(İKİNCİ BÖLÜM)
Bu kadar ara yeter.. Biz devam edelim.. Kâbe her ne kadar putperest Arapların müştereken kutsal tanıdığı bir yer olmuşsa da, bundan başka, Yarımadanın başka başka yerlerinde yüz kadar tapınak daha vardı ve onların da etrafı tavaf edilir, hoşnut olmaları için kurbanlar kesilir, bunlara hediyeler sunulurdu. Bunların da Kâbe gibi kayyumları ve hâcibleri (perdeci, kapıcı, katip) bulunurdu. Bununla beraber Kâbe sıralamada daima en üstün yeri alır ve Araplar buranın Hazreti İbrahim’in mescidi olduğunu tasdik ederlerdi. Bu cümleden olarak Uzza tapınağı, gene Kureyşlilerin Mekke dışında, Batn- ı Nahle’ deki kutsal yerlerinden biriydi ve bakımı Süleym kabilesine aitti. Sakif kabilesinin Tâif’te Lât, Rebia kabilesinin Rıda, Himyeriler’in San’a’da Risâm adını verdikleri birer tapınakları mevcuttu.
Araplar cinlere de inanır, bunları Allah’ın kızları sayarlardı. Bu inançta Arabistan ikliminin ve coğrafi durumunun tesirleri vardır diye düşünüyoruz. Cinler hayır ve şer işledikleri için onlara hürmet ve ibadet gerekirdi. Bunlar ekseriya bir taşın veya ağacın içini mesken tuttuklarından, o ağaç veya taşa ibadet edilirdi. Gene bu ağaç ve taşlardan bazı sesler işitildiğinden onlara kehanet atfedilirdi. Mesela Lât, Uzza ve Menat da böyle birer cin bulunur ve bunlar konuşurlardı. Bu işi tapınaklardaki kâhinlerin idare ettiklerini tahmin etmek güç değildir.
Milâttan sonra VI. Yüzyılın ortalarında Arabistan’da putlara artık eskisi gibi rağbet eden kalmamıştı. Araplar taştan ağaçtan yapılmış tanrıların dünyayı ve kâinatı idare edemeyecekleri inancına artık varabilmişlerdi. Her ne kadar başları sıkıştığında gene onlara koşuyor, kurbanlar kesip kanlarını bu putların üstlerine sürüyorlar idiyseler de, istedikleri olmayınca onlara bela okumaktan, küfretmekten de geri kalmıyorlardı. Hatta Beni Hanife’nin uzun yıllar boyunca taptığı putu bir kıtlık sırasında yemiş olması, Arapların tanrılarına bağlılıklarının ne derece gevşediğini gösteren ilginç bir örnektir. Tanrılara olan bağ böyle zayıflayınca, kabile üyeleri arasındaki bağın da zayıflayacağı akla gelmemelidir. Çünkü Araplarda asıl birlik din yoluyla değil, kan yolu ile kurulmuştu. Mesela VI. Yüzyılda bir kabilenin başka başka kolları, ayrı ayrı tanrılara tapıyordu.
6. yy.a gelindiğinde, kabileler toplu veya kısmen mecburi olarak yerlerini terk ettikleri zaman, bunların putları ve tapınakları eski yerinde kalırdı. Yeni gelenler kendi tanrılarını terk etmemekle beraber, oradaki kendilerinden önce var olan tapınağı ve onun tanrısını kabul ederler ve yılda bir iki defa da eski tanrılarına kurbanlar sunmak üzere eski yurtlarına giderlerdi. Böylece din kabile mensubiyetini kaybedip adeta tevhidi (Tevhit ya da tevhid, tektanrıcılık kavramının İslam terminolojisindeki karşılığıdır)bir mahiyet almaya başlamış bulunuyordu. Bu yoldaki gelişme tanrıların birbirleriyle birleşmesine yardım etmiş ve böylece monoteizme (tek tanrıcılık) müsait bir zemin hazırlanmıştır. VI. ve VII. Yüzyıllarda artık kudretin asıl sahibi ve tanrıların üstünde sayılan bir Allah‘ın mevcudiyetine inanıldığı kitabelerden ve dönem şiirlerinden anlaşılmaktadır. Zira bu devirde yemin edilirken putlar üzerine değil, Allah adına yemin edilmeğe başlanmıştır. Putun adına, bazen şiirlerin mısraları arasında rastlanırsa da bu, çok kere o putun bağlı bulunduğu tapınağın bahse konu teşkil etmesinden ileri gelmekteydi. Her kabilenin mensupları kendi tanrılarından bahsederken, onun doğrudan doğruya adını söylemez, “Rabbi”veya “Rabbenâ”(Efendimveya Efendimiz) diye onu anardı. Bazen “İlahi”de denirdi. Mesela Sakifler’de el-Lat, Rabb’in müennesi (dişi) idi. Her kabile “Allah”diyor, fakat kendi tanrısını kastediyordu. Ancak böylece konuşma dilinde tam hâkimiyet elde eden “Allah” kelimesi, her tarafta bir olan, her kabilenin sayılan genel bir Tanrı fikrine geçişini temin etmiş oldu ve genelliği bakımından diğer tanrılardan ayrılıp onların üstüne yükseldi. Böylece çok kere olduğu gibi dil, gene akıldan evvel harekete geçmiş, genel bir kavram meydana getirmişti. Araplarda putperestlik artık samimi ve kalbi olmaktan çok uzaktı; kalabalık gruplar halinde İslamiyeti kabul etmeleri, hem de kolayca kabul etmeleri bunu gösterir. Kur’andaki “Biz onlara ancak bizi Tanrı‘ya yaklaştırsınlar diye tapıyoruz”Zümer Suresi 3.ayeti de bu fikri kuvvetle teyit etmeğe yeter bir delildir. İşte bu örnekler bize gösteriyor ki, İslamiyet doğmadan biraz evvel, Araplar kâinatı kuran, düzenleyen bir Tanrının varlığına hükmetmişlerdir.
Fakat Allah’la kendileri arasında henüz bir münasebet kurulamamıştı. Gerçi, tek tanrılı dinler öteden beri Yarımadada bilinmekteydi fakat İsa ve Musa dinleri, hürriyetlerine son derece bağlı olan Araplar tarafından itibar görmemişti. Çünkü bu iki dinden biri tamamıyla milli idi, diğeri ise aslında esaret hayatı yaşayan ve hâkim sınıfların zulmünden ümitsizliğe düşen kavimlere sabır ve tahammülü tavsiye ediyordu. Araplar, öyle bir yanağına tokat vuran kimseye, öteki yanağını uzatacak kadar müsamahakâr yaradılışta değillerdir. Esasen Araplar başka dinlere karşı pek ilgisizdiler. Bir kabile içinde ayrı ayrı dini inanca sahip kimselerin bulunmasına, o kabile üyeleri hiç aldırış etmezler, ses çıkarmazlardı. Bu ilgisizlik (belki de hoşgörü) o dereceye varmıştı ki, Kâbe’nin direkleri üzerinde Meryem ile İsa’nın resimleri yer alıyor, öte yandan putperest olan birçok şairler ve bu arada Cahiliye döneminin meşhur Arap şairlerinden İmru’ül – Kays bin Hucr (?-540) muallakatında*, yolunu şaşırmış seyyahlara meşalelerle yol gösteren Hıristiyan münzevilerini anıyordu.
· Muallakat; Bir şeyi diğeriyle irtibatlandırmak, bir şeyle ilgilenip onu beğenmek ve sevmek anlamındaki alak (alâka) kökünden türeyen muallaka kelimesinin çoğulu olan muallakāt “beğenildiği için herkesin görebileceği bir yere asılan, sergilenen şiirler” demektir.
Gene bu hoş görürlük sebebiyledir ki, ilk zamanlarda Hazreti Muhammed’in dinini yaymasına Mekkeliler başlangıçta ses çıkarmadılar, fakat ne zaman ki O putlara hücuma başlayınca durum değişti. Ancak bundan sonradır ki, gururları zedelenen Araplar, putlarının ortadan kalkmasıyla Mekke’nin iktisadi/ekonomik merkez olma durumunu kaybedeceğinden korkarak İslâmiyet’e karşı cephe aldılar.
Hazret-i Muhammed’den evvel Mekke, Taif ve Medine’de bazı insanların putperestlikle tatmin olmayıp yeni bir din aramaya başladıklarını, bunu bulmak ümidi ile de Tevrat ve İncil’i incelediklerini bizzat İslam kaynakları bize haber vermektedir. Hanif adı verilen bu arayıcılar, Musa ve İsa dinlerine karşı belki sempati duymuşlarsa bile, onları gerçekçi bulmamış, kabul etmemişlerdi. Bu kişiler kendilerinin atası ve Kâbe’nin kurucusu addettikleri Hz. İbrahim’in dinini araştırıyor ve bu dini ihya edecek yeni bir peygamberin gelmesini bekliyorlardı. Fakat aralarında bir birlik ve müşterek bir ibadet şekli mevcut değildi. Bunlar sadece tek Tanrıya inanıyorlar ve bu Tanrının görünen, bilinen her şeyin üstünde olup ona şirk koşulamayacağına, onun doğmamış ve doğurmamış olduğuna, onun canlı/cansız herşeyi yarattığına iman ediyorlardı. Kelime olarak “Hanif”, doğruya meyleden kimse demektir. Kuran’da bu tanım birkaç yerde geçmekte ve bunlara “Müslim” de denmektedir. İslam da kelime olarak zaten insanın kendisini ilahi yola terketmesi demektir. Bakara süresinin 136. ayetinde “Onlar dediler ki, Yahudi veya Hıristiyan olunuz, hidayet bulursunuz, de ki hayır biz Hanif olan İbrahim dinine gireriz, zira İbrahim müşriklerden değildi”; gene Al-i İmran süresinin 95. ayetinde İbrahimmilletinin Hanefi olduğu ve İbrahim’in putperest olmadığı bildirilmektedir.
Peygamberimizden önce ve/veya onun yaşadığı yıllarda, adları ve iddiaları belli Hanifler yaşamışlardır. Bunlardan en meşhurları şunlardır: Varaka bin Nevfel, Ubeydullah bin Cahş, Osman bin Huveyris, Zeyd bin Amr bin Nevfel, Umeyye bin Ebi Salt, Kus bin Sâide, Hâlid bin Sinan, El-Aşa bin Kays. Bunlardan Varaka bin Nevfel ile Osman bin Huveyris, Hazreti Hatice’nin amcaoğullarıdırlar. Varaka, Hazreti Muhammed’e görünen meleğin, Musa’ya görünen Cebrail olduğunu ve O’nun Peygamberliğini ilk müjdeleyen kişidir. Bu meşhur Hanifler’den dördü, Varaka bin Nevfel, Osman bin Huveyris, Zeyd bin Amr, Ubeydullah bin Cahş bir gün, Mekke halkının her yıl kurban kestiği ve dilekler dilediği bir puta, o yıl da nasıl merasim yapıldığını bir kenara çekilip seyrederler. Putlara gösterilen bu saygı, onlarda artık tahammül edilmez bir nefret uyandırır ve aralarında Hanif dinini, İbrahim’in şeriatını aramak üzere farklı yörelere seyahat etmek kararını verirler. Mahmud Esad Efendinin, İbni İshak’dan aldığı bu rivayet, Hanifler’in putperestlikten ne kadar uzak olduğunu bize göstermesi açısından son derece önemlidir.
Ayrıca, kuvvetli bir şair olan Umeyye bin Ebi Salt ise şiirleriyle Hanifliğin prensiplerini çok güzel ifade etmiştir. Kendisi Musa ve İsa dinlerini incelemiş, fakat bunlardan hiç birini kabul etmemişti. O, bir ahir zaman Peygamberinin geleceğini söylemişti; fakat bu peygamberliğin kedisine nasip olacağını umuyordu. Bu yüzden Hazreti Muhammed Resul olduğunu ilân edince memnun olmadı ve İslâmiyet’i kabul etmedi. Bununla beraber, onun şiirleri âdeta mümin bir Müslümanın ağzından çıkmış gibidir:
“… Sağ olduğum müddetçe Cenab- ı Hakka hamd-ü sena etmekten ve O’nu yüceltmekten geri durmam. O mutlak hâkimdir; ne O’nun üstünde bir Allah, ne O’na yakın sayılabilecek bir mabut vardır. Ey insan fenalıktan kaçın… Cenab-ı Hakk’ dan bir şey gizleyemezsin… Ya Allah sen benim mâlikimsin, ümidim sendedir. Senden başka bir mabut tanımam… O’na sorsunlar ki sabahleyin doğup, dünyayı aydınlatan güneş kimindir. Yerde otları bitiren, mahsulleri yetiştiren ve yeniden tohum meydana getiren kimdir? Ya Rabb senin adınıtakdis ettiğim gibi günahlarımın affınıda temenni ederim. Ya Rabb beni rahmetine nâil et, beni ve evlâtlarımı mesut kıl”.
Hanif adı verilen ve asıl Tanrıyı arayan bu insanlar çok sayıda olup bütün Arabistan’da tek Tanrılı bir dini havanın oluşumuna sebep olmuşlardır. Hanifler Arabistan’ ı dolaşarak kâh veciz nutuklar (Kus bin Saide’nin nutku gibi), kâh tesirli şiirler söyleyerek putperestliği küçümseyip hakiki dini arayarak, Arapların putlara karşı olan bağlarının daha da gevşemesine neden oluyorlardı. Böylece artık Araplar tek Tanrılı bir dini telkin edecek bir peygamberi kolayca kabule hazır hale gelmiş durumdaydılar. İşte bu suretle bir taraftan Yemen ve Yemame’de, diğer taraftan Esed ve Temim kabileleri arasında peygamberlik iddiasında bulunan bazı insanlar kendilerini ve fikirlerini kabule hazır dini bir atmosfer içinde buluvermişlerdi. Tarihte sahte peygamberler adıyla anılan kimselerin ortaya çıkma sebepleri arasında işte bu “Ridde” olaylarını da saymak gerekir.
RİDDE
İslam tarihinde çeşitli sebeplerle meydana gelmiş olan Ridde“İslâm’dan dönmek, İslam dinini reddetmek” anlamına gelmektedir. Arap yarımadasının çeşitli bölgelerine yayılmış bulunan İslam dini, Hz. Muhammed’in hastalanması ve vefatı (632) üzerine, gene bu bölgelerde yaşayan Araplar tarafından reddedilmeye başlamıştı. İslâmiyet’in yüklediği vergilerden ve zekât şartından kurtulmak isteyenlerde eski putlara dönme isteği artmış, bazı kabileler ise Hz. Muhammed’in tanıttığı tek ve her şeye kadir olan yüce Tanrıya ibadeti terk etmemekle beraber İslam dininin gerektirdiği zekâttan muaf tutulmak istemişlerdi.
Ridde’nin sebeplerini gösterebilmek için önce İslâmiyet’in Arap Yarımadasında hangi kabileler tarafından kabul edilmiş olduğunu belirtmek gerekiyor: Hudeybiye Barış antlaşmasından* sonra bütün Yarımadada yaşayan Araplar, Hz. Muhammed’in dini ve idari nüfuzunun gün geçtikçe arttığını gördüler. Esasen bu sırada putlara olan bağlılığın zayıflamış olmasından ve Yarımadanın tek tanrılı yüksek bir dini kabule hazır bir durumda da bulunmasından dolayı Hz. Muhammed’in tekliflerini ulaştıran elçilerin olumlu karşılanmaları ve bu arada İslamiyet’in bu kabileler tarafından kabul edilip onun gerek ve emirlerinin derhal yerine getirilmesi kolayca mümkün oldu. Hicretin* 10. yılında Medine, Arabistan’ın dört köşesinden gelen ve çeşitli kabilelerin İhtida* haberlerini getiren heyetlerle dolup taştı. Yemen’den, Yemame’den, Necid’den, Oman’dan, Bahreyn’den, Belka’dan, Hadramavt’tan birçok Müslüman olmuş kabile, dini ve siyasi bağlılıklarını bildirmeye memur temsilcilerini en kısa zamanda Medine’ye gönderdiler. Böylece Hz. Muhammed’in Veda Haccına*(632) hazırlandığı tarihlerde artık Arap Yarımadasının her bölgesinde Medine hükümetine dinen ve siyaseten bağlı birçok kabileler bulunduğu gibi, eski Kitabi Dinlere bağlı veya Mecusilik, Sabiilik gibi kitabi muamelesi görmüş din yolcularının Cizye (Müslüman devletlerde Müslüman olmayan yurttaşlardan alınan bir tür vergi) vererek Müslüman himayesini elde etmiş topluluklar da vardı.
· Hudeybiye Antlaşması ya da Hudeybiye Barışı, 628 martında Medineli Müslümanlarla Mekkeli paganlar arasında yapılan barış antlaşmasıdır. Hudeybiye ismini imzayı attıkları yakın köyün isminden almıştır. Bu antlaşma ile Mekkeliler İslam Devleti’ni hukuken tanımıştır.
· Veda Haccı, İslam dininin peygamberi Hz.Muhammed’in 632 yılının Mart ayında gerçekleştirdiği ilk, tek ve son haccı idi. Bu günde Muhammed’in 100.000 den fazla kişiye Rahmet Dağı’nda verdiği son hitabesine veda hutbesi denir.
· Hicret (MS 21 Haz 622 – MS 2 Tem 622), Hz.Muhammed ve diğer Müslümanların, 622’de Mekke’den Medine’ye göç etmelerine verilen isimdir. Bu göçün sonucunda Medine’de, Medine Sözleşmesi ile günümüzde İslam Devleti olarak sınıflandırılan devletlerden ilki kabul edilen Medine Şehir Devleti kurulmuştur.
· İhtida, gerçeğe ulaşmak ve doğru yolu bulmak demektir. Dini bir terim olarak ise; inançsız iken veya başka bir dine mensupken İslâm dinini benimsemeyi ifade eder. İhtidâ eden kimseye mühtedî adı verilir. İhtida terimi sadece İslam’a girişi tanımlamakta, sadece yeni Müslüman olana mühtedi denmektedir.
(İKİNCİ BÖLÜMÜN SONU)