FELAKETLERİN BİLİMSEL AÇIKLAMASI OLABİLİR Mİ?
Günümüzde tüm toplumlarda “Düşünce Özgürlüğü” diye bir kavram var. Düşünce özgürlüğü, demokrasinin temel ilkesidir. İnsan haklarına ilişkin bütün belgelerde ilk sırada vurgulanmıştır. Kimsenin müdahalesi olmadan her fert istediğini düşünme hakkına sahiptir. Her çeşit bilgi ve fikir, ülke sınırlarına bağlı olmaksızın, sözle veya yazıyla iletmeyi içererek, her kategoride, fikirde ve sanatta, araştırma ve elde etmede özgürdür.
İfade özgürlüğü, Birleşmiş Milletler tarafından İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde ilan edilen, birçok ülke tarafından da kabul edilen bir haktır. Elbette ülkeden ülkeye bu hak daha değişik uygulanabilir.
İnanç özgürlüğüde, insanın bir dine inanması ya da inanmamasıdır. İnsanın bir dine inanması, inandığını uygulaması, inancını öğrenmesi, öğretmesi ve yayması inanç özgürlüğü kapsamına girer.
Bu üç özgürlük kavramı bizim olmazsa olmazlarımızdır. Bir konuyu belirledikten sonra oturur niçin ve nasıl olacağını düşünürüz. Düşünceler özgürce olgunlaşır ve fikre dönüşünce bir araya gelir o konu üzerindeki düşüncelerimizi özgürce ifade ederiz. Ve nihayet hangi alanda olursa olsun, konuyla ilgili sağlam kanıtlara dayandırılmış yazımızı kaleme alır, yayınlarız. Yazı sitemizde yayınlanıp okuyucuyla buluşunca, artık sıra okuyucudadır. Özellikle din nitelikli araştırma yazılarımızda muhatabı yazıyı okur, sunulan konuyla alakalı verileri inceler ve yazı bittiğinde özgürce kararını verir. Her konuda olduğu gibi burada da çizdiğimiz yol aynı. Kimsenin inancına karışmayız, karışamayız. İsteyen ona inanır, isteyen buna. Hatta bazıları file, maymuna, sığıra tapar, kimilerinin de din hiç umurlarında değildir. İşte tüm bu gruplar ne mutlu ki, bizim okuyucu yelpazemizi oluşturmakta. Zaten dikkat edilirse biz de kendi düşüncelerimizi, fikirlerimizi paylaşıyoruz, herkesin doğrusu kendine mantığından.
Konumuza dönersek bizler aklımızı zorlayan bazı noktaları aktarıyoruz yorumlarımızla. Bunlar kendi düşünce ve yorumlarımız. Bardağın dolu veya boş tarafı örneğinden hareketle bizim gibi düşünüp hak verenler olduğu gibi, tam tersi fikirlere de sahip okuyucularımız vardır. Bu değerli düşünceleri arada bir de olsa bizimle paylaştığınız oluyor ve de okuyunca çok da memnun oluyoruz. İşte bu paragrafta da aklımızı kurcalayan soru şu.. Dünün mucizeleri bugün sıkça rastlanılan günlük olaylar haline gelmişse, hatta bazı toplumların bazı adamlarının yaptıkları akıllı robot makineler, bize aklımızın almakta zorlanacağı mesafelerden, yabancı dünyalardan bilgi ve resimler gönderiyorlarsa acaba “mucize kavramımızı” değiştirmeli miyiz? Mucizenin tarifini yeniden gözden geçirmemizin zamanı gelmedi mi?
Dünya ile Mars arasındaki mesafe, iki gezegenin Güneş etrafındaki tam bir turunu tamamlama süresi farklı olduğu için sürekli değişiyor. Mars ve Dünya arasındaki ortalama mesafe 225 milyon km. ve de 31 Temmuz 2018’deki gibi 57.6 milyon km. uzaklık pek sık rastlanan bir durum değil. Şu mesafelere bir bakar mısınız? 1997 yılında Sojourner, 2004 yılında ikiz robotlar Spirit ve Opportunity ile 2011’de halen aktif olan tek robot Curiosity gönderilmişti. Şimdi de 2021 Şubat ayında daha önce kızıl gezegenin hiç incelenmemiş kurumuş bir gölüne iniş yapması planlanan Atlas V roketi ile Mars’a yollanacak Perseverance adlı robotun son hazırlıkları yapılıyor. 1970’li yıllarda evrenin keşfi ve Dünya dışı yaşam arayışının henüz taze olduğu günlerde büyük bir heyecanla fırlatılan Pioneer ve Voyager araçları, bugün hala yollarına devam ediyorlar. 1972 yılında Pioneer 10 Jüpiter’e ve 73’te Pioneer 11 Satürn’e bu amaçla fırlatıldılar. Milyonlarca km.lik uzaklıklardan bahsediyoruz. Ve de günümüz gençleri hatta çocuklarımız bu bilgilerin ışığında büyüyorlar.
Özetle teknolojinin dünya, güneşin hatta Samanyolunun dışına taştığı günümüzde, kendilerine şu yukarıda anlattığımız (ki Eski Ahit’ten alınmışlardır) 10 felaketi vd. nasıl anlatacağız ve kendilerinden bunları gerçek olarak kabul etmelerini nasıl isteyeceğiz? Düşünsenize 21 Haziran 2020 tarihi itibariyle Voyager 1, Dünya’dan 22.3 milyar kilometre uzakta herhangi bir sinyalin dünyadan Voyager 1‘e ulaşması 20 saat 40 dakika sürüyor. Bu gerçekle yaşayan, üstelik ellerindeki akıllı telefonlarıyla, birkaç tuşa dokunarak uzak kıtalarla ilişki kurabilen günümüz gençlerinden, gökten kurbağa, dolu yağmasını birer mucize olarak kabullenmelerini nasıl isteyebiliriz? İşte bizim sorgulamalarımızın temel kaynağı bu.
Bu düşüncelerimizin yanı sıra, Mısır’ın başına geldiği hikâye edilen afetleri günün bilim ışığı altında açıklayan bazı bilim adamları da var. Kendi yorumlarımıza geçmeden, onları da size nakledelim istiyoruz. Ancak burada bir parantez açıp size Mısır’ın başına gelen felaketlerin yaklaşık tarihiyle hemen hemen aynı süreçte meydana gelen devasa bir yeryüzü olayından, gerçek bir cehennemden bahsedeceğiz.
Santorini (Yunanca adı: Thera), Ege Denizi’ndeki Kiklad (Kyklades) takımadaları içinde yer alan volkanik adalardan biridir. Santorini volkanının da içinde yer aldığı Kiklad takımadalarında çok sayıda volkanik ada bulunmaktadır. Santorini ve yakın çevresindeki birkaç irili ufaklı adayı oluşturan volkanik etkinlik ise, yaklaşık 1 milyon yıl önce denizaltı volkanizması olarak başlamıştır, bu etkinlik daha sonraları bir ada oluşturmuş ve son püskürme tarihi olan 1950 yılına kadar aralıklarla devam etmiştir. Yapılan araştırmalara göre son 200. 000 yıl içerisinde en az 12 büyük püskürme gerçekleşmiştir (Druitt, Francaviglia, 1992).
MÖ.1628 yılındaki püskürme (Tarih konusunda bazı tartışmalar vardır, o yüzden farklı kaynaklarda ± 36 yıllık bir fark bulunmaktadır, karışıklığa yol açmamak için bu püskürme genel olarak Minoan/Minos Püskürmesi olarak adlandırılır) Santorini’yi hem dünyaya tanıtmış, hem de çevresini en fazla etkilemiş püskürmedir. Bu erüpsiyondan (püskürme) eski Mısır kayıtlarında da söz edilmektedir. Günümüzde, Nil deltasında ve doğu Akdeniz tabanı ile Karadeniz’de Sinop açıklarında yapılan deniz dibi sondajlarında, ayrıca Anadolu’da bazı göllerin tabanında yapılan sondajlarda Santorini’nin küllerine rastlanmaktadır. Bu anlattıklarımızın amacı Santorini’nin Minoan püskürmesi ve günümüze kadar ulaşan küllerinin nerelerde bulunduğu hakkında bilgi vermektir.
İÖ.1650-1600 yılları arasında Santorini volkanı çok güçlü bir etkinlik göstermiştir Püskürtülen büyük miktarda materyal (30-40 km3 ) atmosferde 36 km. yüksekliğe kadar erişmiştir. 1883’te Sumatra ile Java arasındaki Krakatoa adasında meydana gelen püskürme, tarihi çağlardaki en çok can kaybına yol açan patlama olarak kabul edilmektedir. Çökmeler sonucunda oluşan tsunamiler 36.000 kişinin ölümüne yol açmıştır. Patlamaların sesi yaklaşık 5.000 km öteden işitilebilmiştir. (Dorozynski, 1972)
Elde edilen verilere göre Santorini’de Krakatoa’nın 4-5 katı büyüklüğünde bir püskürme olmuştur. Girit adasındaki Miken uygarlığının yok olmasında da rolü olduğu düşünülen Santorini’in etkileri Mısır’a kadar uzanmıştır. Mısır’daki 18. Hanedan’a ait papirüslerde yoğun külün neden olduğu havadaki kararma ve Santorini’nin kalderasının (volkanik patlama sonucu toprağın çökmesiyle oluşmuş volkanik yer şekli) çökmesiyle oluşan tsunaminin kıyılardaki etkilerinden söz edilmektedir (Dorozynski, 1972).
Ayrıca, ABD.’nin çeşitli bölgelerinden, İrlanda’dan ve Türkiye’de Gordion’dan o dönemde yaşamış ağaçlardan alınan örneklerde yapılan araştırmalarda püskürmenin ardından gelen yıllara karşılık gelen ağaç halkalarının diğerlerine göre çok daha dar olduğu, yani bitkisel gelişimin çok sınırlı olduğu görülmüştür. (Kuniholm, 1990) Ayrıca Grönland’ın doğusundan alınan buzul örneklerinde Santorini’nin erüpsiyonu ile aynı tarihlere karşılık gelen tabakalarda, asidik karakterdeki magmadan atmosfere püskürtülen materyale bağlı olarak, asiditenin artmış olduğu saptanmıştır. (Sigurdsson, Carey, Devine,1990)
Bu patlamadan sonra, dünya yıllık sıcaklık ortalamalarında bir azalma olmuş ve yaz ayları bile oldukça serin geçmiştir. Kanıtlar Santorini’in püskürttüğü kül ve gazların iklim üzerinde küresel bir etkiye yol açtığını gözler önüne sermektedir. Minoan erüpsiyonu (Minos Patlaması) esnasında Santorini’den püskürtülen ve yerden 155.000 m. yukarıdaki kemosfer katına kadar ulaşan piroklastik materyal(kor halindeki kaya ve lav parçaları) Doğu Akdeniz ve Anadolu üzerine doğru yayılmıştır.
(Kemosfer; gazların iyonlara ayrışması işlemi bu katmanda gerçekleşmektedir. Güneşten gelen zararlı ışınların bir miktarı kemosfer katmanında yer alır)
Atmosferin yüksek kesimlerine ulaşan daha küçük maddeler ise hava akımlarıyla tüm atmosfere yayılmış ve iklimde küresel bir soğumaya neden olmuştur. Bu soğumanın izleri değişik ülkelerden alınan ve o yıllarda yaşamış olan ağaçların halkalarında belirgin olarak görülmektedir. Santorini yakınındaki diğer adalarda bu materyale karasal ortamlarda rastlanmaktadır ancak daha uzak mesafelere gidildikçe piroklastik materyale deniz veya göl dibi tortullarında rastlanmaya başlanmaktadır. Bu nedenle Anadolu’nun özellikle batı kesimindeki göllerin pek çoğunun tortullarında Santorini’nin küllerinden oluşan bir tabaka bulunması normaldir.
Bazı bilim yazarları ve Eski Ahit araştırmacıları, bu belaların doğaüstü mucizelerden ziyade, yukarıda bahsettiğimiz sıradan doğa felaketleri ve bunların sonuçları olabileceğini belirtmektedirler. Bu hipotez ile ilgili tek sorun, Tevrat‘ta anlatıldığının aksine afetlerin halklar arasında ayırım yapmamalarıdır. Eski Ahit, üçüncü felaketten sonraki belaların sadece Mısırlıları etkilediğini ve İbranileri etkilemediğini iddia eder.
Fenomenlerin çoğunun doğal unsurlar olabileceğini belirten açıklamalar şöyledir:
- 1. Bela – Su kana dönüştü, balıklar öldü:
- M.Ö. 1500’lerde Ege Denizindeki Santorini Adasında volkanik hareketlilik sonucunda meydana gelen patlamanın ardından oluşan küller Nil Nehri’nde bulundu. Nil’deki kırmızılığın sebebi bu olabilir. Çökelme sonucu oluşan kum tabakası Nil’i kan kırmızı yapıp suyunu içilmez kılabilir. Kızıl toprakları bulunan Victoria Gölü bölgesindeki sağanak yağışlar kızıl çamuru Nil’e akıtmış olabilir.
- Bir başka görüşe göre kızıl ve zehirli su yosunlarındaki artış (kızıl gelgit) toksik/zehirli madde miktarını arttırıp balıkları öldürmüş olabilir.
- 2. Bela – Kurbağalar: Balıkları öldürecek derecede su bozulması, kurbağaların nehri terk etmesine ve ölmelerine sebebiyet vermiş olabilir.
- 3. ve 4. Belalar – Bit ve sinekler: Kurbağaların eksikliği bit ve sinek gibi böceklerin nüfusunda artışı sağlamış olabilir.
- 5. ve 6. Belalar – Hayvanlarda salgın ve çıban: Sivrisinek, karasinek gibi ısırgan sineklerin, haşerelerin sayısındaki artış çeşitli hastalıkların artmasına ve salgınlara sebebiyet vermiş olabilir.
- 7. Bela – Dolu: Volkanik hareketlilik, külün yanı sıra beraberinde kükürt de getirir ve bu da meteorolojide önemli hava sistemlerini değiştirebilir. Öte yandan günümüzde olduğu gibi dolu, bağımsız bir hava olayı olarak da gerçekleşmiş, fırtınalarda çakan şimşekler de “ateş” olarak yorumlanmış olabilir.
- 8. Bela – Çekirgeler: Dolu yüzünden tahılların zarar görmesi sebebiyle çekirgelerin yemek kaynakları kısıtlanmış ve ayakta kalan diğer hububatı çekirgeler için cazip hale getirmiş olabilir. Hayvanlardaki salgın hastalık nedeniyle çekirgeleri avlayan hayvanların eksikliği çekirge nüfusunda artışa sebep olması mümkündür. Bu açıklamalar haricinde bugün bile özellikle Afrika ve Ortadoğu’da, ekili alanlara büyük zararlar veren çekirge sürüleri görmek sıra dışı bir olay değildir.
- 9. Bela – Karanlık: Güneş tutulması, kum fırtınası, volkanik kül veya yoğun hacimli çekirge sürüsü güneşi bir süreliğine örtmüş olabilir.
- 10. Bela – İlk doğan Ölümü:
- Bilim adamları eğer son belanın amacı gerçekten sadece ilk doğanları etkilemekse bu, karanlık zamanda ya çekirgeler ya da kara küf (Cladosporium) tarafından yemeklerin zehirlenmesiyle gerçekleşmiş olabileceğine dikkat çekiyorlar. Ortadoğu kültüründe ilk doğanlar ayrıcalıklı olduğu için ilk öğünler onlara verilirdi, böylece ilk doğanların yemekten zehirlenmiş olmaları olasıdır. İsrailoğulları ise, öğünlerini hazırlayıp hemen tükettikleri için onların etkilenme olasılığı daha az olurdu.
2006’da yayınlanan Exodus Decoded isimli belgeselde Yahudi asıllı yapımcı Simcha Jacobovici‘nin görüşüne göre ilk doğanların ölümü Santorini’deki volkanik patlamayla ilintilidir. İlk doğanlar ayrıcalıklı olduğundan yere yakın yerlerde yatıyordu, diğer çocuklar ise yüksekte ve hatta bazen çatıda yatırılıyordu. Volkanik patlama sebebiyle zehirli gaz ağır olduğundan yere yakın kalıyordu ve bu sebeple yere yakın yatan ilk doğanlar zehirlenip ölmüştü. Yahudilerin bundan kurtulmalarının sebebi ise o gün Pesah’ın (Hamursuz Bayramı) ilk günü olduğundan yatmaya gitmemeleri tersine, ayakta kutlama yapmalarıydı.
Özetlersek; bilim insanları, Eski Ahit’te yer alan ve Antik Mısır’ı mahveden felaketlere, küresel ısınma ve volkanik patlamaların sebep olduğunu iddia ediyorlar. Tevrat’taki Çıkış kitabında Musa,İsrailoğullarını bu felaketlerin yardımıyla esaretten kurtarmıştır. Ancak bilim insanları bu belaları, İntikam sahibi Allah’ın azabı olarak açıklamaktansa şunu iddia ediyor: “Bu felaketler, yüzlerce mil uzakta olmuş çevresel felaketler ve iklimdeki değişikliklerinin tetiklediği doğal olaylar silsilesine bağlı olabilir.”
Araştırmacılar, Tevrat’taki belalarla ilgili yeni açıklamalar sunan ikna edici kanıtları National Geographic kanalında yayınlanmak üzere derlediler. Arkeologlar, felaketlerin geniş çapta, Firavun Ramses II’nin hüküm sürdüğü sırada, Mısır’ın başkenti olan Nil Deltasında Pi-Ramses şehrinde meydana geldiğine inanıyorlar. Bilindiği üzere bufiravun M.Ö. 1279-1213’de hüküm sürmüştü.
Yapılan arkeolojik kazılar neticesinde bu Pi-Ramses’in yaklaşık 3000 yıl önce terk edildiği ve de mahvolduğu düşünülüyor. Bilim insanları bu durumun yaşandığı iddia edilen felaketleri açıklayabileceğini söylüyor. Çağın iklim koşullarını inceleyen klimatologlar (iklim bilimciler), Ramses II’nin hükümranlığının sonuna doğru, iklimde dramatik bir değişiklik olduğunu fark ettiler. Mısır mağaralarındaki dikitleri inceleyen bilim adamları, kaya içindeki radyoaktif minerallerin izlerini takip ederek, dönemin hava modellerinin kayıtlarını yeniden çıkarmayı başardılar. Firavun Ramses’in hükümranlık yıllarının ılık ve yağışlı bir iklime denk geldiğini ancak sonra kuru bir iklim periyoduna geçildiğini buldular.
Alman Heidelberg Üniversitesinden Paleo İklim Bilimci Prof. Augusto Magini, durumu şöyle açıklıyor: “Firavun 2. Ramses, çok elverişli bir iklim periyodunda hükümranlık sürdü. Bol miktarda yağmur vardı, ülkesi refah ve zenginlik içerisindeydi. Ancak bu yağışlı dönem bir kaç on yıl içinde sona erdi. Ramses’in hükümranlığından sonra, iklim eğrisi keskin bir şekilde aşağıya döndü. Bu kesinlikle çok ciddi sonuçları olan kuru bir iklim periyoduydu.”
Bilim insanları, iklimdeki bu dönüşümün, felaketlerin ilkini başlattığına inanıyor. Araştırmacılara göre; yükselen sıcaklıklar, Nil nehrinin kurumasına sebep olmuştu. Mısır’ın hızla akan hayat kaynağı, yavaş hareket eden çamurlu bir suyoluna dönmüştü. Bu koşullar, Tevrat’ta Nil’in kana dönüşmesi olarak tanımlanan ilk musibetin oluşması için çok uygundu. Leibniz Enstitüsü’nden, Biyolog Dr. Stephan Pflugmacher, şuna inanıyor: “Bu tanımlama, zehirli bir tatlı su yosununun neden olduğu bir durum olabilir. Burgundy Blood yosunu veya Oscillatoria rubescens olarak bilinen bakterinin 3000 yıl önce var olduğu ve hala benzer etkilere sebep olduğu bilinmektedir. Bu bakteri, besin değeri yüksek ve yavaş hareket eden ılık sularda kitlesel olarak çoğalır ve öldüğünde suyu kırmızıya boyar.”
Bilim insanları, bu alg oluşumunun, ikinci, üçüncü ve dördüncü felaketlere neden olan afetleri harekete geçirdiğini iddia ediyor: Kurbağalar, bitler, sinekler..
Kurbağalar, iribaşlardan tamamen yetişkinliğe geçişi hormonlar tarafından kontrol edilir. Stres zamanlarında bu hormonlar büyümelerini hızlandırabilir. Toksik/zehirli alg/yosunların oluşumu, böyle bir dönüşüme ve kurbağaları yaşadıkları suları terk etmeye zorlamış olabilir. Kurbağaların sayılarının azalması ve/veya tükenmesi neticesinde sivrisinekler, sinekler ve diğer böcekler, sayılarını kontrol altında tutan avcılar olmaksızın rahatça büyümüşlerdir. Bilim insanlarına göre bu, beşinci ve altıncı felaketlere neden olmuştur.
Haşarat ve çıban. Leibniz Enstitüsü’nden Biyolog Prof. Werner Kloas: “Böceklerin genelde sıtma gibi hastalıkları yaydığını biliyoruz. Zincirleme reaksiyonda bundan sonraki adım, insan toplumunu hastalandıran salgınların patlak vermesidir.” diyor.
Günümüzde pek çok bilim adamı, 400 milden çok daha uzakta meydana gelen evrensel bir diğer doğal felaketin, Mısır’a, dolu, çekirge ve karanlık getiren yedinci, sekizinci ve dokuzuncu felaketlerden sorumlu olduğu düşünmektedirler. Yukarıda da değindiğimiz üzere, insanlık tarihindeki en büyük volkanik patlamalardan biri olan Thera (Santorini) volkanı, yaklaşık 3500 yıl önce patladı ve atmosfere milyarlarca ton volkanik kül püskürttü. Almanya’nın Atmosferik Fizik Enstitüsü’nden Nadine von Blohn, dolu fırtınasının nasıl oluştuğuyla ilgili deneyleri yürütüyor. Volkanik küllerin Mısır’ın üstünde sağanak fırtınalarla çarpışarak, dramatik dolu fırtınasına neden olduğuna inanıyor.
Antik Mısır’da meydana geldiğine inanılan belalarla ilgili kitap yazan Kanadalı Biyolog Dr. Siro Trevisanato, çekirgelerin, volkanik kül dökülmesiyle açıklanabileceğini söylüyor ve ekliyor: “Dökülen küller, daha yüksek yağışlara ve neme dönüşen hava anomalilerine sebep olmuştur. Ve çekirgelerin varoluşunu arttıran şey tam da budur. Volkanik kül, Güneş ışınını kapatarak karanlık veba hikâyelerine sebep olur.”
Bilim insanları Mısır kazılarında, Mısır’da herhangi bir volkan olmamasına karşın, volkanik lavların soğuması sonucu oluşan sünger taşları buldular. Talların analizi, bunun Santorini volkanından geldiğini gösterdi. Bu da bize Santorini patlamasından dökülen küllerin, Mısır kıyılarına ulaştığına dair fiziksel bir kanıt sağlıyor.
Antik Mısırda ilk doğanların ölümüne sebebiyet veren son belanın, mantarlardan kaynaklanmış olabileceği öne sürülüyor. Mantarlar, hububat erzaklarını zehirlemiş olabilir ve böylece onları toplayan ilk doğan erkekler, ilk kurbanlar olmuş olabilir. Ancak Amerika Katolik Üniversitesi’nden Prof. Dr. Robert Miller, konuya bilimsel değil de dinsel, teolojik açıdan açıklama getirenlerden. “Tüm belaların (felaketler), doğal sebeplerle geldiğinden şüpheliyim. ‘Doğacı-tesadüfi’ açıklamalarla ilgili problem temel noktayı kaybetmeleridir. Ve temel nokta, Mısır’daki felaketlerin doğal sebeplerden kaynaklanmadığı ve Tanrı’nın eliyle cezalandırıldığıdır.”
Son olarak tanınmış Belarus doğumlu, Yahudi Amerikalı yazar, psikiyatrist ve bilginlerden Immanuel Velikovski’nin (1895-1979) Antik Mısır’da meydana gelen 10 belayla ilgili açıklamalardan da bahsedeceğiz. Kutsal kitaplarda anlatıldığına göre Tanrı, İsrailoğullarına zulmeden firavunu cezalandırmıştı. Tevrat ve Kuran Tanrının bu felaketlerle peygamberi Musa’nın yolunu açtığını ve İsra-el kavmini Mısır’dan çıkarmasını sağladığını anlatıyor.
Peki gerçek bu muydu? Yukarıdaki paragraflarda da değindiğimiz gibi, Tanrı zalim bir firavunu cezalandırmak için çoluk çocuk tüm Mısır’ı kana mı bulamıştı? Sadece bir kötüyü yok etmek için binlerce günahsızı mı öldürmüştü? Mısır’ın başına gelenlerin nedeni ilahi güçler miydi, yoksa bugün de zaman zaman tanık olduğumuz sıradan doğa olayları mı?
Yahudi asıllı Rus bilim adamı Immanuel Velikovski, kutsal kitapların aksine İpuwer Papirusu’nda yazılanları zincirleme yanardağ patlamalarına ve depremlere bağladı. Velikovski’ye göre Ege’de Girit yakınlarındaki Thera adasında bulunan Santorini volkanı o felaketlerin gerçekleştiği tarihlerde patlamıştı..
Patlama nükleer bombadan bin kez daha güçlüydü ve tam bir kıyametti. Minos uygarlığını batırmıştı. Ege Denizi, Yunanistan ve Anadolu büyük depremlerle sarsılmış ve aylar süren çeşitli felaketlere maruz kalmışlardı. Adalar batarken, yerine yenileri çıkmıştı. Ardından Sina dağı da patlamıştı. Burada bir parantez açalım.
Son zamanlarda özellikle yurdumuzda bazı akademisyenler bazı ilginç(!) teoriler öne sürmekteler. Bunlardan biri de TRT’de yayınlanan bir söyleşi programında “Hz. Nuh’un cep telefonu vardı” iddiasıyla gündeme gelen Dr. Yavuz Örnek. Bu son derece değerli bilim adamımızın son iddiası da “Sina çölünde, Sina Dağı dolaylarında Sümerlilerce patlatılan nükleer silahla” ilgili.
Bakın Örnek ne diyor; “Sümer tabletlerinde Sina Çölü’nde patlatılan ve yüksek bir dağı yıkan çok güçlü bir silahtan bahsedilir. Tabletteki bilgiler iyi analiz edildiğinde bunun nükleer bir silah olduğu anlaşılmaktadır. Bu silahın Sümerler zamanında patlamış olması gerekmez. Sümerler kopyacıdır. Nakletmiş olabilirler. Nitekim Tufan’ı da aynen taklit etmişlerdir. Sina Yarımadasında patlatılan nükleer bomba olayı muhtemelen nesilden nesile anlatımla kendilerine gelmiş olabilir. Bakın Sümer tabletlerinde ne diyor.“Erra’nın esas hedefi uzay istasyonunun Marduk’un eline geçmesini önlemektir. Bu nedenle Sina’daki istasyon da hedef seçilir. Enlil ve Anu bu planı onaylar ve Erra daha fazla vakit kaybetmeden uygulamaya geçer: “Isum, En Üstün Dağ’a doğru hareket eder, Eşi olmayan korkunç yedili silahlar peşindedir, En Üstün Dağ’a ulaşınca elini kaldırır ve dağ yok olur. Sonra En Üstün Dağ’ın civarındaki ovaları tahrip eder “Ormanlarında bir ağaç gövdesi bile dik kalmaz”. Bilginiz olsun diye aldık bu değerli akademisyenimizin bu “belgesiz” açıklamalarını.
Tüm Ege, Akdeniz ve Mısır’ın başına gelen felaketin nedeni volkanlar ve onların yarattığı depremlerdi. Volkanik küller Nil nehrini kırmızıya dönüştürmüştü. Suyun zehirlenmesiyle kurbağalar karaya çıkmıştı. Kurbağalar ölünce sinek ve pirelerin çoğalmasına neden olmuştu. Çekirgeler ekinleri yok etmişti. Ve salgın hastalıklar baş göstermişti. Santorini ve Sina’nın külleri gökyüzünü öyle sarmıştı ki, gündüzler gece olmuştu. Jeolojik araştırmalar, arkeolojik bulgular Velikovski’nin görüşlerini doğrular nitelikteydi.
Exodus’le devam edeceğiz…