Genelde tarih kitaplarında şöyle bir iddiaya rastlıyoruz: “Rönesans’ı meydana getiren faktörlerden en önemlilerinden biri de II. Mehmet’in Konstantinopolis’i fethetmesi üzerine Bizanslı âlimlerin bu kadim şehirden İtalya’ya kaçmasıdır”. Yani Bizans İmparatorluğu Başkentinin Fethi üzerine buradaki bazı önemli bilim insanlarının, âlimlerin değeri bilinememiş ve can korkusuna kapılan, kendilerini tehlikede gören bu bilim adamları da çareyi kaçarak İtalya’ya sığınmakta bulmuşlar ve hemen orada Rönesans’ı başlatmışlar. Çocukluğumuzdan beri, her birimize tekrar tekrar okutulup, dayatılan bu iddia doğru mudur? Bu hususa bir göz atalım istedik..
İddianın doğruluğu meselesine geçmeden önce şunu söylemek yerinde olacaktır. Böyle bir iddia doğru olsa bile, yani Fatih Sultan Mehmet Han Konstantinopolis’i fethettikten sonra, Bizanslı ilim adamlarını kovmuş, kaçırmış olsa bile, bu böyle söylenmez. Hem söylemek mecburiyeti de yoktur. Böylesi iddialar, ancak çağ açıp-çağ kapattığını söylediğimiz bir hükümdarın, ilim, fen ve ilerleme düşmanı olduğunu gençlerin kafalarına yerleştirip kendilerine aşağılık duygusunu aşılamaktan başka bir işe yaramaz. Rönesans’ın İtalya’da ortaya çıkmasına sebep olan bilim insanlarını kaçıran bir padişahı ve onun temsil ettiği tarihi, dini ve milleti yeni nesillere nasıl sevdireceğimizi derin derin düşünmek gerekiyor.
19. ve 20. asırlarda Batı’da yazılan hemen hemen tüm tarih kitaplarında ve bilhassa Bizans tarihiyle ilgili olanlarında Rönesans Hareketini İstanbul’dan kaçan Bizanslı âlimlerin hazırlamış oldukları iddiası yer alıyordu. 1914 de basılmış, İngiliz yazar Edith Helen Sichel‘in (1862-1914)“The Renaissance” adlı eserinde şu satırlar yer alıyor. “Bizans imparatorluğunun başkentinin (Constantinople) 1453’de Osmanlılar tarafından zaptı, Yunan bilim adamlarının dünya yüzünde dağılmasına ve yazmalarla, heykellerle yüklü şahane bir geminin Batıya, İtalya’ya ulaşmasına sebep olmuştur.” Bu ve benzeri birçok fikirler 19. ve 20. asrın batılı tarihçileri arasında oldukça yaygın ve hâkim idi. Batılıların genel inançlarına bakılırsa, kendileri karanlıklar içinde yüzerken Bizans, dünyanın en büyük ve tek ilim merkeziydi. Konstantinopolis’in Fethi, Bizans’ın bu çok kıymetli bilim adamlarının ve ilim hazinelerinin Batı’ya kaçmalarına, Avrupalıları içinde bulundukları cehalet karanlığından kurtulmalarına neden olmuştu.
Dünya tarihinin akışını değiştiren bir etkiye sahip olmakla birlikte Rönesans’ı Konstantinopolis’in Fethine bağlamak oldukça dolaylı ve hamasi bir söylemdir hiç şüphesiz. Batı, yeniden inşasında önemli rol oynayan Antik Yunan felsefesiyle haşır neşir olma süreçlerini açıklarken Bizans’tan kaçanlara tutunuyordu. Modern Batı, Ortaçağ’dan çıkışını Rönesans gibi büyük atılımları antik Yunan’a dönmekle açıklamaktaydı. Dolayısıyla Antik Yunan’la tanışma hikâyesini yeniden yapılandırarak Konstantinopolis’in Fethiyle birlikte Bizans’tan kaçan düşünür ve bilim adamlarına bağlamaya çalışıyordu.
Prof. Dr. Bekir Karlığa; “Bunların hepsi üçüncü sınıf düşünürlerdi. Ne felsefe tarihinde yerleri var, ne de literatüre kazandırdıkları bir şey” demekten kendini alıkoyamıyor. “Doğruyu söylemek gerekirse Bizans’tan İtalya’ya giden bilgin ve düşünürler arasında ikinci sınıf denilebilecek kimse yoktu. Onlar, Rönesans’ı hazırlamaktan ziyade Batı’da Grekçe öğretmenliği yaparak geçimlerini sağlıyorlardı.”
Ünlü Bizantolog Sir James Cochran Stevenson Runciman (1903-2000) bu sözü edilen kişiler bağlamında Batı dünyasının, son Bizanslıların ne yapmış olduklarıyla ilgili olmadığını onların sadece geçmişi öğrenmeyle alakalı olduklarını belirterek, “Gerçekte ise Bizanslıların bu yüzyılda söyleyecek bir şeyleri yoktu” diyor.
Siyaset bilimci Prof. Dr. Mehmet Ali Kılıçbay ise sözü edilen Grekçe öğretmenliğinin bile ciddiye alınır bir yanı olmadığını, daha 13. asıra varmadan Batı üniversitelerinde Grekçe öğretildiğini kaydediyor.“Konstantinopolis’ten ayrılanların içinde bilim adamı varlığından söz edilemez. Bizans’ta bilimin b’si bile olmamıştır. Gramerci, edebiyatçı tarihçi var bunların içinde. Tarihçileri de vakanüvistler; bilimsel tarihçi değil. Şehirden giden adam sayısı bir elin parmaklarını geçmez zaten.” Kılıçbay; her şeyin Ortodoks inancıyla açıklandığı bir yerde en çok tartışılanın “meleklerin cinsiyeti” konusu olduğunu, Bizans’ta başka bir şeye kafa yorulmadığını da ekliyor.
Belçikalı ünlü bilim tarihçisi George Sarton’un (1884-1956) 14. yüzyıl Bizans bilim ve düşüncesi ile ilgili tespiti şöyle: “Yunanca konuşan bilim adamları, kendi atalarının fikirlerini yeniden keşfetmek için Arapların ve İranlıların uyarısına gerek duyuyorlardı. Bizans’ın bilimsel düşünce düzeyinin bu kadar düşük olduğunu düşünmek gerçekten üzücü.”
“Şehir fethedildiğinde eğitim ve kültür açısından bitmiş bir Konstantinopolis vardı. Fikir, düşünce, ilahiyat planında geniş çaplı insanlar da yoktu. Dolayısıyla bilim namına Konstantinopolis’te bir şey yoktu, “tartışma” söz konusu değildi. 11. yy. dan sonra zaten eğitim tamamen dini ağırlıklı olmuştur” şeklinde konuşuyor Türk Tarih Profesörü Mehmet Çelik.“Kadim kentin fethi Rönesans’ı tetikledi” görüşünün hiçbir bilimselliği olmadığını ilave ediyor.
Tüm bu tarihçilerin Bizans’la ilgili düşünce ve yaklaşımlarında gerçekçi bir taraf bulunsa da, biz koskoca Bizans İmparatorluğunun yeryüzündeki her imparatorluk gibi çeşitli dönemlerden geçtiği düşüncesindeyiz. Osmanlıların kadim düşmanları olmaları onlarla ilgili gerçeklere gözlerimizi kapatmamızı gerektirmez. Evet, Osmanlının Çöküş Devri’nde olduğu gibi, 1453 yılına gelindiğinde Bizans özellikle Küçük Asya’da bir hayli toprak kaybetmiş, zayıflamış, iç isyanlarla uğraşır hale gelmiş ve sadece Konstantinopolis’e sıkışmıştır. Ama bu durum tüm imparatorlukların da kaderi değil midir zaten? Örneğin Osmanlı İmparatorluğunun çöküş ve dağılma sürecinde ve de özellikle II. Abdülhamid’in (1842-1918) 33 yıllık saltanat döneminde Osmanlı İmparatorluğu; Tunus, Mısır, Kıbrıs, Sırbistan, Karadağ ve Romanya olmak üzere 1 milyon 592 bin 806 kilometre kare toprak kaybetmiştir. Yani bugünkü Türkiye’nin yaklaşık iki katı.
Öyle ki tek kurşun atmadan, masa başında kaybedilen topraklar vardı. Mesela 1878’de Yunanistan Osmanlı’dan toprak isteme cüretini gösterdi. İmparatorluğun 34. Padişahı ve 113. İslam Halifesi, büyük devletlerin baskısına karşı koyamayarak 1881’de Yunanlılara Teselya ve Narda’yı verdi. İlginçtir 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’nda bu kez savaşarak Teselya’yı geri aldık, ancak savaş sonrasında bu kez kan dökerek alınan Teselya yeniden Yunanistan’a bırakıldı. 1878 yılında bu kez Kıbrıs Adası bir miktar para karşılığında İngilizlere verildi. 1881’de Fransa Tunus’u işgal ettiğinde Padişah, Fransızlar Mithat Paşa’yı kendisine teslim ettiler diye, bu işgale göz yumdu. (Bkz. Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılabı, C.1, 2. Baskı, S.24-25) 1882’de İngilizler Mısır’ı işgal ederken II. Abdülhamit Mısır’a asker göndermedi. Böylece İngiltere tek bir kurşun atmadan Kıbrıs ve Mısır’ı alarak Akdeniz’e yerleşti. Örnekleri arttırmak olası ancak bizim demek istediğimiz her şeyin olduğu gibi imparatorlukların da bir sonu olduğudur. Adı üzerinde, bu çöküşü, düşüşü yaşamak için de daha önceden yükselmek, zirvede olmak gerekir. Özetle Bizans İmparatorluğu’nun da zirvede olduğu dönemler vardır. Bu arada şunu da belirtelim ki tarihçilerce kuruluşu MÖ. 510 olarak verilen Bizans, bu tarihten başlayarak ilki Ahameniş İmparatorluğu olmak üzere,1453 yılında Fatih Sultan Mehmet’in fethiyle sonuçlanan kaderinde, tam 32 kez kuşatılmış ve sonuncusu hariç hepsine karşı koymayı başarmıştır. Bu 32 kuşatmanın yedisinde Osmanlı’nın (ve de İslam’ın) damgası bulunmaktadır.
Bizans Başkentinin fethi sırasında ve hatta ondan çok daha önce de şu ya da bu nedenle vatanlarını terk etmiş ve İtalya’ya göç etmiş bilim adamları vardır ancak bunların çok önceden başlamış olan Rönesans akımını başlattıkları elbette düşünülemez. Zaten bizim de karşı olduğumuz konu işte budur. Aşağıda vereceğimiz bilgilerde zaten bu durumu vurgulayacağız. Ancak daha önce Rönesans nedir, nasıl, ne zaman, nerede ve hangi nedenlerle başlamıştır ona kısaca bir göz atmamız gerekiyor.
RÖNESANS…
Avrupa kültür çevresinin bir ürünü olan ve aslen Fransızca “yeniden doğuş” anlamına gelen Rönesans, Avrupa kültürünün gelişmesinde, gerçekten de baştan aşağı bir yeniden doğmayı ifade ettiği için doğru bir kullanımdır. Bu kavramı; Antik Çağ üzerindeki incelemelerin yenilenmesi, yeniden doğması olarak da değerlendirebiliriz. Bu yenilenme, İlk Çağ (Antik Çağ ya da İlk Çağ, insanlık tarihinin başlangıcından erken dönem Orta Çağ’a kadarki zaman dilimindeki belirgin kültürel ve siyasi olayları konu alır A.C.) ile Orta Çağın (Orta Çağ, Avrupa tarihinin geleneksel ve şematik olarak üç bölüme ayrılmasında ortada kalan çağa verilen isimdir A.C.) vardığı sonuçların büsbütün yeni bir biçimde görünmesi, bundan önceki çağların tanımadığı yepyeni bir insanın tarih sahnesine çıkmasıdır.
Genel yargı, Rönesans’ın 15-16. yüzyılları kapsadığıdır. Bu dönemin başı veya sonu hakkında kesin bir tarih vermek elbette mümkün değildir. Rönesans’ın Avrupa’nın farklı ülkelerinde farklı dinamiklere sahip olması bir yana, kültür dünyasının enerjisinin çok daha dayanıklı olmasının keskin ayrımlar yapmayı iyice zorlaştırdığı da bir başka gerçektir.
Rönesans Orta Çağ düzeninin çözülüp Modern Çağ’ı oluşturacak ilkeler ve düşüncelerin artık belirmeye başladığı bir dönem, tıpkı geçmişteki Helenistik dönem gibi. (Helenistik Dönem, Büyük İskender’in istilalarıyla başlayan, Antik Dünya’da Grek etkisinin doruğa ulaştığı dönemdir. Dönem, Klasik Grek Dönemini izlemiştir ve Helenistik Dönem’in ardından, Klasik Grek egemenliğindeki bölge Roma Cumhuriyeti hâkimiyetine geçmiştir. A.C.)
Tarihte bu geçiş dönemleri hiç eksik olmaz. Bu geçiş dönemleri kimi zaman sessizce olurken, kimi zaman da büyük bir hareketlilik, enerji ile gerçekleşir. İkinci durumda; geçiş dönemlerindeki yeni formlar kendilerini birdenbire belli edebilir, arkasında birçok kişiyi sürükleyebilirler. Rönesans işte bu ikinci türden geçişlerden biridir. Bu dönemin çok canlı bir kaynaşma, çok genç bir yaratma sevinci, yeniye doğru çok istekli ve cesurca atılımlarla dolu olduğunu görüyoruz. Osmanlı İmparatorluğunda da Tanzimat’tan sonra böyle bir dönem yaşanmıştır. (Tanzimât, Osmanlı İmparatorluğu’nda 1839 yılında Tanzimât Fermânı olarak bilinen Gülhane Hatt-ı Şerifi’nin okunmasıyla başlayan modernleşme ve yenileşme döneminin adıdır. Sözcük anlamı “düzenlemeler, reformlar” demektir. Batı dillerinde genellikle Osmanlı Reformu deyimi kullanılmaktadır. A.C.)
Rönesans’ı hazırlayan gelişmenin gözle görülür bir hale geldiği 14.yy’a özellikle çok önemlidir diyebiliriz. Çünkü bu yüzyılda Avrupa’nın önemli bir bölümünü büyük bir birlik içinde toplamış olan Evrensel Orta Çağ devletinin, artık ayrı ayrı ulusal devletlere bölündüğünü görüyoruz. Orta sınıfta uyanan girişimcilik ruhu ekonomide yeni gelişmelere yol açarak kilisenin maddi gücünü sarsmaya başlamış, şehirli orta sınıf yeni bir hayat görüşü benimseyerek, kiliseden kopmaya başlamıştır. Rönesans kültürünün bütünü gibi felsefesi de dinç atılımlarla doludur ve bahsettiğimiz geçiş dönemi özelliklerini taşır. İşte bu geçiş dönemi aynı zamanda geri bırakılanla kendisine varılmak isteneni, işin tabiatı gereği, bir arada bulundurmak demektir. Bu birliktelik doğal olarak eski ile yeninin çatışmasını doğurur. Bu çatışmanın sonucu olarak bunların birbirinin içine girip bağdaşsalar bile, yine de doğal çelişkiler barındırabildiklerini görmekteyiz.
Rönesans başlı başına işlenmesi gereken çok detaylı bir konu olduğundan, şimdilik burada noktalayıp anlatımımıza geri dönelim.
(Devam edecek)