HAKKIMDA

Bu bölüme kendimle ilgili birşeyler yazmam lazım. Ancak 1953’ten bu yana o kadar çok şey yaşandı ki, kolay değil yarım asırı devirmişiz, artısı da var. Hatırlıyorum da rahmetli Timur ağabeyimin 27 yaşına girdiğini duymuştum aile arasında konuşurlarken. “Amaaan demiştim, ağabeyim ne kadar yaşlanmış”. İnsan yaşadıkça tadıyor herşeyi. Okullar, arkadaşlar, neş’e, hüzün, başarı, az da olsa başarısızlık, aile, akrabalar, dostlar, anlaşamadıklarım, anılar, aşklar (ya da aşk zannettiklerimiz), kazandıklarımız, kaybettiklerimiz.. Daha neler neler… Kısacası hepimizin farklı farklı da olsa temelde yaşadıklarımız hep aynı şeyler değil mi? Her birimiz bu duyguları farklı ortam, yer ve kişilerle değişik süreçlerde de olsa yaşamadık mı? “Sensizliği sen nereden bileceksin? Sen hiç sensiz kalmadın ki?” demiş ozan. İyi demiş, güzel demiş de, bu dizeleri uğruna yazdığı aşkı bir başkasının olunca acaba neler hissetmiş? Ya da hala bu duygusal sözlerinin arkasında mı? Hiç zannetmiyorum ya. Her neyse..

 

Beni ben yapan geçmişimle, yaşadıklarımla acısıyla, tatlısıyla barışığım, ama adı üstünde geçmiş, bitmiş, çok gerilerde kalmış hatta pek çoğu da unutulmuş. Bakın şimdi aklıma yine yıllar öncesinden bir şarkı sözü geldi. Mehmet Teoman’ındı yanılmıyorsam. Şarkının adı “Hastane”. Elbette bugünün gençlerine pek hitap etmez eminim, o yıllarda da bana çok kasvetli gelmişti zaten. Ancak bir söz dizesi hemen geliverdi aklıma hazır geçmiş, unutmak, unutulmaktan bahsederken. Şöyleydi  “Bir insan herşeyi unutacak kadar, bilmeyecek  kadar yok olabilir mi?”. Çok mu iddialı geldi bu sözler size, o 70’li yılların ikinci yarısında bayağı tutmuştum oysa. Her neyse devam edelim. Yıllardır her sabah bugünle kalkıyorum, yatarken de yarınla. Arada sırada “Şimdiki aklım olsaydı” dediğim olmuyor değil hani. Hani olmaz ya, o yıllara, geçmişe dönebilsek, şu anda yapamadık diye hayıflandıklarımızı yapsak hayatımız nasıl olurdu acaba? O eskilerde tüm isteklerimiz gerçekleşebilseydi, aman Allahım hiç düşündünüz mü? Nasıl değişirdi, değişebilirdi hayatımız, istediğimiz herşeye sahip olabilseydik?  Yok yok o kadar iddialı olmayalım, kimbilir belki o kavuşamadıklarımız, yapamadıklarımız, başaramadıklarımızdır bugünümüzün mimarları. O başarısızlıklar, ulaşamadığımız mutluluklardır bugünkü huzurlu, mutlu yaşamımızın temeli, kaynağı. Asla bilemeyeceğimiz, emin olamayacağımız “gerçekler“.

 

Bazı hayaller vardı yaşamımda, olmasını gerçekleşmesini istediğim, hem de delicesine. Elimi uzatsam, uzatabilsem tutacağım, tutabileceğim ve bir daha hiç mi hiç bırakmayacağım eller vardı mesela. Ama olmadı yapamadım, beceremedim bir türlü. Geriye, maziye dönüp baktığımda içim sızlamıyor değil. Ama artık çok geç, hatta imkansız olduğunu bildiğimden “Kısmet değilmiş”le geçiştirdiğim hayallerim bunlar.

 

“Hayat bir tren gibidir, belli rayların üzerinde giden. Senin o rayların götürdüğü yere gitmekten başka seçeneğin yoktur. İstasyonlar vardır, duraklar, onlar da önceden belirlenmiştir. Yok öğle istediğin yerde durmak, ille belirlenen istasyonlarda duracaksın.” “E, peki benim hiç mi seçeneğim yok bu yolculukta?” “Olmaz mı elbette var. Durduğun istasyonda ne kadar kalacağına sen karar verirsin. İstersen bir kahve içimi, istersen daha da uzun.” “Ya o istasyonda tamamen kalmak istersem, daha öteye, yolculuğa devam etmek istemezsem?” “Aslında kısa, ancak sana uzun gelecek bir süre kalabilirsin o istasyonda. Ama insanoğlu hep daha fazlasını isteyip, hep bir sonrakini merak ettiğinden, emin ol az ya da çok bir süre sonra yine binersin o trene ve yeni istasyonlara doğru yol alırsın. Bu senin yapıtaşlarında var.” “Hep arayış içinde oluyoruz o zaman. Of hiç hoşlanmadım bundan. Benim karar verme yetimi kısıtlıyorsun böylece. Hem bana akıl, zeka veriyorsun, hem herşeye sen karar veriyorsun. Madem öyle bana bu aklı, zekayı neden verdin o zaman? Bir ot, ağaç, çiçek olarak yaratsaydın ya beni.” “Yine yanlış düşünüyorsun, seni sen yapan, genç tutan, yaşamına zevk verip anlam katan işte bu arayışlarındır. Bilir misin, ilk baharda tüm çiçekler arıları beklerler. Güneşi görünce açarlar, rengarenk, cıvıl cıvıl olurlar arıları cezbetmek için. Bir arının gelip polenlerine bulaşması en büyük arzularıdır. Arılar o polenleri çiçekten çiçeğe taşıyarak döllenmeyi, çoğalmayı sağlarlar. Güz gelip de havalar soğuduğunda çiçeğin gözünde bir damla yaş belirir. Esen soğuk yelle son nefesini verirken o yaş gözünden düşüp toprağa karışır. Bir sonun işareti değildir o gözyaşı, tam tersine bir sevincin habercisi, müjdecisidir. Çünkü çiçek bir dahaki baharda ovanın bambaşka bir yerinde, ya da yüce dağların zirvelerinde bir kez daha yaşama merhaba diyeceğini bilir. İşte bu da o yaradılış olarak doğduğu yerde ölüme mahkum ettiğim bir çiçeğin güzeli, yarını arayışıdır. İnsanlar da  tüm yarattıklarım da böyledir. Hep iyiyi, daima güzeli ararlar. Ama kendilerine göre iyiyi ve güzeli. Ama ben, onların Yaratıcısı olan ben, onlar için neyin en iyi, neyin en doğru olduğunu sadece ben bilirim.”

 

İlginç değil mi? Yıl 1972.. Paris.. Eylül sonu. Paris sokakları gibi, burada da hafif sonbahar rüzgarında oraya buraya uçuşan sararmış yapraklar. Onlarca insanın, turistin gelip geçtiği, gürültülü bir şekilde konuşup fotoğraflar çektiği o meşhur yer, burası. Paris Sud, Paris’in güneyi. Karşımda Paris’in simgesi Eyfel Kulesi ve daha da ileride akademik binalar yer alıyor. Kısa süreli de olsa daha önceden birkaç kez geldiğim, yaşama dair ne varsa, bu kentin meydanlarında, caddelerinde, kafelerinde bulunduğunu bizzat gördüğüm/yaşadığım bir dünya Paris. Kalacağım otele gitmeden önce, Saint Benoit’ya girdiğimden beri sürekli merak ettiğim Eyfel Kulesinin hemen önündeki parkta cebimdeki not defterine karaladığım satırlar bunlar. Yıllar sonra kütüphanemde tesadüfen rastladığım ve az da olsa nemli gözlerle defalarca okuduğum yazılar. Bunları ilk gördüğüm, okuduğumda anılar canlanmıştı gözlerimde, belleğimde. Air France logolu mavi çantam, şimdi elbette ancak antika olarak değerlendirilebilecek bavulum, nefes nefese, rüya gibi geçen o koskoca yıllar.. Daha neler, neler..

 

Herneyse demek istediğim odur ki, bindik bir alamete, umarım gidiyoruzdur selamete. İster simitçi ol sokaklarda simit sat, ister profesör ol dünyanın en büyük üniversitelerinde dersler, konferanslar ver, talebeler yetiştir, alkış al, takdir al, plaket al. Al da al. Ama neticede günün geç saatlerinde otele, lüks odana döndüğünde yalnızsın, aynaya baktığında yıllardır gördüğün, ufak tefek değişikliklerle aynı çehre, aynı bakışlar. Hani Albert Camus’nün dediği gibi “Le monde est absurde.”  Hayat saçmadır, anlamsızdır manasında. Örneğin çok başarılı geçen bir seminerinden sonra seni alkışlayanlar, bis çekenler, takdir edenler, plaketler verenler,  ertesi gün baktığınızda kendi  gerçek yaşamlarını sürdürmektedirler. Dün dünde kalmıştır. Buna mecburdurlar da zaten. İşte hayat böyledir, anlıktır. Yaşar ve tüketirsin. Her neyse, nihayetinde önemli olan insan olmak, insan olabilmek. Bu sitenin sahibi, insan olmaya, adam olmaya çabalayan, çevresindekileri mutlu etmeye çalışan sıradan biri. Ve de başka hiçbir sıfatının, titrinin önemi yok.  İşte bu nedenle Hakkımda bölümünü böyle tuttum. Hani meşhur, bilindik bir hikayedir ya. Bir Anadolu kasabasından yaşlı anne ve babasını, görevlileri gönderip kış kıyamette ayağına getirten valinin hikayesi. Yaşlıları karşısında gören adam koltuğuna şöyle iyice bir yaslanır sonra yavaşça kalkarak babasına şöyle der gururla.. “Baba sen hep benim için bu çocuk adam olmaz diyordun. Ama yanıldın. Bak şu anda karşında koskoca bir vali var.” İhtiyar adam gözlüğünün buğusunu mendiliyle sildikten sonra, karşısında dimdik duran oğlunu şöyle dikkatle yukardan aşağıya uzun uzadıya süzer. Gözleri yaş dolmuştur, ağzını açar birşeyler söylemek ister. Ancak susar, söyleyemez, birşeyler tıkanmıştır boğazına. Ani bir davranışla karısının kolundan tutup gerisin geriye kapıya yönelirken, hala ne olduğunu anlayamayan, şimdi gururlu değil, şaşkın gözlerle kendilerini izleyen çocuğuna dönüp “Bak oğlum der, ben sana vali olamazsın demedim, adam olamazsın dedim. Olamamışsın da. Adam olsaydın bu iki ihtiyarı bu kar kıyamette ayağına getirtmez, sen kalkar onların ayağına giderdin.” Ve iki yaşlı ele ele kapıdan çıkar giderler. Vali oğul öylece kala kalmıştır… İşte “adam” olmak böyle birşey.

 

Peki neden bu site? Kim girer? Kim okur? Kim ilgilenir ki bu siteyle? Sondan başlayayım cevaplandırmaya. Valla doğrusunu isterseniz, siteme kimin gireceği, okuyacağı, ilgileneceği hiç mi hiç umurumda değil. Hani enteller arasında hep bir tartışma yaşanır ya ülkemizde. Sanat sanat için mi, yoksa sanat halk için mi? diye. Benim cevabım bu site kendim ve benim gibi düşünenler için. Ne, Nerede, Nasıl, Ne zaman, Neden ve Kim sorularına cevap arayanların, yani düşünenlerin, kafa yoranlarındır bu site. Kendilerine her söyleneni kabul etmeyen, sorgulayanlarındır bu sayfalar. Kafanızı kurcalayan ne varsa sitem sizlere açıktır, yazın gönderin, birlikte üzerine düşünelim, tartışalım.

 

Tez zamanda görüşmek üzere.. Şimdilik hoşça kalın….

ALNUR CEYHAN

 

N.B.  TANRIM, DEĞİŞTİREMEYECEKLERİMİ KABULLENMEK İÇİN SABIR, DEĞİŞTİREBİLECEKLERİMİ DEĞİŞTİRMEK İÇİN CESARET, FARKI ANLAMAK İÇİN AKIL VER…