II. BÖLÜM
Demokritos’un atomculuğunda ruh ince, düz, yuvarlak ve ateş atomlarına benzer atomlardan yapılmıştır. Bu atomlar en hareketli atomlardır ve onların bütün bedene nüfuz eden hareketlerinden yaşam olayları doğar. Ruh, Demokritos’ta özel bir maddedir. Demokritos’a göre bu madde, bütün evrene yayılmıştır ve her yerde ısı ve yaşam olaylarını meydana getirir. Demokritos günümüz materyalistlerinin hiç hoşuna gitmeyecek biçimde, ruhla beden arasında bir fark olduğunu kabul etmektedir. Ondan yaklaşık 100 yıl sonra yaşamış olan Epikuros’un felsefe ve fizik anlayışı Demokritos’un devamı niteliğindedir. Ancak bize daha ayrıntılı olarak erişmiştir. Epikuros’un fiziğine göre hiçten hiçbir şey çıkmaz. Yoksa her şey her şey olurdu. Var olan her şey cisimdir. Yalnız boşluk cisimsel değildir. Cisimler içinde bazıları birleşmelerin sonuçlarıdır. Diğer bazıları ise her türlü birleşmenin öğeleridir. Bu ikinciler bölünemezler ve mutlak olarak değişmez, hareketsizdirler.
Helenistik felsefenin en önemli düşünürlerinden Epikuros’a (MÖ. 341-270) göre evren sonsuzdur. Dolayısıyla cisimlerin sayısı da sonsuz olmak zorundadır. Atomlar sürekli olarak hareket içindedirler. Bazen birbirlerinden çok uzaktadırlar. Bazen birbirlerine yaklaşırlar ve birleşirler. Bu ta başlangıçtan beri böyle olagelmiştir. Atomların büyüklük, biçim ve yerçekimlerinden başka özellikleri yoktur. Atomlar ölçülebilir her büyüklükten daha küçüktürler. Onların bir büyüklüğü vardır. Fakat bu büyüklük belirlenemez. Çünkü hiçbir ölçüye gelmez. Çok kısa olması nedeniyle atomların boşluktaki hareketlerinin zamanını da ölçmek olanaksızdır. Boşlukta atomların hareketi hiçbir engelle karşılaşmaksızın gerçekleşir. Atomlar ifade edilmeyecek kadar çok değişik biçimlerdedir. Ancak bu biçimlerin sayısı sonsuz değildir. Yoksa ne kadar geriye gidilirse gidilsin, evrende bütün olanaklı cisimlerin meydana gelişi belli sınırlar içinde kalamazdı. Boşlukta ne yukarısı ne de aşağısı vardır. Bununla birlikte onda karşıt yönde hareketler meydana gelmek zorundadır. Bu hareket yönleri sayısızdır ve boşlukta aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya hareketlerin meydana geldiğini düşünmekte bir sakınca yoktur. Epikuros ayrıca göksel cisimlerin hareketlerinin bir tanrısal varlığın arzu ve eyleminden ileri gelmediğini ifade eder. O göksel cisimlerin tanrısal varlıklar olmadığına inanıyordu. Tersine her şeyin birbiri ardından doğum ve ölümü meydana getiren öncesiz-sonrasız bir düzene göre işlediğini varsayıyordu. Bu öncesiz-sonrasız düzenin nedenini araştırmak, doğa inceleyicisinin amacıydı ve ölümlü varlıklar, bu nedenin bilgisinde mutluluklarını bulacaklardı.
İlk Çağ atomculuğunun son temsilcisi olan Lucretius (MÖ 99-MS 55)’un fizik ve felsefe anlayışı da Epikuros’un devamı niteliğindedir. O’na göre hiçten hiçbir şey çıkmaz. Eğer şeyler hiçten doğabilseydi, varlığı meydana getirici nedenin özü gereği sınırsız olması, dolayısıyla her şeyin her şeyden çıkabilmesi gerekirdi. Doğa gözle görülemeyen bazı cisimcikler, yani atomlar yardımıyla iş görmekteydi. Lucretius maddenin bütün evreni kaplamadığını, atomların içinde hareket ettikleri boş bir uzayın var olduğunu ortaya koyar. Eğer uzay mutlak olarak dolu olsaydı, evrende varlığını saptadığımız şeylerin sürekli hareketliliği olanaksız olurdu. Cisimler ve boş uzay dışında hiçbir şey yoktur. Var olan her şey bu iki öğeden meydana gelir veya onlarla ilgili bir olayı ifade eder. Zaman da kendi başına hiçbir şey değildir. O ancak belli bir anda olmakta olanın, olmuş olanın ve olacak olanın duyumunu temsil eder. O halde onun boş uzay kadar bile bir gerçekliği yoktur. Kısaca tarihsel olayları ancak cisimlerde meydana gelen veya uzayda gerçekleşen değişmeler olarak göz önüne almamız gerekir. Bütün cisimler ya basittir, ya bileşik. Lucretius’un genellikle “Şeylerin başlangıçları”, “İlkeleri” veya “Kaynakları” diye adlandırdığı basit cisimler, yani atomlar, hiçbir kuvvet tarafından yok edilemezler. Sonsuza kadar bölünme olanaksızdır. Çünkü her cisim meydana geldiğinden daha kolayca ve daha kısa zamanda çözülür. Eğer sonsuza kadar bölünme olanaklı olmuş olsaydı, sonsuz bir süre içinde bu yok olma o kadar ileriye gitmiş olurdu ki şeylerin yeniden bir araya gelmeleri olanaksız olurdu. Şeylerin varlıklarını devam ettirebilmelerinin tek nedeni, bölünmenin sonsuza kadar gidememesidir.
Öte yandan sonsuza kadar bölünme, varlıkların meydana gelişindeki düzenliliği ortadan kaldırırdı. Çünkü eğer cisimler değişmez ve hemen hemen hissedilmeyen moleküllerden yapılmış olmasalardı, sabit bir kural, bir bağlantı olmaksızın her şey ortaya çıkabilirdi. Sonsuza kadar bölünebilmenin reddedilmesi, atomlar ve boşluk kuramının temelini oluşturur. Lucretius evrenin biçiminin ne olduğu konusunda da Epikuros’a sadık kalarak, evrenin belirgin sınırlara sahip olduğu görüşünü reddeder. Eğer evrenin sabit sınırları olmuş olsaydı, uzun zamandan beri bütün madde kütlesi bu sınırlı uzayın dibinde çökmüş ve birikmiş olurdu. Lucretius çok sayıdaki İlk Çağ düşünürü tarafından kabul edilmiş olan “Yerin merkezine doğru çekim” görüşüne kesin olarak karşı çıkmaktadır. Atomların hareketleri hakkında ise atomların daima hareket halinde olduklarını ve doğa yasalarına göre bu hareketin, sonsuz boşluk içinde öncesiz-sonrasız bir düzgün düşme hareketi olduğunu ifade etmiştir. Lucretius, atomların boşlukta, güneşle dünya arasındaki uzaklığı göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir süre içinde alan güneş ışınlarından sonsuz derecede daha büyük bir hızla hareket ettiklerini söylemektedir.
İlk Çağ felsefesinin sistematik döneminde yer alan Platon, Sokrates’in ölümü üzerine Atina’dan ayrıldıktan yıllar sonra bu kente geri dönerek ünlü okulu Akademia’yı kurdu. Burada, çok önem verdiği matematik yanında doğa felsefesi, politika ve moral değerler gibi konularda felsefesini sundu. Platon’a göre evren, “İdea”lar ve “Olgu”lar âlemlerinden oluşmuştur. İdealar âlemi, soyut düşünce ve biçimlerin oluşturulduğu, sürekli, yetkin ve asıl gerçeklik âlemidir. Olgular alemi ise, idealar aleminin üstünkörü bir kopyasıdır. Duyularımıza gerçek gibi görünenler, birer yanılsamadır. Bizi doğrulara yalnız eğitilmiş akıl götürür. Bu nedenle, soyut kavramlarla düşündüğü için matematikçi gerçeğe ulaşabilir. Platon’da madde ve uzay ayrılmaz bir biçimde birleştiler. Platon maddeyi boş uzayla bir tuttu, çünkü fiziksel cisimlerin dünyasını geometrik formlarınkiyle eşitledi. Onun için fizik geometri olmuştu. Akılcı yaklaşımın temsilcilerinden olan Platon, gözlem dünyasını küçümser. Evrenin, bir yaratıcının yasalarıyla düzenlendiğini kabul eder. Doğa araştırmasına ilişkin yapıtı Tiamios, dünyanın yaratılışının bir söylencesidir. En yüce Tanrının bir yanardağ ağzında, “Aynı”, hem “Başka”dan bir karışım yaparak, dünyanın hem sürekli hem değişken ruhunu oluşturduğunu öne sürer. Geri kalan malzemeyle de yıldız Tanrılar ve ruhlar oluşturulmuştur.
– Platon (427-347) ya da İslâm dünyasında Eflatun olarak bilinen, Antik klâsik Yunan filozofu, matematikçi ve Batı dünyasındaki ilk yüksek öğretim kurumu olan Atina Akademisi’nin kurucusudur.
– Platon Akademisi, Antik Yunanistan’da Atina’da Platon tarafından kurulan (MÖ 387)bir felsefe okuluydu. Akademi, Helenistik dönem boyunca, MÖ 83 yılında Philo’nun ölümünden sonra sona erene kadar şüpheci bir okul olarak kalmıştır.
Aristoteles, öğretmeni Platon’dan farklı olarak, kendi araştırma merkezini insan ruhundan doğa ve dünyanın anlaşılmasına kaydırmıştır. Aristoteles’in felsefesi; gerek kozmolojisi, gerek siyaset felsefesi gerekse ahlak felsefesi erekselliğe (amaçsallığa) dayalıdır. Yani insanların, canlıların ya da diğer varlıkların bulunmaları gereken yere doğru yöneldiği, hareket ettiğini savunur. Bu düşüncesi Aristo’nun bilim anlayışında da geçerlidir. Aristo, “Gökler Üzerine”(Fizik ve De Caelo) isimli incelemelerinde, evren üzerine on altıncı yüzyıla dek Batı düşüncesine egemen olan, organizmacı görüşlerini sundu. Burada “Organizmacı” ile yalnızca Aristo’nun cansız varlıkların davranışını canlı organizmalarla benzerlikler kurarak anlatmaya çalıştığı kastedilmektedir. Bu terim kullanılırken; Aristo’nun cansız nesneleri canlılar gibi gördüğünü değil, Aristo‟ya göre cansızların da canlılar gibi belirli bir amaca yönelmiş göründükleri ifade edilmektedir. O’na göre; her nesne kendi doğasına, eğilimine ya da amacına sahiptir. Böylece, ateş gibi hafif bir elementin yukarı, toprak gibi ağır bir elementin de aşağı gitmesi, doğaları gereğidir. Bunlar onların doğal hareketleridir.
Evrenin merkezini aramak toprağın doğası olduğuna göre, Dünyanın merkezi aynı zamanda evrenin de merkezindeydi ve şekli küre olmalıydı. Benzer şekilde, bir daire değişmez kabul edildiği, gökler ve elementi, eter de değişmez görüldüğü için, gök cisimlerinin (örneğin yıldızların) doğal hareketi dairesel hareket alınıyordu. Toprağın dünyasında değişim ve bozulma açık olgular oldukları için, toprağa göklerden apayrı bir doğa atanmıştı. Yerküreye ait elementlerin (toprak, hava, ateş, su) doğal hareketi doğrusal hareketti (örneğin ateş için düz yukarı ve toprak için düz aşağı). Gökleri yönetenlerle yeryüzünde geçerli yasalar arasındaki bu temel ayrılık, Galileo Galileo’nun (1564-1642) zamanına kadar kabul gördü. Aristo’nun sisteminde evren küreseldi, merkezinde Dünya vardı ve diğer gezegenler sırasıyla izleyen katmanları dolduruyorlardı. Bu küresel kabuklar (ayın yörüngesinden dışa doğru) beşinci elementten, yani eterden oluşuyordu. Onun evreni sonluydu ve en dıştaki kürenin en uzak kenarının ötesinde başka bir şey yoktu. Ayın iç tarafında kalan, Dünyayı da içeren bölge dört elementten oluşmuştu: ateş, hava, su ve toprak. Ateş ve toprak en “Uçtayken” (en yüksekte ve en aşağıda), hava ve su aradaydılar (uçtakilerin arasındaki bölgedeydiler). Her elementin kendine ait doğal yeri vardı ve bir kez kendi yerindeyken durağandı. Değişim ve oluşum fikri çok önemliydi: Potansiyelin gerçekliğe dönüşmesi; bu Aristo’nun fiziksel nesnelerin hareketini açıklayışına da uzanıyordu. Bir element, yalnızca kendi doğal yerinde tamamen gerçekti ve her şey kendi doğası için iyi olana doğru yöneliyordu. Bu planda kendi kendine olan, nedensiz hareket yoktu, çünkü her hareket için bir etkene gerek vardı. Aristo’nun fiziksel evreni açıklamasında son nedenler çok önemli bir rol oynuyordu. Onunki birleşik, her şeyi kapsayan bütün bir dünya görüşüydü. Canlı varlıklar bir sona ya da bir amaca doğru davranıyormuş ya da yönlendiriliyormuş gibi göründükleri için, Aristo cansız nesnelerin davranışını son nedenlerle (ya da nesnenin doğası gereği ulaşmaya çalıştığı sona ya da amaca göre) açıklamaya çalıştı. Canlı organizmaların belirli bir son için ya da belli bir hedef için davranmalarıyla kendini gösteren bu davranışın bir amacının olması durumuna Telenomi ya da Telenomiİlkesi denir.
Aristo, hareket konusunda görüşlerinde ise cisimlerin doğal hareketlerinin ağırlıkla (ya da hafiflikle) sağlandığını ve verilen bir cismin belirli bir zamanda alacağı yolun cismin ağırlığıyla arttığını söyler. Aristo için bir cismin düşüş hızı, ağırlığının bir ölçüsüydü. Bu açıdan bakınca, bir cismin ağırlığı, cisim hareket ettikçe değişebilir fikri anlaşılabilir. Bir cisim için uygun doğal hareket, içindeki dört temel elementin oranıyla belirleniyordu. (Dolayısıyla büyük oranda toprak elementinden oluşmuş bir cisim, içinde daha çok ateş elementi bulunan bir cisme göre daha büyük bir düşme hızına sahip olacaktır.) Topraktan oluşan bir cisim, doğal yerine (Dünya’nın ve evrenin merkezine) yaklaştıkça daha hızlı hareket edecekti. Böylece cismin ağırlığı ve dolayısıyla da hızı hareket ettikçe artabilirdi. Aristo örneğin su ya da hava gibi bir ortamdaki doğal hareketi tartışırken, cismin hızının ortamın yoğunluğuna ya da ortamın direncine ters orantılı olduğunu kabul eder. Aristo’nun bir cismin doğal hızının, ağırlığıyla doğru, ortamın direnciyle ters orantılı olduğunu düşündüğünü söyleyebiliriz.
Aristo Fizik isimli eserinde; bir cismin harekete hiç direnç göstermeyen boşlukta sonsuz hızla hareket etmesi gerektiğini belirtir. Aristo, bunu olanaksız bulduğu için, boşluğun olamayacağı sonucuna varır. Bir boşluğun varlığı, bir yere yönelmiş doğal hareket kavramıyla da çelişir, çünkü Aristo evrensel bir boşlukta yerin tanımlanamayacağını düşünür. Modern fizik kuramı, “Boşlukta bir kere hareket etmeye başlayan bir cisim sonsuza dek hareketinin doğal halinde devam edecektir” sonucuna varacaktır. Aksine Aristo, sonlu bir evrende sonsuz doğrusal hareket sağlanamayacağı için, bir boşluğun var olması olasılığını reddeder. Bu boşluğun olanaksızlığı fikri, Aristo fiziği ve genelde Aristo’nun dünyaya bakışı için çok önemlidir. Bir boşluğun mantıksal olarak var olabileceğini reddeden Aristo; daha baştan atomların bir boşlukta düzensizce dolaştıklarını öngören atomculukla ilgili mekanikçi ve maddeci felsefeleri reddeder. O’na göre evrenin boyutları sonluydu ve bu sonluluk ona her cismin yerinin ve hareketinin tek bir şekilde tanımlanabileceğini öngördüğü için mutlak bir merkez de veriyordu.
Ardından gelen Helenistik Dönem; Mısır da içinde olmak üzere, Hindistan’a kadar ulaşan geniş bir bölgeyi egemenliği altına alan Makedonya Kralı Büyük İskender’in MÖ 323’te ölümünden, 3. yüz yıla kadar geçen döneme verilen addır. Helenistik dönemi Antik Çağdan ayıran niteliklerin en önemlilerinden biri, doğa olaylarına çok daha bilimsel bir yaklaşımın ortaya çıkmasıdır. Antik çağda, doğa bilgisine ilişkin görüşler, genel felsefi sistemlerin içine oturtuluyordu. Bu dönemde ise; keşif gezileri, ticaret gibi yollarla ulaşılabilen her yerden toplanan bilgilerle oluşan ansiklopedik bilgi birikimi önem kazanmıştır.
Antik çağda, Thales’in geometrisi, Aristoteles’in biyolojisi hatta Demokritos’un atomistik öğretisi, içlerinde gözlem öğeleri taşısa da, tümüyle bireşimci, sistematik felsefelere dayanmaktaydı. Yeni dönem araştırmalarında ise, önce sorunlar belirleniyor, sınırları saptanıyor ve sonra başka öğelerden arındırılıp tek başına inceleniyordu. Böylece çözümleyici bilim öne çıkmıştır. Bu dönemde özellikle astronomi alanında önemli gelişmeler yaşanmıştır. Samoslu Aristarchus“Ay ve Güneşin Uzaklıkları ve Büyüklükleri” adlı yapıtında, Güneşin çapının Dünyanın çapından daha büyük olduğunu, Güneşin sabit durduğunu ve Dünyanın onun çevresinde bir çember üzerinde dolandığını öne sürmüştür. Aristarchus’un bu görüşleri o dönemde hâkim durumda olan Aristoteles’in görüşlerine karşıt bulunuyordu. Aristarchus’un bu görüşleri Arşimet’in (MÖ 290-212) “Kum Hesapçısı” adlı eserinde şöyle geçer: “Şimdi evrenin çoğu gökbilimci tarafından merkezi, Dünyanın merkezi olan ve yarıçapı Dünyanın merkeziyle Güneşin merkezi arasındaki doğrunun uzunluğu olan küreye verilen isim olduğunun farkındasınız. Bu, gökbilimcilerden duyduğunuz sıkça verilen açıklamadır. Fakat Samos’lu Aristarchus, öncüllerinden evrenin şimdi söylenenden defalarca kat daha büyük olduğu sonucunu veren bazı hipotezlerden oluşan bir kitap çıkardı. Hipotezlerine göre, Dünya bir çemberin üzerinde Güneşin etrafında döner, Güneş bu yörüngenin merkezindedir ve yine merkezinde Güneşin olduğu sabit yıldızlar kümesi çok büyüktür.”
– Büyüklükleri ve Uzaklıkları Üzerine, MÖ. 280-240 yaşamış Sisamlı Aristarkus’ın günümüze kadar ulaşmış kitabıdır. Kitapta Güneş ve Ay’ın büyüklüklerini gösterir çizimler ve hesaplamalar yer alırken, Dünya’nın yarıçapı biriminde uzaklıkları da verilmiştir.
Daha önce Dünyanın küresel olduğuna inanan Aristo’nun ardından, MÖ 3. yüzyılda Yunanlı gökbilimci ve coğrafyacı Eratosthenes, Dünyanın çevresinin uzunluğunu 38.500 kilometre ile bugün bilinen 40.300 kilometreye oldukça yakın bir biçimde ölçmüştü. Ayrıca Güneşin dünyaya uzaklığı için öngördüğü 148×106 km değeri, günümüzdeki 149,6×106 km değerine çok yakındır. İznikli Hipparchus, Güneş, Ay ve gezegenlerin hareketlerini ilmek denilen bir yörüngede dolanmalarıyla açıkladı. İlmeğin kendisi de Dünya çevresinde çok daha büyük çaplı, taşıyıcı adlı bir çemberin çevresinde dönmektedir. Dünya, bu taşıyıcı çemberin merkezinde değildir. Hem ilmeğin hem de taşıyıcı çemberin kendi merkezleri çevresinde döndüğü düşünülmektedir.
– Eratosthenes (MÖ.276-194), coğrafya biliminin temellerini atmıştır. Ayrıca enlem ve boylam sistemini icat etmiştir. Dünyanın çevresini hesapladığı bilinen ilk insandır. Dünyanın çevresini stadyum uzunluk birimine göre dikkate değer bir doğruluk ile hesaplamıştır.
– Peisistratos’un oğlu İznikli Hipparchus (MÖ.190-120), astronom, coğrafyacı, matematikçi.
Ptolemaios (85-165)Almagestisimli yapıtında tüm Antik ve Helenistik dönem astronomi bulgularını toplamış, özellikle elde ettiği sonuçlarla, Aristoteles geleneğini birleştirmiştir. O’na göre gökcisimlerinin dönemsel hareketlerini açıklamak için seksen kadar küre ya da çember taşıyan bir sistem kurulması gerekmekteydi. Ptolemaios bu sorunu geometriyle çözerek geniş bir araştırma çığırı açmıştır. Almagest’te, Dünyanın evrenin merkezi olduğu ve hareket etmediği kabul edilir. Bu görüşün kanıtı olarak, bütün cisimlerin yerin merkezine doğru düştükleri öne sürülür. Eğer dünya ekseni çevresinde dönseydi, dikey olarak yukarı atılan bir taş gene aynı yere düşmezdi. Bu ve benzeri kanıtlar, zamanla birer dogmaya dönüşerek yer merkezli evren sisteminin 15. yüzyıla kadar tartışılmaz egemenliğine yol açmıştır. Ptolemaios sisteminde, çemberler çevresinde tek düze hareket esastır ama ters hareketler ve bunların değişimi de incelenir. Hipparchus’un taşıyıcı çember ve ilmek kavramları kabul edilmiştir. Ancak, Dünyanın taşıyıcının merkezinde bulunduğu öngörülür. Ptolemaios böylece gökteki cisimlerin küresel olduklarını ve küresel hareket ettiklerini ve dünyanın da şeklen bir bütün olarak ele alındığında akla uygun biçimde küresel olduğunu söylemiştir. Devamla dünyanın konum olarak da, geometrik bir merkez gibi gökyüzünün tam ortasında bulunduğunu, büyüklük ve uzaklık olarak da, sabit yıldızların küresine göre bir noktaya orantılı olduğunu ve kendisinin yerel hiçbir hareketi olmadığını söyler. Ptolemaios, gezegenlerin düzgün dairesel hareketini kabul edişiyle de Aristocu kaldı ve genel olarak gezegenlerin diğer gök cisimlerinin hareket yönüne ters yönde olan hareketlerinin hepsinin, evrenin öteki yöndeki hareketi gibi, düzgün ve doğaları gereği dairesel olduklarını varsayar.
– Klaudyos Batlamyus (Antik Yunanca: Κλαύδιος Πτολεμαίος, Klaudios Ptolemaios), claudius ptolemy, yunancasıyla klaudios ptolemaios. MS.. 90-168 civarında (iskenderiye diye tahmin ediliyor) yaşamış coğrafyacı, matematikçi ve astronom. Devrinin çok ötesinde haritalar çizmiştir. Paralel ve meridyenler taa en başta onun eseridir. 9 ciltlik “Coğrafya” başlıklı bir eseri vardır. Rönesans kadar eserleri kaybolmuştur. Bunlar 15. yüzyılda arapçadan Latinceye çevrilmiş ve kitaptaki koordinatlara (8000 adet) göre Avrupalı bilim adamları tarafından haritalar çizilmiştir. Önemi ortaçağ geleneği olan dini temelli haritaları geride bırakmasıdır. Ptolemy’nin haritalarında cennet yoktur, haritanın üstünde İsa da yoktur.
Konu Klaudios Ptolemaios’a gelmişken burada duralım ve özellikle geçtiğimiz aylarda Fatih Altaylı’nın sunduğu ve baş konuşmacı olarak Prof. Dr. Celal Şengör’ün katıldığı “Teke Tek” programını hatırlayalım. Bu programın konusu Batlamyus’un yukarıda da bahsettiğimiz gibi haritalarını içeren ve İTÜ tarafından bastırılan eseriydi. Bu konuda çok istek aldık. Takipçilerimiz Klaudios Ptolemaios (Klaudyos Batlamyus) hakkında geniş bilgi istiyorlardı. İşte bu ünlü coğrafyacı, astronom, matematikçiyle ilgili derlediğimiz bilgiler….
Batlamyus
Geç İskenderiye Dönemi’nde yaşamış (M.S. ikinci yüzyılın birinci yarısı) ünlü bilim adamlarından birisi de Batlamyus’tur. Hayatı hakkında hemen hemen hiç bir bilgiye sahip değiliz. Müslüman astronomlar 78 yaşına kadar yaşadığını söylerler. Belki Yunan asıllı bir Mısırlı, belki de Mısır asıllı bir Yunanlıdır. Yunanca adı Ptolemaios’tur, ama harf uyuşmazlığı nedeniyle Ortaçağ İslâm Dünyası’nda Batlamyus diye tanınmıştır.
Batlamyus astronomi, matematik, coğrafya ve optik alanlarına katkılar yapmıştır; ancak en çok astronomideki çalışmalarıyla tanınır. Zamanına kadar ulaşan astronomi bilgilerinin sentezini yapmış ve bunları Mathematike Syntaxis (Matematik Sentezi) adlı yapıtında toplamıştır. Bu eserin adı, daha sonra Megale Syntaxis (Büyük Derleme) olarak anılmış ve Arapça’ya çevrilirken başına Arapça’daki “harf-i tarif takısı” olan el getirildiği için, ismi El-Mecistî biçimine dönüşmüştür, daha sonra Arapça’dan Latince’ye çevrilirken Almagest olarak adlandırıldığından, bugün Batı dünyasında bu eser Almagest adıyla tanınmaktadır.
Almagest, onüç kitaptan oluşur;
Birinci Kitap, kanıtlarıyla birlikte Yermerkezli Dizge’nin ana çizgilerini verir,
İkinci Kitap, Menelaus’un teoremiyle, küresel trigonometri bilgilerini ve bir kirişler tablosunu içerir ki burada örnek problemler de çözülmüştür,
Üçüncü Kitap, Güneşin hareketini ve yıllık süreyi,
Dördüncü Kitap ise, Ay’ın hareketini ve aylık süreyi konu edinir,
Beşinci Kitap aynı konularla ilgilidir, Ayın ve Güneşin mesafelerini tartıştığı gibi, bir usturlabın yapılışı ve kullanılışı hakkında da ayrıntılı bilgiler sunar,
Altıncı Kitap’ta gezegenlerin kavuşumları ve karşılaşımları incelenir, Güneş ve Ay tutulmalarına temas edilir,
Yedinci ve Sekizinci Kitap, durağan yıldızlarla ilgilidir, meşhur presesyon tartışmasını, Ptolemaios’un durağan yıldızlar katalogunu ve bir gök küresi âleti yapabilmek için gerekli olan yöntem bilgisini içerir,
Geriye kalan beş kitap ise devingen yıldızların, yani gezegenlerin hareketlerine tahsis edilmiştir ve yapıtın en özgün kısmıdır.
Batlamyus, bu eserinde ana çizgileriyle göksel olguları anlamlandırmak maksadıyla kurmuş olduğu geometrik kuramı tanıtmaktadır. Aristoteles fiziğini temele alan bu kuramda, evren küreseldir ve Yer bu evrenin merkezinde hareketsiz olarak durmaktadır. Şayet günlük veya yıllık görünümler Yer’in hareketleri sonucunda meydana gelseydi, her şey uzaya saçılır ve Yer parçalanırdı. Ay, Merkür, Venüs, Güneş, Mars, Jüpiter, Satürn ve sabit yıldızlar Yer’in çevresinde, muntazam hızlarla, dairesel hareketler yaparlar. Sabit yıldızlar küresi evrenin sonudur. Ancak, Yerin merkezde olduğu ve gök cisimlerinin de onun çevresinde muntazam bir şekilde dolandıkları kabul edildiğinde, kuramın bazı gözlemleri, örneğin Ay ve Güneş’in Yer’e yaklaşıp uzaklaşmalarını, bazen hızlı, bazen yavaş hareket etmelerini açıklaması olanaksızdı. Bunun için Batlamyus Yeri belli bir ölçüde merkezden kaydırmıştır. Klasik astronomide bu düzenek (eksantrik)dış merkezli düzenek olarak adlandırılır. Gezegenlerin gökyüzünde ilmek atmalarını, yani durmalarını ve geriye dönmelerini açıklamak için de, (episikl) taşıyıcı düzenek adı verilen başka bir düzenek daha kabul etmiştir.
Batlamyus, Almagest’in girişinde trigonometriye ilişkin kapsamlı bilgiler vermiştir; çünkü küresel astronominin sınırları içinde kalan klasik astronomiye ait hesaplamalar, küresel geometriye dayanmaktadır. Batlamyus’tan yaklaşık olarak üç asır önce yaşamış olan Hipparkhos (MÖ. 150) açıların kirişlerle ölçülebileceğini bildirmiş ve bir kirişler cetveli hazırlamıştı. Ancak bu konuya ilişkin yapıtı kaybolduğundan, bu cetveli nasıl düzenlediği bilinmemektedir. Bazı yayların kirişlerinin bulunması çok kolaydı ve bu kirişlere ana kirişler adı verilmişti, ama bunların dışındaki yayların kirişlerinin bulunması uzun işlemleri gerektiriyordu. Bu nedenle Batlamyus kirişler cetvelini hazırlarken bir dairenin içine çizilmiş dörtgenlere ilişkin Batlamyus Teoremi‘ni (AB . CD + AD . BC = AC . BD) kullanmak suretiyle, açılar toplamı ve farkının kirişlerini (kiriş (A-B), kiriş (A+B), kiriş A/2 , kiriş 2A gibi) bulma yoluna gitmişti.
Batlamyus, coğrafya araştırmalarına da öncülük etmiş ve Coğrafya adlı yapıtıyla matematiksel coğrafya alanını kurmuştur. Bu kitap Kristof Kolomb’a (1451-1506) kadar bütün coğrafyacılar tarafından bir başvuru kitabı olarak kullanılmıştır. Almagest‘ten sonra yazılan Coğrafya, sekiz kitaba bölünmüştür ve matematiksel coğrafya ile haritaların çizilebilmesi için gerekli olan bilgilere tahsis edilmiştir. Almagest gibi Coğrafya da derleme bir eserdir. Batlamyus bu kitabı hazırlarken Eratosthenes, Hiparkhos, Strabon ve özellikle de Surlu Marinos’tan büyük ölçüde yararlanmıştır.
Coğrafya’nın Birinci Kitabı Dünya’nın veya doğrusunu söylemek gerekirse Yunanlılar tarafından bilinen Dünya’nın büyüklüğü ve kartografik izdüşüm yöntemleri hakkında ayrıntılı bilgiler verir,
İkinci Kitap’la Yedinci Kitap arasında ise tanınmış memleketlerdeki önemli yerlerin, yani önemli kentlerin, dağların ve nehirlerin enlem ve boylamları verilmek suretiyle Dünya’nın düzenli bir tasviri yapılır.
Enlem ve boylamlardan, yani bir başlangıç dairesine enlemsel ve boylamsal uzaklıklardan söz eden ilk bilgin Batlamyus’tur. Batlamyus’un enlem ve boylam tablolarıyla betimlemeye çalıştığı Dünya, kabaca 20* Güney’den 65* Kuzey’e ve en Batı’daki Kanarya Adaları’ndan, bunların yaklaşık olarak 180* Doğu’sundaki bölgelere kadar uzanmaktadır. Bunun dışında kalan bölgeler ise Yunanlılar ve dolayısıyla Batlamyus tarafından tanınmamaktadır. Söz konusu tablolar, haritaların çizilmesini olanaklı kılmaktadır ve nitekim bu haritalar belki de eserin eski nüshalarında mevcuttur; çünkü astronomik bilgileri kapsayan Sekizinci Kitap’ta bunlara belirgin atıflar yapılmıştır.
Ancak Batlamyus’un coğrafya anlayışı yeteri kadar geniş değildir. İklim, doğal ürünler ve fiziki coğrafyaya giren konularla hiç ilgilenmemiştir. Başlangıç meridyenini sağlam bir şekilde belirleyemediği için, vermiş olduğu koordinatlar hatalıdır. Ayrıca, Yer’in büyüklüğü hakkındaki tahmini de doğru değildir. Ancak Kristof Kolomb bu yanlış tahminden cesaret alarak, Batı’ya doğru gitmiş ve Amerika’ya ulaşmıştır.
Aynı zamanda, bu dönemin önde gelen optik araştırmacılarından olan Batlamyus, daha önceki optikçilerin çoğu gibi, görmenin gözden çıkan görsel ışınlar yoluyla oluştuğu görüşünü benimsemiştir. Ancak, görsel yayılımın fiziksel yorumunu da vermiş ve bu yayılımın, kesikli ve aralıklı bir koni biçiminde değil de, kesiksiz ve sürekliliği olan bir piramid biçiminde olduğunu belirtmiştir. Şayet böyle olmasaydı, yani ışınlar gözden sürekli bir biçimde çıkmasaydı, nesneler bir bütün olarak görülemezlerdi. Buna rağmen, Batlamyus’un görsel piramid fikri, optikçiler arasında tutunamamış ve görme söz konusu olduğunda daha çok koni göz önüne alınmıştır. Nitekim kendisinden sonra, İslâm Dünyasında, bilginlerin görsel koni fikrine dayandıkları ve görme geometrisini bunun üzerine kurdukları görülmektedir.
Batlamyus, katoptrik (yansıma) konusuyla da ilgilenmiş ve yapmış olduğu ayrıntılı deneyler sonucunda üç prensip ileri sürmüştür:
1. Aynalarda görünen nesneler, gözün konumuna bağlı olarak, aynadan nesneye yansıyan görsel ışın yönünde görünür.
2. Aynadaki görüntüler nesneden ayna yüzeyine çizilen dikme yönünde ortaya çıkarlar.
3. Geliş ve yansıma açıları eşittir.
Bu üç prensipten ilk ikisini kuramsal, üçüncüsünü ise deneysel olarak kanıtlayan Batlamyus, ayna yüzeyine gelen ışının eşit bir açıyla yansıdığını gösterebilmek için, üzeri derecelenmiş ve tabanına düz bir ayna yerleştirilmiş olan bakır bir levha kullanmıştır. Bu levhaya teğet olacak biçimde bir ışın huzmesini ayna yüzeyine gönderip, gelme ve yansıma açılarının büyüklüklerini belirlemiş ve bunların birbirlerine eşit olduğunu görmüştür. Batlamyus bu deneyini küresel ve parabolik bütün aynalar için tekrarlayarak, ulaştığı sonucun doğru olduğunu kanıtlamıştır.
Batlamyus, dioptrik (kırılma) konusuyla da ilgilenmiş ve ışığın bir ortamdan diğerine geçerken yoğunluk farkından dolayı yön değiştirmesinin nedenini araştırmıştır. Bu araştırmanın sonucunda, az yoğun ortamdan çok yoğun ortama geçen ışının, Normal’e yaklaşarak ve çok yoğun ortamdan az yoğun ortama geçen ışının ise Normal’den uzaklaşarak kırıldığını ve kırılma miktarının yoğunluk farkına bağlı olduğunu ileri sürmüştür.
Nitekim onun bu konuyu ele alırken benimsediği bazı prensiplerden bunu açıkça görmek olanaklıdır:
1. Görsel ışın az yoğundan çok yoğuna veya çok yoğundan az yoğuna geçtiğinde kırılır.
2. Görsel ışın doğrusal olarak yayılır ve farklı yoğunluktaki iki ortamı birbirinden ayıran sınırda yön değiştirir.
3. Gelme ve kırılma açıları eşit değildir; fakat aralarında niceliksel bir ilişki vardır.
4. Görüntü, gözden çıkan ışının devamında ortaya çıkar.
Batlamyus ortam farklılıklarından dolayı ışığın uğradığı değişimleri, aynı zamanda kırılma kanununu da içerecek şekilde deneysel olarak göstermeye çalışmış ve çeşitli ortamlardaki (havadan cama, havadan suya ve sudan cama) kırılma derecelerini gösteren kırılma cetvelleri hazırlamıştır. Ancak verdiği değerler küçük açılar dışında tutarlı olmadığı için kırılma kanununu elde edememiştir.
Batlamyus, daha önce Babil ve Yunan astronomları ve astrologları tarafından derlenmiş bilgi birikimden yararlanmak suretiyle astrolojiyi de sistemleştirmiştir. Dört bölümden oluştuğu için Tetrabiblos (Dört Kitap) olarak adlandırmış olduğu yapıtında, gezegenlerin nitelik ve etkileri, burçların özellikleri, uğurlu ve uğursuz günlerin belirlenmesi gibi astrolojinin sınırları içine giren konular hakkında ayrıntılı bilgiler vermiştir. Ortaçağ ve Yeniçağ astrolojisi bu kitabın sunmuş olduğu birikime dayanacaktır. Astroloji bir bilim değildir, ama astronomi ile birlikte doğmuş ve yaklaşık olarak 18. yüzyıla kadar, bu bilimin gelişimini, kısmen olumlu kısmen de olumsuz yönde etkilemiştir; bu nedenle astronomi tarihi araştırmalarında astrolojiye ilişkin gelişmelerden de bahsetmek gerekir.
Batlamyus Evren Modeli
Batlamyus’un çalışmalarının temelleri Hipparchus’a dayanır, Batlamyus’un 1400 yıl hükümdarlık süren dünya merkezli evren modeli oluşturmasında çok büyük etkisi olmuştur. Batlamyus, Hipparchus’un 850 yıldız içeren yıldız kataloğunu 1022 yıldıza çıkarmıştır.
Bu arada gezegenlerle de ilgilenen Batlamyus, Aristoteles’in dönen kürelerinin, gezegenlerin hareketini ve parlaklıklarının değişiminin nedenini açıklamakta yeterli olmadığını fark etmiştir. Bu durumu düzeltmek için gezegenlerin Dünya etrafında dolanırken aynı zamanda da Dünya merkezli çember üzerinde dairesel bir hareket (epicycle) yapmaları gerektiğini düşünmüştür.
Böylece gezegenler Dünya’dan farklı uzaklıklarda bulunabilecekti ve buna bağlı olarak parlaklık değişimlerinin nedeni de anlaşılmış olacaktı, çünkü gezegen uzaklaştıkça parlaklık azalacak yaklaştıkça ise artacaktı. Aynı zamanda gezegenlerin farklı hızlarda hareket etmesi de açıklanmış oluyordu.
İyi bir matematikçi olan Batlamyus, ortaya koyduğu modelin gözlemlerle karşılaştırıldığında tam bir doğruluktan uzak olduğunu fark edip bu durumu düzeltmek için Dünya’yı merkezden biraz dışarı yerleştirmiştir. Günümüzde gezegenlerin yörünge düzlemlerinin elips olduğu bilinmektedir. Batlamyus, dünya’yı merkezinin dışına taşıyarak bir bakıma elipse yakın bir yörünge önermiş oluyordu. Batlamyus, yörüngelerin elips olduğunu kabul etseydi, modelinin daha basit ve gözlemlere daha uyumlu olacağını biliyordu ama inançları doğrultusunda hareket ettiğinden dolayı dairesel yörüngelerde ısrarcı davrandı. Aristoteles, dairesel hareketin en kusursuz hareket olduğunu savunmuştur ve Batlamyus da bu geleneğin izinden gitmiştir. Rönesans’a kadar geçerliliğini korumuş kilisenin desteğini almış olan bu model Kopernik Devrimi ile son bulmuştur.