(BİRİNCİ BÖLÜM)
Kısa bir süre önce yayımladığımız Topkapı Sarayı ve Kutsal Emanetler yazımızda özet olarak değindiğimiz Hz. Muhammed (sas) ile sahte peygamber Müseylime arasındaki karşılıklı mektuplaşma, sizlerin dikkat ve ilgisini bir anda buraya, Sahte Peygamberler konusuna çekti. Bu kısa süreçte aldığımız isteklerin çokluğu bizi bu önemli ve de İslam Tarihi açısından son derece ilginç konuyu hazırlamaya yöneltti. Biz de hemen konuya odaklaşarak araştırmalarımıza başladık, bitirdik ve işte şimdi size sunuyoruz. Buyurun, başlayalım.
Her gerçek peygamberin yaşadığı devirde onu taklit eden birkaç menfaat veya şöhret düşkününün de peygamberlik iddiasında bulunduğu bir gerçektir. Özellikle tek tanrılı bir dinin iyice yerleşmiş bulunmadığı bölgelerde ortaya çıkan bu sahte peygamberler, cahil halk kitleleri içinde kendilerine taraftar bulmakta güçlük çekmemişlerdir. İslamiyet’in yayılması ve yerleşmesi sırasında da Arabistan’ın çeşitli bölgelerinde ortaya çıkmış olan sahte peygamberler, İslamiyeti büyük güçlük ve sorunlarla karşı karşıya bırakmıştır. Biz bu çalışmamızda Hicri 7. ve 11. yıllar arasında peygamberliğini ilan edenlerin izlerini süreceğiz.
Önce Peygamber kime denir? sorusuna bir cevap aramayla işe koyulalım. Malum bu konu halk arasında hayli kafa karışıklığına neden oluyor. Peygamber, Tanrı tarafından bir dini veya dinî öğretiyi yaymakla görevlendirildiğine inanılan kişidir. Zorunlu ve de gerekli bir açıklama yapma gereğini duyduk burada: “Tanrı” kelimesi, Arapça “İlah” kelimesinin karşılığıdır.“İlah” daha çok Allah’tan başka ibadete layık görülen varlıklar için kullanılır. “Allah” kelimesi onun bizzat kendisini ifade eden özel ismidir. Bu bakımdan, kelâm âlimlerine göre “Allah” kelimesi, Cenab-ı Hakk’ın yüce zatına ve bütün kemal sıfatlarına delalet eden özel ismidir. Hiçbir dilde bu kelimenin ifade ettiği özel manayı kapsayacak bir kelime bulunmamaktadır. Öte yandan “Allah” kelimesi bütün Müslümanlar için tevhid inancını temsil eden ortak bir bağ niteliğindedir. Bu sebeple Müslümanların, ibadet ettikleri tek yaratıcılarını “Allah” diye anmaları daha doğru olur. Dolayısıyla “Allah” bu adla veya “Esmâ-i Hüsnâ” adı verilen 99 isminden biriyle anılmalıdır. Bununla birlikte, dinimizin bildirdiği mutlak kemal sahibi, noksanlardan münezzeh olan yüce Allah’ı “Tanrı” diye anmak da İslam inancına aykırı olmaz.” Diyanet İşleri Başkanlığı-Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı….
Bu konuya da açıklık getirdikten sonra devam edelim. Allah, rahmeti gereği kullarını sürekli hidayet yolunda tutmak veya doğruya sevk etmek için tarihin başlangıcından itibaren her dönemde, her mekâna peygamber göndermiştir. Kur’an-ı Kerim’de Hz. Âdem’den (as) Hz. Muhammed’e (sas) kadar zikredilen peygamberlerin sayısı 25 ilesınırlı. Peygamberler ayrıca dinî terminolojide ayet, işaret veya mucize denilen doğaüstü güç veya olayların kendilerine atfedildiği mitolojik veya yarı mitolojik insanlardır.
Arap yarımadasında inanarak Müslüman olanların yanısıra, Medine devletinin gücüne direnemediği için, kılıç veya ekonomik baskılar neticesinde Müslüman olan pek çok kabile vardı. Kimi Peygamberimizle “Sizden bir, bizden bir peygamber olsun” diyerek pazarlık yapmaya kalkıştı, kabul edilmeyince ayaklandı, kimi de vergi vermemek, vergi ödemekten kaçındığı için. Bunlardan Esved ül- Ansi, Tuleyha Bin Huveylid, Müseylime ve Secah peygamberlik iddiasında bulundular, bazıları da İslam’ın farzları konusunda pazarlık yapmaya kalkıştılar.
Dinler tarihi araştırılırken, her gerçek peygamberin yaşadığı devirde onu taklit eden bir kaç menfaat veya şöhret düşkünü insanın da peygamberlik iddiasında bulunduğunu görmek zor değildir. Bu sebepten hemen her devirde faaliyette bulunan yalancı peygamberler hakkında semavi kitaplarda bazı ayetler yer almıştır;
Kur’an VI. 93: “Allah’a iftira eden veya kendisine bir şey vahyedilmediği halde “Bana vahyolundu”, “Allah’ ın indirdiği gibi ben de indireceğim” diyenden daha zalim kim olabilir ?”
İncil Matta VII, 15-20: “Yalancı peygamberlerden sakın; onlar size koyun kılığında gelirler. Fakat iç yüzden kapıcı kurtlardır. Onları meyvelerinden tanıyacaksınız. İnsanlar dikenlerden üzüm yahut deve dikenlerinden incir toplarlar mı? Her iyi ağaç iyi meyve verir; fakat çürük ağaç kötü meyve verir. İyi ağaç kötü meyve vermez, çürük ağaç da iyi meyve vermez. İyi meyve vermeyen her ağaç kesilir ve ateşe atılır. Öyleyse, onları meyvelerinden tanıyacaksınız.”
Monoteist (Tek Tanrıcılık) yüksek bir dinin iyice yerleşmiş bulunduğu bir bölgede faaliyette bulunan böyle sahte peygamberler, cahil halk kütleleri arasında geçici bir zaman için kendilerine taraftar bulmakta ve zararlı faaliyetlerini genişletmekte güçlük çekmemişlerse de, mevcut monoteist dinin taraftarlarının gecikmeyen reaksiyonları veya devlet otoritesinin müdahalesi üzerine, kısa zamanda kendileriyle birlikte yaymaya çalıştıkları sahte din de yok olmuştur. Tek Tanrılı bir dinin henüz yerleşmekte olduğu bir bölgede, böyle yalancı peygamberlerin meydana çıkmaları ise, bu yeni din için büyük bir tehlike teşkil etmekten geri kalmamış, bu yeni din bir yandan bütün bir bölgeyi güçlükler içinde kazanmak, bir yandan da bu yalancı ve köksüz rakipleriyle uğraşmak mecburiyetinde kalmıştır. İşte İslâmiyet’in yayılma ve yerleşmesi sıralarında Arabistan’ın çeşitli bölgelerinde ortaya çıkmış olan sahte peygamberler, İslamiyet’i ileride de bahsedeceğimiz büyük güçlüklerle karşı karşıya bırakmışlardır.
Tanrıdan vahiyler aldığına bütün varlığı ile inanan ve bu vahiylerle vaazda bulunduğu toplumların ahlaki, sosyal, hukuki durumlarını yükseltmeğe çalışarak bunda da başarılı olan, bütün kalbiyle inandığı bu dava uğrunda hayatını bile fedadan çekinmeyen ve kendisi öldükten sonra dahi eseri yaşayan, fikirleri büyük kalabalıkları hakimiyeti altına alan ve eserlerinin izleri hiçbir suretle silinip kaldırılması mümkün olmayan kimseler hakiki peygamberlerdir. Hazret-i Muhammed Allah tarafından Resullüğe seçildikten sonra, Allah’ın emirlerini halkı arasında yaymak hususunda hiçbir korku hissetmemiş, üstelik kendisine putperestler tarafından reva görülen her türlü kötü muameleye dayanmak ve karşı koymak hususunda gereken insanüstü kudreti kolayca gösterebilmiş, davası uğrunda her zaman hayatını tehlikelere maruz bırakmaktan asla çekinmemiştir.
Peygamberlik iddiasıyla ortaya çıktıkları görülen kimselerden yalnız İslam dini ve devleti bakımından kısa bir zaman için de olsa büyük bir tehlike teşkil etmiş olan Esved, Tuleyha, Secah ve Müseylime‘yi bu incelememize örnek olarak seçmiş bulunuyoruz. Konuyu dağıtmamak için bazı kaynaklarda peygamberlik iddia ettikleri ileri sürülen, mesela Lakit bin Malik gibi ne prensipleri, ne de iddiaları açıkça belli olmayan, daha çok fırsat kollayıcı, asi kimseleri bu çalışmanın dışında bırakacağız.
İslam tarihinin süslü anlatımı dolayısıyla Hz. Muhammed’in sadece tebliğin başlangıcında zorluk yaşadığına, sonraki senelerde İslam’a katılımın çığ gibi artmasıyla sürecin sorunsuz devam ettiğine inanılıyor. Oysa gerçek böyle değil. Hz. Peygamber’in sağlığında, hastalığı sırasında ve vefatından sonra pek çok dinden çıkma hadisesi ve çok sayıda peygamberlik iddiası gündeme geldi. Peygamberin sağlığında “Ridde” tabir edilen dini reddetme hadiselerinin önemli bir kısmı Medine’ye vergi vermeyi istememekten kaynaklanıyordu. Kabile ve/veya aile duyguları güçlü Arap toplumu Kureyş’ten bir peygamber çıkmasını uzun süre içine sindiremedi. Hz. Muhammed’in “Allah’ın Kılıcı” diye andığı Halid bin Velid(MS 585-642) bir savaştan sonra ele geçen esirleri sorgularken, onların kendisine “Biz diyorduk ki, sizden bir peygamber, bizden de bir peygamber olsun” dediğini bildiriyor İslam kaynakları. İslam’dan dönmelerin bir sebebi de “Kâhinliğin” Arabistan’da köklü bir gelenek olmasıydı. Kabilelerde sözü dinlenen, itibarlı kimseler olan kâhinler İslam’la birlikte mevkilerini yitirmiş olmayı kabullenmiyorlardı.
· Halîd bin Velîd Seyfullah olarak da bilinen Arap komutan. Hudeybiye Antlaşması sonrasında Müslümanlığı seçene kadar Kureyşlilerin saflarında, sonrasında İslam devletinin emrinde savaşmıştır.
İSLAMİYETİN ÇIKIŞI SIRASINDA ARABİSTAN’DA DİNİ DURUM
İslâmiyet’in çıkışı sırasında Arap Yarımadasının içinde bulunduğu dini durumun, yalancı peygamberlerin ortaya çıkmasında oldukça büyük ve önemli bir tesiri olmuştur. Bu nedenle Yarımadanın o zamanki dini durumunu incelememiz gerekir düşüncesindeyiz.
ARABİSTAN’DA PUTPERESTLİK
İslâmiyetin çıkışı sırasında Arapların genel olarak dininin putperestlik olduğunu görüyoruz. Fakat Yarımada, Kızıldeniz ve Basra Körfezi vasıtasıyla Habeşistan’a ve İran’a, kuzeyden ise Mezopotamya ve Suriye bölgelerine komşu olduğu için, bu memleketlerdeki dinlerin sınır bölgelerinden Yarımadanın içerisine doğru sızıntı halinde girdiği de yadsınamaz. Bu cümleden olarak Bahreyn, Oman, Yemen, Necran bölgelerinde Mecusilik, Hıristiyanlık, Musevilik sayılabileceği gibi, ayrıca Hıristiyanlığın Yakubilik ve Nestûrilik (Süryanilerin en büyük iki kolu. Birbirlerinden ayrıldıkları nokta ise monofizit* veya diofizit* oluşları)şeklinde burada kendine taraftar bulabilmiştir. Fakat ticaret yollarının adeta kavşak noktası ve bir “Yıllık Panayır” yeri olan Mekke ve etrafı Hicaz’da bu dinlerden hiç biri yerleşememiştir. Orada ecdadın yaptığı putlar, Kâbe’nin içini süslemekteydi. Kureyşli Arapların kutsal tanıdığı ve taptığı putların sayısı üçyüz altmışı bulmaktaydı. Kâbe’nin en önemli putu Hubel, Kureyş kabilesinin putu idi. Savaşa gidecek olan bir kimse, başını tıraş ettirip onu ziyaret ederdi. Fakat bundan da daha önemli olan Hacer-ül Esved vardı. Bazı kabilelerde mabutlar insan, aslan, at, kuş şekillerinde tasvir edilmişti. Meselâ Mekke yakınındaki Hüzeyl kabilesinin putu kadın şeklinde, Kelb ve Tayy kabilelerininki aslan şeklindeydi. Yemen’de Hamdan denilen yerdeki halk at şeklinde bir mabuda, Himyeriler ise Kerkenez kuşuna taparlardı. Evs ve Hazrec‘lilerin Menat adında bir putları vardı ki, bu bir kayaydı ve kurbanlarının kanlarını onun üzerine sürerler, kıtlık olursa ondan yağmur yağdırmasını isterlerdi.
· Monofizit: İsa’da var olduğuna inanılan özelliklerin doğaya yansımasını ele alan, böylelikle İsa’nın Tanrı olduğuna inanan, çarmıha gerildiğinde ise sadece insan olarak değil Tanrı olarak acı çektiğini düşünen, aynı zamanda bu düşünceyle yaşayan grup.
· Diofizit: Nestorius’un savunuculuğunu yaptığı görüş. Monofizit kavramının zıddı.Bu görüşe göre: İsa’ya 30 yaşındayken Kelamın indiği, o zamana kadar Meryem’den doğan İsa’nın saf ve günahsız bir insan olduğu, Tanrılık vasfının ancak Kelam geldikten sonra meydana geldiğini ve ancak o zamandan sonra hem insan hem de Tanrı karakterlerinin her ikisini de taşıdığı, Meryem’in, Tanrı olan İsa’nın değil, insan olan İsa’nın annesi olduğu kabul edilir. Dolayısıyla, bu görüşe göre Meryem “Tanrının Annesi” (Theotokos) değil Mesih İsa’nın annesidir; Tanrı doğurulamaz, dolayısıyla da İsa, Baba ile aynı özden olamaz. Ancak, Kelamın gelmesinden sonra İsa’da hem insansal, hem de Tanrısal birlik var olmuş, İsa hem Tanrı hem de insan olmuştur. İsa kelamın gelmesinden sonra bu iki tabiatı da taşır (Diofizit). Bu görüşe göre çarmıha gerilirken Tanrısal güç İsa’dan ayrılmış sadece insan olan İsa acı çekmiş, çektiği acılar Tanrı olan İsa’ya dokunmamıştır.
· Hacer-ül-Esved, Jeolog ve tarihçilerin, bir göktaşı olduğuna inandığı bu siyah taş, Mekke kentinin merkezinde, Müslümanların en kutsal yapısı Kabe-i Muazzama’nın doğu köşesinde yer alan, aynı zamanda, tavaf edenlerin şaşırmamalarını sağlayan mihenk taşıdır. Milyonlarca elin teması ile parlamış kara taş, Kabe’deki bir yangında, ısı değişimi nedeniyle kırılarak 15 parçaya ayrılmış olup, gümüş bir çerçeve içinde ve biri çatlak 8 görünümlü, ancak 9 parça halinde durmaktadır. Halen Hacer-ül-Esved’i çerçeveleyen gümüş muhafaza, Sultan Abdülmecid Han tarafından yaptırılmış olan çerçevedir. İstanbul ve Edirne’de bulunan diğer 6 parça Hacer-ül Esved (al hajar al-aswad) taşı ise; Sultanahmet Camii mihraplarında, Kanuni Sultan Süleyman Türbesi’nin girişinde, Sokollu Mehmet Paşa Külliyesi’nde (İstanbul Kadırga’da Şehit Mehmet Paşa yokuşunda) ve Edirne Eski Camii’ndedir. Kanuni Sultan Süleyman tarafından getirilmişlerdir. Hz. Şit’in yaptığı kutsal Kâbe binası ve taşın, Nuh tufanından sonra uzun yıllar kumlar altında kaldığı söylenir. Hz. İbrahim’in oğlu İsmail ile, Kabe’nin olduğu yere gelerek, kutsal bir duyumla, Kabe’nin temellerini bulup, onu yeniden yaptıkları Bakara (2/127) suresinde yer alır. Hz. İbrahim, oğlundan bir işaret taşı getirmesini istemiş, o anda Ebu Kubeys dağından bir nida işitilmiş; ”Cebrail Aleyhisselam, tufanda bana bir taş emanet etti, onu al.” sesi duyulmuş, böylece taş, Kabe’deki yerine yerleştirilmişti.
Söz putlardan açılmışken, konuyu biraz açalım. Çünkü gördüğünüz gibi putlar Arap Yarımadası için çok önemli. Madem öyle üzerlerinde az da olsa durmadan geçmek olmaz. Hem bayağı zorlu geçecek Sahte peygamberlerle uğraşımız öncesi rahat bir nefes almış oluruz.
HÜBEL, LAT,MENAT VE UZZA HAKKINDA…..
“Onlar ancak sizin ve atalarınızın (ilâh edindiğiniz şeylere) taktığınız isimlerdir. Allah, onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar (putperestler) yalnız zanna ve nefislerin arzusuna tâbi oluyorlar. Andolsun ki, kendilerine, Rableri katından yol gösterici gelmiştir.”(Necm 53/23)
Yeryüzü İslam ile tanışmadan önce özellikle Arap yarımadası putların yaygın olduğu bir bölge olduğunu söylemiştik başlarken. Kabe’de yer alan sayısız putun içinde özellikle dördüne, Hübel, Lat, Menat ve Uzza adlı putlara büyük saygı duyuluyordu. Peki bunların isimleri nereden geliyor hiç düşündünüz mü?
Hz. Adem’den itibaren insanlar, yaradılış gereği sürekli bir ilah arayışının içerisinde olmuş. Semavi dinlerin indiği Ortadoğu bölgesi de bu arayışın en fazla yaşandığı coğrafya. Bazı kavimler kalplerindeki bu ilah anlayışını somut olarak ortaya çıkarmanın kolay yolunu bulmuş, kendilerine taş veya benzeri maddelerden çeşitli şekillerde putlar yapmışlardı. Kimileri bunlara ilahlık atfederken kimileri de Allah’a ulaşmanın en kısa yolu nazarıyla baktı. Yeryüzü İslam diniyle şereflenmeden önce Arap Yarımadası, putların yaygın olarak görüldüğü bir bölgeydi. Araplar, özellikle Hübel, Lat, Menat ve Uzza adlı putlara çok saygı duyuyordu. Bu putların isimleri tarih boyunca hep merak konusu olmuş, akademisyenler yıllarca konuyla ilgili birçok çalışma yapmıştı. Putperest Araplar tarafından “Allah’ın kızları” olarak kabul edilen Lât ve Uzzâ ile birlikte Menât adlı puttur. Lât için Tâif’de, Uzza için Nahle’de, Menat için Kudeyd’de birer mekânın olduğu nakledilmektedir.
BEREKET TANRIÇASI MI?
İslam öncesi Cahiliye Dönemi’nin sembol putlarından olan Hübel, Arapların kutsallık atfettikleri 360 putun içinde en büyüğüydü. Hübel sözcüğünün İbranice Ha ve Ba’l kelimelerinden türeyip ‘rab, tanrı’ gibi bir anlama sahip olduğunu öne sürenlerin yanında, Anadolu tanrıçası olarak bilinen Kybele isminin zaman içerisinde Hübel şeklini aldığı görüşünü savunan filologlar da var. İlginçtir, kırmızı akikten insan şeklindeki bu put, Mekkeli müşrikler tarafından yapılmamış. Nereden geldiği konusu tam bir muamma. Bir zamanlar Kâbe’nin içerisinde bulunan Hübel’in üzerinde “Evet, hayır, diyet, sizden, bizden, başkasından, nesebi belli değil” gibi ifadeler içeren fal okları bulunuyordu. Bu put müşriklerin falına bakıyordu. Mekke’nin fethinden sonra ortadan kaldırıldı.
LAT BEYAZ BİR TAŞTI
Lat, Hicaz bölgesinde saygı duyulan diğer putlardan biriydi. Lat kelimesinin birçok etimolojik açıklaması var. Bu açıklamalardan en tutarlısı; sözcüğün, tanrıça anlamına gelen “el-ilahe” kelimesindeki he harfinin çıkartılarak yerine dişilik anlamı katan ta harfinin getirilmesi fikri. Lat, öyle gösterişli olmayan alelade beyaz bir taştı. Müşrikler bu taş için kurbanlar kesiyor, hediyeler sunuyor etrafında kadın erkek tavaf ediyordu. Mekke’nin fethinden sonra yıkılmış, sunağında bulunan altın ve gümüş mücevherler İslam Devleti için kullanılmıştı.
İslam öncesi dönemde Mekke şehrinin üç baş tanrıçasından biri de Uzza adlı puttu. Dil bilimciler Uzza kelimesinin tanrının aziz sıfatının dişisi (azize) olduğunu ileri sürüyor. Petra’da yapılan kazılarda ortaya çıkarılan tapınakta Uzza ismine rastlanması, Hicazın bu önemli putlarının Hellenistik döneme ait tanrıçaların bu coğrafyadaki yansıması olasılığını kuvvetlendirmiştir. Cahiliye devrinde Kureyşliler, Uzzayı sık sık ziyaret eder, hediyeler getirir ve kurbanlar adayarak dua ederdi. Bu put Mekke’nin fethinden sonra Halid b. Velid tarafından yok edildi. Ancak peygamber efendimizin “Lat ve Uzza’ya tapınılıncaya kadar kıyamet kopmayacak” hadisinin Müslümanlar tarafından üzerinde düşünülmesi gereken bir işaret olduğu kesin.
HİCAZ’IN SON PUTU SİYAH MENAT
Araplar için Lat ve Uzza ile birlikte, Menat adlı putta, tanrının kızlarından biri olarak kabul ediliyordu. Mekke ile Medine arasında Müşellel adı verilen bir bölgede bulunan Menat, siyah bir kaya idi. Ayrıca burada Menat’a ait bir ev, hediyelerin konulması için ayrılmış bir oda ve bu evde görevli bir de bekçi bulunuyordu.
Menat kelimesinin Sami dilinde “ölüm, kader, talih” anlamlarına geldiği biliniyor. Ayrıca Grek kültüründeki kader tanrısı Tukhai ve Fortunae ile de aynı anlamda. Önceleri Safa ve Merve tepelerinin arasında bulunan Menat adına yağmur yağdırması için kurbanlar kesip hediyeler sunan cahiliye dönemi Arapları, Müslüman olduktan sonra hac vazifesinin nişanelerinden biri olan Sa’y yapma konusunda şüpheye düşmüştü (Sa’y, Kâbe’nin doğu tarafında bulunan Safa ve Merve adlı iki tepe arasında, Safa’dan başlanıp Merve’de tamamlanmak üzere yedi defa gidip gelmeyi ifade eden vacip ibadetlerdendir).
Müslümanların içinin rahatlaması için Cenab-ı Allah “Muhakkak ki Safa ve Merve, Allah’ın şiarlarındandır*” ayetini (Bakara Suresi 158. Ayet) lütfetmiştir. Peygamber efendimiz, Menat’ı yıkmak için Hz. Ali’yi görevlendirmiş ve böylece Hicaz’ın son büyük puttan da temizlenmesini sağlamıştı.
· Şiar:Ayırıcı özellik, belgi, tutulacak yol, ülkü, ilke.
(BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU)