İSLAM ÖNCESİ TOPLUMDA HANİFLER

İSLAM ÖNCESİ TOPLUMDA HANİFLER
24 Eylül 2019

Cahiliye denilen “İslam Öncesi Dönem”de insanların çoğu putperest müşrik olmalarına rağmen, İslam’ın da kabul edeceği itikadi, ameli birçok güzellikleri de devam ettirmişlerdir. İslam’ın yayılması sırasında bu müspet yaşantıyı sergileyen birçok insan vardı. “Hanif” kelimesinin menşei ve anlamı hakkında değişik görüşler bulunmaktadır. Menşeinin Arapça, İbranice, Süryanice ve Habeşce bir kökten geldiği hususunda farklı anlayışların olduğu görülmektedir.

Mesudi, Arapçalaşmış Süryanice bir kelime olduğunu ve bununla Sabiilerin (Ortadoğu’da bir din) kastedildiğini, Yakubi ise bu kelimeyi, Hz. Davud (a.s.)’ın savaştığı Filistinliler için kullanmakta ve onların yıldızlara taptıklarını belirtmektedir. Ancak Arapça sözlüklerde kelimenin kökü hakkında bir bilgiye rastlanmıyor. Bize göre “Hanefe” kökünden“Meyletmek, yönelmek”anlamında. Cahiliye devrinde, sünnet olduktan sonra Kabe’yi ziyaret eden kimseye hanif denilirdi. Zira bu güzellikler Hz. İbrahim( a.s.) dininden geriye kalanlardan bazılarıydı. Kur’an-ı Kerim’de hanif kelimesi on yerde, çoğulu hunefa ise iki yerde geçmektedir. Bu oniki yerin dokuzunda hanifliğin müşriklikten farklı ve onun karşıtı olduğu belirtilmektedir.  Aynı zamanda sekiz yerde de Hz. İbrahim ( a.s.)’ın imanını ifade etmekte, bu sekiz yerin birisinde de din manasına gelen millet kelimesi yer almakta, bir yerde de bizzat Hz. İbrahim(a.s.)‘ın kendini hanif diye nitelemektedir.

“Ey Ehl-i kitap, İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz? Halbuki Tevrat ve İncil kesinlikle ondan sonra indirildi. Siz hiç düşünmez misiniz?..”

“İbrahim ne Yahudi ne de Hıristiyan’dı, fakat o bir hanif ve Müslümandı, müşriklerden de değildi.”(Âl-i İmran, 3/65, 67)

O dönemde bizzat Hanif olarak zikredilen pek çok kişinin isimleri geçmektedir. Bunlardan bazıları:

Kus b. Saide el-İyadi , Zeyd b. Amr b. Nüfeyl , Umeyye b. Ebi’s-Salt, Erbab b. Riab, Süveyd b. Amr el-Müstalaki, Ebu Kerb Es’ad el-Himyeri, Veki’ b. Seleme el-İyadi, Umeyr b. Cündeb el-Cüheni, Adi b. Zeyd el İbadi, Ebu Kays Sırme b. Ebu Enes, Seyf b. Züyezen, Varaka b. Nevfel el-Kureşi, Amir b. Zarb el-Udvani, Abdüttabiha b. Sa’leb, İlaf b. Şihab et-Temimi, Mütelemmis b. Umeyye el-Kenani, Züheyr b. Ebi Sülma, Halid b. Sinan el-Absi, Abdullah el-Kudai, Abid b. Ebras el-Esedi, Ka’b b. Lüey gibi zatlardır.

Genel anlamda İslam öncesi Arap Yarımadasında putperest bir toplumda tek tanrılı inanca sahip olan dört büyük ve önemli Haniflerden bahsedilir (Hünefa-i Erbaa). Bunlar; Varaka bin Nevfel, Ubeydullah bin Cahş, Zeyd bin Amr bin Nufeyl ve Osman bin Huveyris‘tir.

Varaka b. Nevfel eski kitapları okuyan âlim bir kimseydi. Peygamber (a.s.m)’a onun durumu sorulmuş, O da, “Onu üzerinde halis bir ince ipek elbise olduğu halde Cennet’in ortasında yürüdüğünü gördüm” buyurarak, güzel yaşantısının akıbetini haber vermiştir.

–        Varaka bin Nevfel, Muhammed’in eşi Hatice’nin kuzeniydi. Nasturi rahibi olan Varaka Mekke’nin rahibi ve vaiziydi. Tevrat ve İncil’i biliyordu ve bunları Arapçaya tercüme etmişti. Muhammed’in Hatice ile olan evliliğinde başkanlık etmişti. Ö.MS.610

Süveyd b. Amir el-Mustalaki’nin şiirlerinden muvahhid  olduğu ve İbrahim (a.s.)’ın dinine meylettiği anlaşılmakta, Ebu Kerb b. Es’ad el-Himyeri ise, Hz Peygamber (a.s.)’dan çok önce onun geleceğini haber vermiş ve iman ettiğini ifade etmiştir. Veki’ b. Seleme “Sıddik” olarak bilinmekte, İslam’dan önce vefat eden Umeyr b. Cündeb, ise tevhid inancını benimseyenlerdendi. Yine Adi b. Zeyd el-İbadi de putlardan uzaklaşıp, İbrahim (a.s.)’ın Rabbine ibadet edenlerdendi. Bilahare Medine’de Müslüman olmuştur. Seyf b. Züyezen de, Varaka b. Nevfel gibi Hz. Peygamber (a.s.m)’ın geleceğini müjdelemiş ve onun zamanına yetişirse O’nunla beraber Medine’ye gideceğini bildirmiştir.

Ancak yukarıda da söylediğimiz gibi, Arap Yarımadasında yaşayan Haniflere ve sahip oldukları özelliklere örnekler fazlaca mevcuttur. Yukarıda zikrettiğimiz isimlerin Hanif dinine bağlı oldukları net ifade edilse de, yine bazı kaynaklarda Hanif olduğu tahmin edilen karakterlerden de bahsedilir. Örneğin Hz. Peygamber‘in amcası Ebu Talip‘in de Hanif olduğundan bahsedilir (tıpkı dedesi Abdülmüttalip gibi). Hatta bazılarına göre Ebu Talip bölgedeki Haniflerin lideriydi.

Putperest bir toplumdan gelen, ancak tek tanrıya inancını muhafaza etmeleri, temiz (helal/koşer) yemek kurallarına uymaları, namaz/dua kılmaları (ibadet etmeleri) en temel özellikleri arasındadır. Biz burada İslam öncesi Arap toplumu arasında putlara tapınmaktan sakınanların (yani Haniflerin) fonksiyonu daha iyi anlayabilmek için özellikle dört Hanif‘in kısaca özelliklerini zikredeceğiz. Ancak İslam kaynaklarında zikredilen dört Hanif‘ten önce, kronoloji açısından daha önce karşımıza çıkan Rahip Bahira‘dan bahsetmemiz gerekmektedir. Şu kadarı vakidir ki, Hz. Peygamber‘in doğduğu ve yetiştiği çevrede birçok din mensubu vardı. Hatta Hz. Peygamber ticaretle uğraştığından ve birçok kez Şam gibi önemli ticaret merkezlerine seyahat etmesi nedeniyle farklı din ve kültür mensuplarıyla tanışmıştır. İslam kaynaklarında ona vahiy gelmeden önce amcasıyla birlikte gittiği ticaret seyahatlarından birisinde, Hıristiyan Rahibi olan Bahira ile karşılaştığı bildirilmektedir. Rahip Bahira ismiyle maruf olan Cercis (Sergius), Busra kentinin Manastırında bulunan bir rahipti ve Hz. Peygamber‘in biyografisinde önemli bir yere sahiptir. İslam kaynaklarındaki anlatımlara göre Hz. Peygamber daha henüz on iki yaşındayken amcası Ebu Talip ve Kureyşten bir kervanla birlikte ile birlikte Suriye‘ye gider ve yolda Busra‘da bir manastıra uğrarlar. Kaynaklar ‘da Mekke‘den gelen Kureyşli kervanların (diğer kabileler için de geçerli), Busrâ‘da küçük manastıra uğradıklarını ve burada da eskiden beri bir kitap bulunduğunu söylerler. Dolayısıyla burada hemen şu hususa dikkat çekmek gerekir ki, kaynaklarda yer alan bu ifadelere göre Arap Yarımadasında yaşayan Hıristiyanların, en azından bazı bölgelerdeki Hıristiyanların ellerinde Kutsal kitapları da bulunmaktaydı. Yine İslam kaynaklarına göre o dönemde Hıristiyanların ellerinde bulunan Kutsal Kitap‘ta Hz. Peygamber‘in müjdeleneceği yazmaktaydı. Rahip Bahira’da Hz. Peygamber‘in sırtında peygamberlik mührünü görünce, onun Allah tarafından gönderilen son peygamber olduğunu anlamıştır.

–        Rahip Bahira, Şam’da kalıntıları bulunan kendi adı ile anılan Rahip Bahira Manastırı’nın rahibi. Anlatıldığına göre Rahip Bahira Busra Manastırı’nda asıl adı Cercis olan, kendisine Buheyra veya Bahira denilen rahiptir.

 

Burada çalışmamız çerçevesinde önemli olan husus, kaynaklarda Bahira‘ nın Hanif olduğu rivayetidir. Bundan dolayı da Hz. Peygamber‘le ilgilendiği ve Hz. Peygamber‘in onu daha sonra ziyaret ettiği de rivayet edilir. Bu bağlamda Hz. Peygamber‘in yakınında bulunan Ninovalı Addas, Mariye (el kıptî), Bilal Habeşi ve Necranlı Kays b. Saide de zikredilir. Zikredilen isimlerin hepsinin diğer din mensubu olduğunu bilmemiz, Arap Yarımadasındaki ve Hz. Peygamber‘in bulunduğu sosyopolitik ve dinî durumu göstermekteydi. Rahip Bahira örneği zikrettikten sonra, İslam kaynakları açısından, İslam öncesi Hanif dinine mensup olanların arasında (en önemlilerden biri olarak) Varaka b. Nevfel zikredilmektedir. İslam kaynaklarına göre Varaka Hz. İbrahim‘in getirdiği tevhit dinini aramaya koyulmuş ve Hıristiyanlığı seçmişti. Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi, aslında Hanif bir inanca sahipti, zira Hz. İbrahim‘in dininden Hanifliğin kast edildiğini söylemiştik. Bize göre onun Hanif inancına sahip ve dolayısıyla Theosebes olduğunu gösteren önemli ipuçlarından birisi de, onun İbranice ve kısmen Grekçe‘ye vakıf olduğu bilgisidir. Kendisinin Tevrat ve İncil‘den bazı ayetleri okuyup yazdığı söylenmektedir. Varaka ayrıca Hz. Peygamber‘in ilk eşi olan Hatice‘nin akrabası idi. Hz. Peygamber‘e 610 yılında vahyin geldiğinde Hz. Hatice O’nu akrabası Varaka‘ nın yanına götürmüş, Varaka, Allah Resulüne gelenin vahiy meleği Cebrail olduğunu ve tıpkı Hz. Musa‘da olduğu gibi ona da peygamberlik görevi verildiğini müjdelemiştir.

Dolayısıyla yukarıda da söylediğimiz gibi Varaka b. Nevfel’in aslında tam manasıyla Yahudi ve Hıristiyan olduğunu söylemek mümkün olsa bile, onun Hanif olması ihtimalini de göz ardı etmemek gerekmektedir. Bununla birlikte Varaka b. Nevfel‘in akrabalık ilişkilerine baktığımızda ve İslam literatürünün onun dinî, dili hakkında verdiği  bilgileri göz önüne aldığımızda, Yahudi olma olasılığı daha yüksektir. İslam tarihçileri Hz. Peygamber‘in adeta müjdelenmesine vesile olan birini Yahudi göstermektense, İslami gelenekle daha örtüşen Haniflik ile irtibatlandırması mantıklı bir kurgu yapıldığı izlenimini bırakmaktadır. Dört büyük Haniflerin ikincisi, Peygamberin halasının oğlu ve ilk sahabelerden olup sonradan Hıristiyanlığı seçen Ubeydullah bin Cahş‘tır. İslam kaynaklarında Ubeydullah‘ın Bahira gibi bazı Haniflerin Hıristiyan olduğu aktarılmaktadır. Ubeydullah eşi Ümmü Habibe‘yle birlikte Habeşistan‘a ilk hicret eden Müslümanlar arasında yer almaktaydı. İslam kaynaklarına göre Ubeydullah önce Hıristiyan iken, sonra Müslüman oldu ve Habeşistan‘a göç etti. Ancak orada tekrar Hıristiyan oldu. Dolayısıyla Ubeydullah‘ın hem İslam öncesi Hanif oluşu hem de İslam‘ı kabul ettikten sonra tekrar Hıristiyan olması, Haniflerin Hıristiyanlığa eğilimli olduklarını göstermektedir. Bu kapsamda, üçüncü örnek olarak Osman bin Huveyris‘i de zikredebiliriz. Osman bin Huveyris nihai olarak Hıristiyanlığı seçmiş ve Bizans hükümdarının yanına gitmiş ve orada itibar görmüştür. Kaynaklara göre Osman b. Huveyris Bizans imparatoru ile devamlı irtibat hâlindeydi ve Hicaz bölgelerini Bizansa bağlayıp Gassanîler gibi bir devlet kurmak ve bu devletin başına kral olmak istiyordu. Bununla birlikte Mekkelileri de zorla Hıristiyan yapmak istediğinden (ancak başarılı olamadığından) bahsedilir. Rivayete göre Mekkeliler onu ziyafete çağırdılar ve zehirleyerek öldürdüler. Olay gerçekleştiğinde Peygamberimiz 37 yaşındaydı.

Dört Hanif‘ten ikisinin Hıristiyanlığa yakınlık göstermesi, hem İslam öncesi, hem de İslam sonrası (yani tekrar Hıristiyanlığı seçmeleri) önemlidir. Zira yukarıda bahsettiğimiz gibi bu, tarihi kronoloji açısından Haniflerin Theosebes‘ler olduğuna işaret etmektedir. Zira M.S 3.yy‘dan itibaren Hıristiyanların arasında varlığını sürdüren Theosebes‘lerin Arap kaynaklarında Hıristiyanlığa yakın duran bir grup olarak gösterilmeleri buna delalet etmektedir. Arap Hıristiyanlığın o bölgenin ilmî ve ekonomik kalkınması için katkıda bulunduğunu söylememiz gerekmektedir. Arap Hıristiyanların Arap toplumuna katkıları tartışılmazdır. Sadece kültürel veya dinsel değil, edebiyat, şiir, tercüme gibi entelektüel faaliyetlerin başında Hıristiyan Arap şair ve düşünürleri gelmekteydi. Arap Hıristiyanlarının yazma faaliyetleri ve Kitab-ı Mukaddes‘in yazılı nüshaları ellerinde bulundurmaları önemlidir. Bazı batılı araştırmacılara göre Kur‘an‘ın yazıya geçiriliş sürecinde Süryanilerin kutsal yazılarından da faydalanmıştır. Buna tamamıyla katılmasak dahi Kur‘an‘da bazı Süryanice asıllı kelimelerinde olmasının Arap Yarımadasındaki Arap Hıristiyanların faaliyetleri ve bize göre Hanif olmalarından dolayı kaynaklanmaktaydı. İslam kaynaklarında ayrıca Elkasailer, Maniheistler, Sabiiler gibi Gnostik Hıristiyan akımlarından da bahsedilir.

Bunun dışında, Süryani Hıristiyanlarının Kitab-ı Mukaddes‘i Süryaniceye tercüme etmiş olmaları, İslam öncesi ve İslam‘ın teşekkül sürecine de katkıda bulunduğunu iddia eden araştırmacıların olduğunu söylememiz gerekmektedir. Kur‘an‘da kullanılan yabancı kelimeler arasında İbranice ve Süryanice (Aramice) kökenli birçok kelime vardır. Ancak biz tezimizin konusuyla ilgili olduğundan dolayı sadece hanpa kelimesi üzerine duracağız. Peşitta‘da Resullerin İşleri 10:2‘de Cornelius‘un bir Musevi, Yahudi olmamasına ve bir Gentile olmasına rağmen tanrıdan korkan biri olması hanpa kelimesiyle ifade edilir. Bu kelime daha sonra Kur‘an‘daki Hanif kelimesine de kaynaklık teşkil edecektir (kelimenin kendisi ve manası). Sadece Süryanice değil, Arap Hıristiyanlarının Grekçe ve İbranice‘ de bildikleri ve ellerinde çeşitli liturji metinlerin (özellikle Hristiyanlıkta, halka açık dinî ibadetlerin nasıl yapılacağını belirleyen formlar bütünü. Bu formlara uygun olarak düzenlenmiş ayinlere de litürji denir. Litürji sözcüğü özel isim olarak özellikle Ortodoks Kilisesindeki Efkaristiya anlamında kullanılır) bulunduğu ifade edilmektedir. Bu husus önemlidir, zira İslam kaynakları genellikle İslam öncesi Arabistan‘ daki kültürel ve ilmî durumun gelişmediğini, okuma yazmanın yaygın olmadığını ifade etmek için anlattıklarında, bu döneme Cahiliye dönemi denilmektedir. Ancak Arap Hıristiyanlarına baktığımızda, bunun sadece kısmen doğru olduğunu söylememiz gerekmektedir. Zira Arabistan Hıristiyanları, yukarıda da belirttiğimiz gibi, okuma yazmayı biliyordular (buna Hanifleri de ilave etmemiz gerekmektedir). Hatta Arabistan Hıristiyanları, temel teolojisi hakkında birçok eser Süryanice de kaleme alınmış ve çeşitli bölgelerde, manastırlarda vs. kullanmışlardır. Bundan dolayı da Kitab-ı Mukaddes‘in Süryanice tercümesi Peşitta da Arap Yarımadasındaki Hıristiyanlar tarafından kullanılmaktaydı (bunu Rahip Bahira ve diğer bazı Haniflerle ile ilgili anlatılan rivayetlerden de görebilmekteyiz).

Bu da kendini yukarıda değindiğimiz gibi, Kur‘an‘ın içerisindeki bazı Arap kökenli olmayan kelimelerle gösterir. Dolayısıyla Kur‘an‘da Süryanice kavramların kullanılması pek reddedilecek bir durum değildir. Dolayısıyla İslam kaynaklarında zikredilen Arap Hıristiyanların genellikle Hanif olarak da zikredildiklerini söylememiz  mümkündür. Buna birçok örnek gösterebiliriz. Bu bağlamda Haniflerin de Arap Hıristiyanları arasında yer aldığını söylemek mümkün. İslam tarihine baktığımızda, Ebu Ubeydullah bin Cerrah‘ın Habeşistan’a hicretten sonra tekrar Hıristiyanlığa dönmesi, Varaka bin Nevfel‘in Hıristiyan bir rahip olarak tanıtılması,  Arabistan‘daki Haniflerin Hıristiyanlığa yakın görüldüğünü göstermektedir. Julius Wellhausen’a göre, Hanif kelimesiyle rahip kelimesi zaman zaman birbiri yerine kullanılmıştır. Buna ilaveten Medine’ nin en meşhur Hanif‘i olan Ebu Amir‘in, er-Rahip lakabıyla maruf olduğunu da ilave edecek olursak, Hanif kelimesiyle rahip kelimesinin alakalı olduğunu anlarız. Dolayısıyla yine Wellhausen’e göre Hıristiyan rahiplerine Hanifler de denmekteydi. Buna Kur‘an‘dan bir ayeti, dolaylı da olsa, delil olarak sunabiliriz. Kur‘an‘da Maide Suresi 82. Ayette şöyle buyrulmaktadır: “Kesinlikle bütün insanlar içerisinde, (bu mesaja) iman edenlere karşı en çok düşmanlık yapanların Yahudiler ve Allah’a şirk koşanlar olduğunu görürsün. Yine onlar içerisinden (bu mesaja) iman edenlere en yakın olanların da, “Biz Nasara’yız” diyenler olduğunu görürsün. Bunun nedeni, onların arasında böbürlenmeyen keşişlerin ve rahiplerin bulunuyor olmasıdır.”

–        Julius Wellhausen (1844-1918),  Alman teolog ve oryantalistti, uzmanlık alanında zamanını Tevrat’ı akademik olarak anlamaya çalıştı.

 

 Burada iki hususa dikkat çekmek istiyoruz. Birincisi, bu ayette tarif edilen toplumun içerisinde ―Yahudiler‖ ve ―şirk koşanlar/paganlar‖ olduğunun söylenmesidir. Buna ilaveten ”Biz Nasarayız diyenler bulacaksın” denilmesi, bize göre aslında bu zümrenin Hanifler olduğuna işaret etmektedir. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi nasara, nasroye gibi ifadeler Haniflere ve dolayısıyla Theosebes‘lere işaret etmektedir. Ayrıca pagan ve Yahudi toplumun arasında “iman edenlere en yakın olanların” denilmesi, İslam‘ a ve dolayısıyla tek tanrılı inanç kast edilmektedir. Dolayısıyla İslam inancına yakınlık arz eden bu din, İslam harici diğer dinler arasında en makul olan din olarak zikredilmektedir.

Dikkate değer bir ikinci husus ise, bu ifadelerden sonra iman eden zümrenin içerisinde keşiş ve rahiplerin olduğuna işaret edilmesidir “Çünkü bunların içinde âlim keşişler ve târiki dünya rahipler vardır ve bunlar kibr etmezler”. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, Haniflerle rahipler arasında yakın bir irtibat kurulmaktaydı. Bize göre burada ifade edilen iman edenler ve rahiplerden kasıt, Hanifler ve dolayısıyla Theosebes‘lerdir. Dolayısıyla İslam kaynaklarında Haniflerin Hıristiyanlığa daha yakın görüldüğü aşikârdır. Ancak şunu da ifade etmemiz gerekir ki, bu bağlamda adı geçen Hıristiyanların teslis inancına sahip olup olmadıkları konusu muammadır. Bize göre teslis inancına sahip değildiler ve bundan dolayı da aslında Hıristiyan denilmesi yanlıştır. Kanaatimizce Hıristiyanlığa yakın durdukları için (aralarında rahiplerin vs. olduğu için) öyle sanılmıştır. Nitekim Ubeydullah bin Cahş‘ın eşine “Önceleri din konusunu uzun uzadıya düşünmüştüm, Hıristiyanlık‟tan daha hayırlı bir din görmeyip Hıristiyan olmuştum. Sonra Muhammed’in dinine girdim ve şimdi tekrar Hıristiyanlığa döndüm” sözü ve onu da Hıristiyan olmaya zorlaması buna delildir. Burada Ubeydullah bin Cahş‘ın neden Hıristiyanlıktan İslam‘a ve tekrar Hıristiyanlığa geçtiğini anlamak ilk bakışta kolay değildir. Ancak bize göre Ubeydullah Arabistan‘daki Hıristiyanlarda (ve inançlarında) tek tanrılı inancın olmadığını gördüğü (veya düşündüğü için), İslamiyet’in doğuşuyla birlikte gerçek tek tanrılı inancın orada olduğuna inanmış ve Müslüman olmuştur. Daha sonra Habeşistan‘a hicret edip, oradaki Hıristiyanları görünce, tekrar eski dinine dönmeyi istemiş olması muhtemeldir. Zira Habeşistan, Hıristiyan inancını kabul etmeden önce Yahudi nüfuzu altında yaşamış ve bundan dolayı, Yahudilerin uyduğu hükümlerin çoğuna riayet etmekteydiler. Dolayısıyla kanaatimizce Habeşistan‘da Theosebes‘lerin mevcut olması ve Ubeydullah‘ın bundan dolayı tekrar Nasara olması muhtemeldir. Ayrıca bize göre Arapça kaynaklarda Ubeydullah bin Cahş‘ın tekrar din değiştirmesiyle ilgili kullanılan kelime “tenassara’“dır (Tenassra Nasrani- nasara oldu demektir). Ayrıca o dönemin Habeş kralı Necaşi‘nin de İslam‘a yakın durduğunu bilmekteyiz. Sahabe ‘ye hicret edebilecekleri ve rahat edebilecekleri yer olarak Habeşistan’ı ve kralını tavsiye etmekteydi. “Habeş toprağına giderseniz iyi olur! Çünkü orada, yanındakilerin hiçbirine zulüm yapılmayan bir kral vardır. Hem orası bir doğruluk ülkesidir. Yüce Allah, içinde bulunduğunuz sıkıntılardan bir çıkış ve kurtuluş yolu açıncaya kadar siz orada bulununuz.”

 

Nitekim yukarıda Ebu Amir örneğinde söylediğimiz gibi, İslam dini ilk ortaya çıkışında Hanifleri kendisine temel muhatap belirlemiş (Mekke dönemi), daha sonra Medine döneminde ise, artık Hanifliği İslam‘ın çatısı altına almaya çalışmıştır. Nitekim bazı İslam âlimlerine göre İslamiyet‘in temelini Haniflik dini oluşturmaktaydı. Haniflerin özelliklerini anlamak için son olarak Said b. Zeyd‘in babası Zeyd b. Amr b. Nufeyl‘i zikredebiliriz. Hz. Peygamber‘e vahiy gelmeden önce bir dönemde, kendisi Zeyd b, Amr ile birlikte Mekke‘de Kureyşlilerin bir yemeğinde karşılaşmışlardır. “Tıpkı Hz. Muhammed (sav) gibi Zeyd de kendisine ikram edilen yiyecekleri yememiş ve Kureyşlilere “Ben sizin putlarınız adına kestiğiniz hayvanların etinden yemem” ben ancak Allah adına kesilenlerden yerim” diyerek ikramı reddetmişti.

Burada Zeyd‘in helal haramlara dikkat etmesi ve bunun bilincinde olması, İslamî kaynaklarda Müslümanlığın gerekliliği olarak gösterilse de, tarihi anakorizmaya (herhangi bir olay ya da özellikle kişilerin, nesnelerin veya geleneklerin farklı zaman dilimlerinde bir araya getirilmesiyle ilgili kronolojik tutarsızlık) düşmemek adına daha net ifade etmemiz gerekir. Zeyd‘in burada putların adına kesilen eti yememesi, Yahudi kaşrutkurallarına(beslenme yasaları,  ör. her kesimden sonra bıçak kontrol edilmeli, üzerinde bir çentik ya da takılmaya neden olacak çöp vs. olmamalıdır) uygun bir davranıştır. Zeyd‘in Hanif olduğunu kabul edersek, o zaman bu davranışı sergilemesi doğaldır, zira Hanifler(Theosebes‘ler) kaşrut kurallarına uymaktaydılar. Ayrıca Zeyd‘in tıpkı Hz. Peygamber (ve diğer Hanifler) gibi Hira dağına çıkıp orada inzivaya çekildiği  ve ibadet ettiği iddia edilir. Bu ibadetin şekli ve vakitleri hakkında net bir bilgi mevcut değildir. Bazı kaynaklara göre Hz. Peygamber‘in Hira Dağı‘na her yıl yaptığı ziyaretler sırasında çoğu zaman Zeyd‘le sohbet ettiği ifade edilmektedir.

VARAKA B. NEVFEL
RAHİP BAHİRA MANASTIRI
JULIUS WEELHAUSEN
PEŞİTTA

Trả lời

Email của bạn sẽ không được hiển thị công khai. Các trường bắt buộc được đánh dấu *