasının derinliklerine kapatıp iradesini ona dayatmakta”diye geçirdi aklından. Doğanın insandan daha güçlü olduğu burada, hiç kimse onun baş döndürücü etkisinden kaçıp kurtulamazdı. Dağlardan akan kar sularının serinliği sarp, yer yer yosun tutmuş asırlık kayalar, koca ağaçların toprağa sığmayıp dışarı fırlamış eğri büğrü, pörtlek kökleri ve kısa bodur dağ çiçekleri arasında cıvıltıyla uçuşan kır kuşlarının sesleri…
İşte Paracelsus’un gözünü açtığı bu vahşi, hür doğanın insan ruhuna nasıl asla silinemeyecek özellikler, özgürlükler kazandırdığını 1493-1541 yılları arasında yaşmış bu olağanüstü adamın yaşamında görüyoruz.
Wilhelm, duvardaki saatin gonguyla kendine geldi. Eşi Elsa tam iki saattir yandaki odada iki komşu kadının yardımıyla bebeğini dünyaya getirmeye çalışıyordu. Piposundan derin bir duman çekti içine. Biraz bekledi içeriden herhangi bir ses gelmediğinden, sıkıntıyla ve de hafif bir öksürükle yeniden az önceki o muhteşem Alp dağlarına çevirdi gözlerini. Gözleri bakıyordu bakmasına da, aklından neler neler geçiyordu. Oğlunun doğmasını bekliyordu sabırsızlıkla. Köyün ebesiyle yaşlıları karısının şişmiş karnına bakarak bebeğin kız olacağını defalarca söylemiş olsalar da, genç baba adayı Wilhelm, bebeğin kesinlikle erkek olacağını biliyordu. Çünkü aylar önce babası rüyasında kendisine bu “müjdeyi” vermişti, hatta çocuğun adını bile birlikte belirlemişlerdi: Philippus Aureolus Theophrastus Bombastus von Hohemheim.. Ki tüm dünya bu olağanüstü insanı yaşarken olduğu gibi, öldükten sonra bile tek bir isimle tanıyacaktır: PARACELSUS..
MODERN TIBBIN yanı sıra İlaç Biliminin yani FARMAKOLOJİNİN ve de IATROKİMYA’nın (Bir canlı, belli bir kimyasal yapıya sahipse, buna bağlı olarak o yapıda oluşacak bozukluklar, doğal ki kimyasal kökenli olacak ve kimyasal ilkelerin açıklama modelleriyle anlaşılabileceklerdir; bu durumda yapının düzeltilebilmesi de, ancak kimyasal maddelerle olanaklı olacaktır) da babası Theophrastus PARACELSUS.
Wilhelm Bombastus İsviçreli değil, Almanya’nın Bavyera Eyaletinin idari bölgelerinden biri olan Svabyalıydı. Hekim olarak Einsiedeln’e gelmiş ve hac yolunun kenarındaki bu ücra yere yerleşip kalmıştı. Svabya’nın önde gelen asil ailelerinden olan babası da (her ne kadar Wilhelm’in gayrimeşru olduğu söylense de) Saint Jean Şövalyeleri Tarikatının Büyük Üstadı Hohenheimlı Georg Bombast’tı. (Commender of the Order of Saint John, Knight Bombast von Hohenheim)
Wilhelm az biraz sorunlu biriydi. Ancak kendisine hak vermemek olmaz diye düşünüyorum. Öyle ya, gayrimeşru doğmuş biri olarak babasının soylu adını nasıl taşıyabilirdi ki? Gayrimeşru bir çocuğun ruhunda yaşadığı o trajik fırtınaları bir düşünün. Doğuştan kazanılan haklardan yoksun, bu ormanlık vadinin yalnızlığında, memleketine diş bileyen ve buna karşın, itiraf edilmesi zor bir özlemle seyrek de olsa kasabaya uğrayan yabancılardan bir daha asla dönemeyeceği dış dünyaya dair haberler alan huysuz, yalnız bir adam. Annesi hakkında pek çok kaynak karıştırmamıza karşın edinebildiğimiz bilgi adının Elsa Oschner ve kendisinin de Einsiedeln’i olduğudur.
Paracelsus babasına büyük bir sevgiyle bağlıydı, hatta bu yalnız adam oğlunun hayatta sevdiği, hayatı boyunca sevgiyle anacağı yegâne insandı. Onun gibi sadık bir oğul babasının intikamını toplumdan mutlaka almalıydı, alacaktır da. Hayatının her safhasında babasının teslimiyetinin oğlunda yakıcı bir hırsa dönüştüğünü görüyoruz. Onun hayata küsmüşlüğü ve bunun kaçınılmaz sonucu olan aşağılık duygusu, Paracelsus’u babasının hatalarının intikamcısı yapacaktır. O, her türlü otoriteye kılıç çekecek ve babalık hakkı (potestas patris) iddia eden her şeyle, sanki babasının düşmanıymışçasına savaşacaktır. Babasının kaybettiği/feragat etmek zorunda kaldığı başarı, ün, özgürce dolaşmak gibi şeyleri tekrar geri kazanmak zorunda kalacak ve bu uğurda dostlarıyla bile bozuşmayı göze alacaktır. Çünkü içten, yürekten, tam bağlılık yani psişik endogami beraberinde ağır cezalar getirir.
Doğanın onu intikamcı rolü için fena halde donattığını söylemiştik. Ancak isyancı, intikamcı rol deyince aklınıza o filmlerde, dizilerde karşımıza çıkan bileği kuvvetli, yakışıklı kahramanlardan biri de gelmesin sakın. Bizim bu Almanca konuşan İsviçreli doktor ve kimyagerimiz; sadece 1.50’lik bir boyda, sağlıksız bir görünüme ve dişlerini doğru dürüst örtmeyen, genellikle sinirliliğinin işareti olan oldukça kısa bir üst dudağa sahipti. 24 Eylül 1541’de Salzburg’da ölüp Aziz Sebastian mezarlığındaki düşkünlerevinin yoksulları arasına gömülen (Bkz. Jacobi, Paracelsus’un Seçme Yazıları, S.lxi) bu Modern Tıbbın Babasının kemikleri 19. yüzyılda mezarından çıkarıldığında, kadınsı kalça görüntüsüyle herkesin ağzını açık bırakacaktı. Hatta kendisinin bir hadım olduğuna dair bir efsane dahi vardır sıkça dile getirilen.
Bu küçük adam silah taşıyacak yaşa gelir gelmez, boyuna göre oldukça büyük ve yanından kesinlikle ayırmadığı bir kılıç kuşandı. Yok yok öyle silahşörlük için falan değil. Bu kılıcın kabzasının topuzunda gerçek iksiri afyon ruhu olan haplarını saklardı. (Tincture of opium – yatıştırıcı olarak kullanılan afyon tentürü) Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Danimarka, İsveç ve Rusya’ya ilginç, maceralı yolculuklar yaptı. Adeta babasının kendisini Einsiedeln’deki evine gönüllü hapsetmesinin intikamını almak istermişçesine. Yetinmedi Asya ve Afrika’ya da gidip oralarda büyük sırlar keşfetti. Bu arada tüm bu seyahatlerin 1500’lü yılların ilk yarısında ve o günün ekonomik, siyasal ve de ulaşım olanaklarıyla gerçekleştirildiğini de lütfen göz ardı etmeyelim.
Nerelerde okudu, hangi okullarda eğitim aldı diye sormayın.. Çünkü okumadı, bir otoriteye tabi olmak kendisi için bir tabu olduğundan hiçbir zamanlı düzenli bir eğitim almadı. O tam bir “Alterius non sit, qui suus esse potest” yani “Kendisine yeten, başkasından medet ummasın” İsviçre atasözünün adamıydı.
(Devam edecek)