İSMAİLLİLER VE TEMPLİER ŞÖVALYELERİ III

İSMAİLLİLER VE TEMPLİER ŞÖVALYELERİ III
17 Eylül 2020

Templiyeler ve Hasan Sabbah Birlikteliği

 

Şövalye De Payens ve beraberindekiler Kudüs’e geldikten kısa bir süre sonra İsmailliler ile karşılaştılar. Gilde mensubu rahiplerden Şövalyeler hakkında bilgi alan ve onların Hıristiyan camiası içindeki en etkili ve bilgili kişiler olduğunu öğrenen Hasan Sabbah, Mabet Şövalyeleri ile görüşmeyi özellikle istedi. Bu isteğin altında, Templiyeler’in eski bir Batıni doktrin mabedini koruma görevini üstlenmeleri ve mabet içinde bazı kaybolmuş sırları açığa çıkarmak için yaptıkları araştırmaların da etkisi vardı. Bazı araştırmacılar, De Payens’in amcası olan genç piskopos San Bernardo di Chiaravalle‘nin Avrupa’da yaşayan Kabbalacılardan, mabedin temellerinde gömülü olan bazı Ezoterik sırların yerlerini öğrendiğini ve tarikatı da sırf bu sırların bulunması için kurduğunu ve Kudüs’e gönderdiğini öne sürmektedirler. Kimi iddialara göre, aralarında kaybolan bir kutsal kelimelerin üzerinde yazılı olduğu taş levha da dahil olmak üzere, sırların büyük bölümü Şövalyeler tarafından mabedin temelleri arasında ortaya çıkarılmıştır.

Kendi adını taşıyan mabedi yaptıran Hz. Süleyman’dan Kuran’da sık sık bahsedilir. Emrine verilenlerin sadece insanlar olmadığı, bunun yanında cin topluluklarının da bulunduğundan bahseder ve Hz. Süleyman’ın bunları yönetebildiği ve işlerinde kullanabildiği anlatılır. Kuran’da bahsedilen bu cinlerin büyü yapmayı bildikleri fakat bu büyüleri insanlara anlatmalarının, onlarla bu gizli öğretileri paylaşmalarının yasak olduğu geçer. Buna rağmen bu cinlerin bildikleri bu büyü ve sihirleri, dönemin falcıları ve kahinleri ile paylaştıklarından ve kahinlerin bu büyüleri kullanmalarından dolayı ahirette uğrayacakları ziyandan bahseder. (Bkz. Enbiya 81, Bakara 102, Neml 16 /17)Kahin ve büyücülerin bu bilgilere ulaştıklarını öğrenen Süleyman’ın derhal bu sihir ve büyülerin yazılı olduğu kağıtları toplattığı ve mabede gömdürdüğü söylenir.

Gelelim can alıcı noktaya. Kudüs Kralı tarafından konaklamaları için Süleyman Mabedi tahsis edilen Tapınak Şövalyelerinin ya da şu anki ismiyle Masonların zenginliğinin altında yatan sebep bu büyülü kağıtlara ulaşmaları olabilir mi? Dinsizlik, puta tapma gibi suçlamalar yöneltilen Tapınakçıların bu gizli öğretilere ulaşarak sihir ve büyü ile uğraşmış olmaları ve bunun sonucunda da maddi güç elde etmiş olmaları sizce ne kadar olası?

Yukarıda piskopos San Bernardo di Chiaravalle’in idaresinde Orta Doğu’da Kudüs hacılarının güvenliklerinin sağlanması ve hacı adaylarının güven içinde seyahatlerinin gerçekleştirebilmeleri için dokuz şövalyenin Fransa’da, Champagne bölgesinde, Hugues de Payns önderliğinde toplandıklarından bahsetmiştik. Şimdi bu şövalyelerin her yerde kolayca bulamayacağınız isimlerini verelim, bilgi bilgidir. Bu şövalyeler Hugues de Payns, Geoffroy de Saint-Omer, André de Mantbard, Payen de Montdidier, Archambaud de Saint-Aignan, Geoffroy Bisol, Hughes Rigaud, Rossal ve Gondemare’dir.

Devam edelim… Hugs De Payens ve diğer Şövalyeler davet üzerine Hasan Sabbah’ı Alamut kalesinde ziyaret ettiler. Burada Sabbah’ın kurduğu sistemi gözleriyle gören Şövalyeler, örgüt ve Batıni doktrin hakkında da ilk ağızdan bilgiler aldılar. Kudüs’e geldikleri sırada Katolik inancın en önde gelen savunucuları arasında yer alan Templiyeler, Hasan Sabbah ve Dailerini tanıdıktan ve İsmailli öğretisini derinlemesine inceledikten sonra, Katolik inanç tarzından giderek uzaklaştılar ve akılcılığı ön plana çıkaran Ezoterik doktrine bağlandılar. Templiyelerdeki bu inanç değişikliği, kurdukları güçlü örgüt sayesinde tüm Avrupa’ya yayılırken, Katolik kilisesinin de giderek zayıflamasına yol açacaktır. İsmaillilerle ilişkileri Templiyerler’in tüm felsefesini değiştirmişti ancak bu ilişki, örgütün sonunu getiren suçlamayı da bünyesinde barındırdı. İleride göreceğimiz gibi Templiyeleri yok etmek için bahane arayan Papalık, tarikatı “Müslümanlarla ilişki kurmak ve hatta Müslümanlaşmakla”suçlayacaktır.

Templiyeler Hasan Sabbah’dan Ezoterik öğreti ile birlikte bir şeyi daha öğrendiler; gerçek inançlarını saklamayı ve iyi birer Hıristiyan gibi görünmeye devam etmeyi. O kadar ki, 1128 yılında Papa Honarius II, gösterdikleri yararlılıklar nedeniyle tarikatın şubelerinin tüm Hıristiyan dünyasında açılmasına izin verdi. Yine Papa, 1139 yılında da Templiyelerin herhangi bir dünyevi ve dini otoriteye tabi olamayacağını ve sadece Papanın kendisine karşı sorumlu olduklarını açıkladı. Bu izin ile Templiyerler’in üzerinden her türlü şüphe ve dini baskı kalkmış oldu.

Şövalyeler, Hıristiyan görünme zorunluluğu ile Ezoterik inançlarını bir arada tutabilmek için üzerine yemin etmek üzere, Ezoterik bir yapısı bulunan Yohannaİncili‘ni seçtiler. Templiyeler’in bu seçimi diğer şövalye örgütlerini de etkiledi. Her türlü girişimde Templiyeleri örnek alan diğer şövalye örgütleri de aynı İncil üzerine and içmeye başladılar. Öyle ki, Şövalyelik kurumunun bir diğer ünlü mümessili olan ve savaşlarda yaralananlara yaptıkları yardımlardan dolayı kendilerine “Hospitalyeler” denilen Şövalyelerin bir diğer adı da, “Sen Jan Şövalyeleri” idi. Daha önce belirtildiği gibi, İsa öğretisinin Ezoterik içeriğini anlatan İncil, Sen JanSaint John (diğer adıyla Aziz Yohanna) tarafından kaleme alınmıştı.

Örgütlenmelerini İsmailli teşkilatı yapısını örnek alarak gerçekleştiren Templiyeler, disiplin, hiyerarşi, tarikatın başkanı olan“Büyük Üstada mutlak bağlılık ve itaat” gibi İsmailli uygulamalarını sürdürdüler. Üç dereceli bir inisiyasyon sistemi kurdular. “Mass”adı verilen Roma Katolik ayinlerinde, Kutsal Ruh’un sembolü olarak kabul ettikleri ekmeğe, kirli olabilecek elleriyle değmemek için eldiven giyen Templiyelerin önlükleri de koyun postundan yapılmıştı ve beyazdı. Templiyelerin yalnızca önlükleri ve eldivenleri değil, tüm giysileri beyazdı. Bu geleneği de İsmailliler’den alan şövalyeler, tek fark olarak, göğüslerinin üzerine Haçlıların sembolü olan kırmızı bir Haç diktirirlerdi.

Tarikata üyeler ketumiyet yemini ederek alınırlardı ve yeminini bozanlar bunu hayatlarıyla öderdi. Şövalyeler birbirlerine “Kardeş” diye hitap ederlerdi. Üç dereceli örgütlenme yapılarında ilk derece sahiplerine, daha yukarı dereceli üyelere hizmet etme zorunluluğu nedeniyle “Serving Brothers”denilirdi. İkinci derecede birer “Chaplaini” -din adamı- olan tarikat üyeleri, Şövalye, “Knight” ünvanını ancak en üst derecede elde edebilirdi. Templiyelerin bayrakları, evrende iyinin ve kötünün bir arada bulunduğunu sembolize etmek amacıyla siyah ve beyaz renklerden oluşmuştu. Onlar da öğreticileri İsmailliler gibi, yüce bir varlığa ve insanın o varlığın bir parçası olduğuna inanıyorlardı. Şövalyelerin en önemli prensibi, herkesi inançlarında özgür bırakarak, kendi inançlarını kimseye zorla kabule çalışmamak olmuştur. Bu durum tarikat ile Katolik kilisesi arasındaki en önemli ayrılıklardan birisi haline gelecektir.

Templiyeler, tıpkı İsmailliler gibi birbirlerini tanıyabilmek için gizli işaret, parola ve semboller kullandılar. Bu gizlilik daha sonraki yıllarda Papalığın baskılarından kurtulmak için de işe yaradı. Onlar ayrıca İsa’nın çarmıha gerildikten sonra öldüğünü, yani onun bir fani olduğunu savunuyorlardı. İnanışlarına göre göğe yükselen şey, İsa’nın tekamül etmiş ruhuydu. Yani Tanrı ile birleşen İlahi Kelamdı. Örgüt Papadan tüm Avrupa’da teşkilatlanma iznini aldıktan sonra, bir çeşit bankerliğe başladılar. Kutsal savaş veya Hac için kutsal topraklara gitmek üzere yola çıkan asker ya da hacılardan paraları, ülkelerindeki Templiye teşkilatı tarafından teslim alınıyor ve buna karşılık alınan paranın miktarının belirtildiği bir belge veriliyordu. Asker veya hacı, gittiği ülkedeki Templiye teşkilatına bu belgeyi gösterdiğinde, parasını eksiksiz alabiliyordu. Sistemin iyi çalışması ve dürüst Şövalyelerin elinde olması, zamanla Templiyelere olan güveni iyice artırdı. Bir süre sonra Templiyeler önemli miktarlarda parayı işletmeye başladılar. Bu sistem muazzam bir servetin birikmesine ve bu arada da, duvarcı ustalarının üye bulunduğu Masonluk ile diğer mesleki kuruluşların da Şövalyelerin emri altına girmelerine neden oldu.

Güçlü örgüt yapısı ve muazzam servet, büyük bir güçle birlikte endişeyi ve kıskançlığı da beraberinde getirdi. Selahattin Eyyubi’nin 1187 yılında Kudüs’ü ele geçirmesi ve Latin krallığına son vermesi üzerine Templiyeler, diğer Şövalye Tarikatları ile birlikte Kudüs’ü terk etmek zorunda kaldılar. Templiyeler önce Akka’ya, buradan da Kıbrıs’a geçtiler. Bu sırada tarikatın Büyük Üstadı, soylu bir Fransız aileden gelen Tapınak Şövaltelerinin 23. Büyük Üstadı Jacques De Molay‘dı (1243-1314). O sıralar, dönemin Fransa Kralı“Güzel Philip*”güç günler yaşıyordu. Maddi sıkıntılarını atlatmak için Templiyelerden büyük miktarlarda borç almıştı ve geri ödemekte zorlanıyordu. Karşısında maddi açıdan çok kuvvetli ve tüm Avrupa’ya yayılmış bir örgüt olması Kral Philip’i yalnız başına harekete geçmekten alıkoyuyordu. Daha önce de belirtildiği gibi Papalık da Templiyelerin Katolik kilisesini giderek zayıflattığının farkına varmıştı ve teşkilatı yok etmek için bir fırsat kolluyordu.

 

* Philippe’in oğlu ve halefi, ‘Güzel Philippe’ olarak da tanınan IV. Philippe (d. 1268 – ö. 29 Kasım 1314), 1285 yılından ölümüne dek Fransa Kralı olarak hüküm sürdü. Navarre’lı I. Jeanne’ın kocasıydı; bu sayede hem Navarre Kralı I. Philippe olarak, hem de 1284’ten 1305’e kadar Champagne Kontu olarak iktidarını sürdürdü.

 

Kıbrıs’tan sonra Templiyeler merkez olarak Londra’yı seçtiler. Yöneticilerin çoğunluğu Londra’da olmasına karşın, örgütün Paris kolu da son derece güçlüydü. Kentin üçte biri bu şövalyelerin kontrolü altındaydı ve Kral Philippe’in yargılama yetkisinin dışındaydılar. Kuruma bağlı tüm zanaatkarlar, Papalığın kendilerine verdiği haklar doğrultusunda özgür zanaatkarlardı ve krallığın tüm yükümlülüklerinden muaftılar.

Şövalyelerin ülkesindeki güçlü konumuna bir son vermek isteyen ve bu arada Templiyelere olan borcundan da kurtulmak niyetinde olan Kral Philippe, yoğun bir kulis faaliyeti sonucu V.Clemens‘i (Bertrand de Goth, 1264-1314) Papalığa seçtirdi. Templiyelerin uyguladığı laik sistemin Papalık için ne demek olduğunu iyi bilen ve ayrıca Kral Philippe’e borcunu ödemek isteyen Papa Clement (veya Clemens) 1312 yılında, cemiyetin tüm Avrupa’da yasaklanmasını isteyen bir emirname yayınladı. Papa’nın bu emirnamesini yayınlamasından hemen önce Kral Philippe, yeni bir Haçlı seferi düzenleneceği bahanesiyle Templiyelerin Büyük Üstadı De Molay‘ı ve örgütün diğer önde gelenlerini İngiltere’den Fransa’ya davet etti.

De Molay ve 60 Templiyer Şövalyesi Ekim 1307’de, Philippe’in çağrısına uyarak Paris’e gittiler. Kral onurlarına düzenlediği bir yemek sırasında De Molay ve Şövalyeleri tutuklatırken, Papalık da halkı onlara karşı kışkırtmak için tüm kiliselerde Templiyeler aleyhine vaazlar verdirtti. Tüm Avrupa’da büyük bir Templiye avı başladı. Örgütün mal varlıklarına ve arazilerine krallıklar tarafından el konurken, taşınabilir hazinelerin bir kısmı şövalyelerin bazılarıyla birlikte Rochelle limanından 18 gemi ile hareket etti. Bu gemiler ve şövalyeler hakkında daha sonra hiçbir bilgi alınamadı.

Kral Philippe ve Papalık tarafından yakalanan Şövalyeler, bir din adamları kurulu tarafından yargılandılar. Onlara, ahlaka aykırı törenler uygulamak, Haça hakaret etmek ve Salibi yani Haçı ayaklar altına almak, İsa’nın Tanrılığını reddetmek, Müslümanlarla işbirliğinde bulunmak ve Müslamanlığa yakınlaşmak, dini yasalardan sapmak ve sihir yapmak gibi suçlamalar yöneltildi. Hepsi engizisyon işkencelerinden geçirildi ve itirafları zorla alındı. Örgüt 1312 yılında resmen ortadan kaldırıldı. Taşınmaz malları ve tüm imtiyazları, Katolik kilisesine daha yakın olarak tanınan Sen Jan Şövalyelerine (Hospitalye Şövalyeleri ya da Aziz Yuhanna Şövalyeleri) verildi. 1530 yılında Malta Şövalyeleri adını alan bu Şövalyeler, Templiyelerin mallarını, kendi öz varlıklarına katmaksızın bugüne kadar muhafaza ettiler. De Moley ve tutsak diğer Şövalyeler, yedi yıl süren hapis hayatından sonra, 1314 yılında direklere bağlanarak yakıldılar. Böylece Ezoterik-Batıni doktrinler Müslüman dünyasında Hallac-ı Mansur’dan sonra, aradan yüzyıllar geçmiş olmasına karşın, Hıristiyan dünyasından da yandaşlarını kurban vermiş oldu.

Papalığın bu tutumu, Templiyelerle birlikte, onlarla sıkı ilişki içinde olan bir başka kuruluşun, Gildeler’in de sonunu getirdi. Gilde mensubu inşaatçı rahipler, ya rahiplik mesleğini sürdürmek ya da inşaatçılığı seçmek zorunda kaldılar. İnşaatçılığı seçenler Masonlar arasında katılırken, Gildeler de tarihin karanlık sayfalarına gömüldüler.

Takipten sağ kurtulan Şövalyelerin büyük kısmı İskoçya’ya sığındılar. İskoçya Kralı I. Robert (Robert Bruce, 1274-1329) kendilerini çok iyi karşıladı. Bu Şövalyeler, artık bir örgüt olarak etkin olamayacaklarının farkındaydılar. Bu nedenle o sıralar kendilerinden sonraki en yaygın Ezoterik içerikli teşkilat olan Masonlara katıldılar. Yalnız İskoçya’da değil, tüm Avrupa’da Mason locaları Templiyer Şövalyelerine kapılarını açtılar. Bu katılma ile localara da büyük bir canlılık geldi. O günden itibaren Masonluk, bir mesleki kuruluş olmanın yanısıra, Ezoterik doktrinin Avrupa’daki uygulayıcısı ve yayıcısı konumuna yükseldi. Bu arada, Şövalyelerin ve Gilde mensubu rahiplerin katılımları neticesinde localarda mesleki çalışmaların yanısıra fikri çalışmalar da ön plana çıkmaya başladı.

 

Dante, İlahi Komedya (Divina Commedia)ve Templiyeler

 

Templiyelerin başına gelenler, Dante tarafından “İlahi Komedya” adı altında ölümsüzleştirildi. Viyana müzesinde bulunan bir Dante kabartmasının arkasında, “Kutsal Kadoş Tarikatından İmparatorluk Prensi Templiye Kardeş” ibaresinin bulunması, aradan uzunca bir süre geçmiş olmasına rağmen Templiye teşkilatının, başka örgütler bünyesinde de olsa, varlığını sürdürmekte olduğunu göstermektedir.

Dante’nin ünlü eserinin Ezoterik yorumuna kısaca bir göz atmak, Templiyelerin inançları hakkında bize bazı fikirler verecektir. Dante’nin İtalya’dan çıkmış olması bir tesadüf değildir. İtalya, Papalığın ve Katolik kilisenin yanısıra; Pisagor Enstitüsü’nün, Roma Collegiaları’nın, Gilde’lerin vatanıdır. Masonluğun ana kaynağının Collegialar olduğu düşünülürse, bu örgütün doğum yerini de İtalya olarak kabul edebiliriz. Dante’nin Templiye Şövalyesi ünvanını Masonluk bünyesinde alması, Ezoterik doktrinin ve tarikatın varlığının Masonluk içinde sürdüğünü göstermektedir. 1265 yılında doğan Dante, 1295 yılında 30 yaşındayken, doktor ve simyagerlerin çoğunlukta bulunduğu bir locaya üye olmuştur. O da, kendisinden önceki tüm Ezoterik inançlılar gibi laiklik taraftarı olmuş ve tüm yaşamını din ile devlet işlerinin ayrılmasına adamıştır. Dante’ye göre Papalık ruhani kudretin, imparatorluk da dünyevi kudretin sahipleridir ve her ikisi de tanı anlamıyla eşittir. Eşit iki kuvvet sahiplerinden kilise devlet işlerine imparator da din işlerine karışmamalıdır.

Dante’nin İlahi Komedya’da bir sembolizma dili kullandığı görülmektedir. Örneğin Cehennem tam Kudüs’ün altındadır. Bu noktadan Dünyanın merkezine uzatılan hatta Araf, Cehennemle tam hizada ancak yeraltında değil, tam tersine bir dağın tepesinde Cennet bulunur. Aynı çizgi gökyüzüne devam ettilirse, Tanrıya ulaşılır.

Dante’nin en çok kullandığı semboller sayısal sembollerdir. Tanrısal teslisi ifade eden 3, bunun karesi 9 ve Pisagor öğretisini hatırlatırcasına mükemmelliğin ifadesi olan 10 sayılarını kullanır üstad. Uhrevi alem, Cennet, Araf ve Cehennem olmak üzere üçe ayrılır. Komedya, bu üç kısımdan oluşur. Her kısımda 33 bölüm vardır. Kitap başlangıçtaki giriş bölümüyle birlikte 100 bölümden ibarettir. Dante, 10’un karesi olan 100. bölümde mükemmeli, yani Tanrıyı görür.

Dante, Cennet bölümünde yedikçe daha çok acıkan bir kurdu anlatır. Bu kurt Katolik kilisesini resmetmektedir. Üstad, Templiyerlerin ölümüne neden olan Papa 5. Clement’i çoban kılığında bir aç kurt olarak nitelendirir. Dante, insan ruhlarının Tanrıya yaklaştıkça giderek birer ışığa dönüştüklerini ve Tanrıya ulaşınca da, tarifi mümkün olmayan bu İlahi Nur ile birleştiklerini yazmaktadır. Bu ifade tarzı, ruhun yegane hedefinin Tanrıya ulaşmak olduğunu söyleyen Ezoterik öğretinin o dönemdeki anlatımından başka birşey değildir.

Dante’ye göre, Tanrının bünyesinde varolan üçlü ilahi kudret Hıristiyan teslisini ve İsa’nın hem insan, hem Tanrı oluşunu izah etmektedir. Allah’ın insanı kendi suretinde yaratmış olmasını insanın Tanrısallığına bağlayan Dante, Ezoterik sırlar için Cehennem bölümünde şöyle yazar: “Siz ki, sağlıklı bir akla sahipsiniz, şu tuhaf mısraların arasında saklanan doktrini kavrayınız”...

Bu noktada şunu da ifade etmek gerekir; Dante, yaşadığı dönemde aydınlar arasında çok yaygın olan “Fedeli D’amore”(Aşk Dostları) edebi akımına da mensuptur. Ezoterik içerikli bu akım, diğer benzeri örgütler gibi, başkalarınca anlaşılamayacak gizli bir dile sahipti. Dante, İlalıi Komedya’sında aradığı hakikati bulmak için üç seyahat yapar. İlk seyahati Cehennemedir ve büyük engellerle doludur. İkinci seyahat, yani Araf seyahati daha kolay ve ümit doludur. Üçüncü seyahat yani Cennet ise, müzik, dans ve ışık eşliğinde yapılan bir seyahattir. Bu seyahatler sırasında Dante’ye Virgil(Akıl), Beatris(Güzellik) ve Aziz Bernard’ın simgelediği İlahi İrade(Kuvvet) rehberlik etmektedir. Seyahatlerinin sonunda Dante İlahi Nura, yani Tanrısal Hakikate kavuşmaktadır.

Dante, düşüncelerini şöyle dile getirmektedir: “Beni meydana getiren; ilahi kudret, en yüce akıl, hikmet ve ilk aşktır”..

Dante’nin gördüğü İlahi Nur bir üçgen şeklindedir. Diğer bir deyişle o, Nurlu Delta‘yı görmüştür. Deltanın ortasında Dante’nin kendi yansıması, yani insan durmaktadır. İnsan Tanrının bir paçasıdır ve Tanrı insanın içindedir. İnsan kendisini yeterince araştırırsa, içindeki vasıfları geliştirirse, bünyesinde varolan sırlara erecek ve aradığı hakikatin kendisinde bulunduğunu anlayacaktır.

 

Templiyeler ve Masonluk

Fransa katliamından sonra Templiyelerin sağ kurtulan üyelerinin Mason localarına dahil olmalarına karşın, Papalık Masonluğa uzunca bir süre hiç dokunmadı. Onlara tanınan imtiyazları kaldırmadı çünkü Hıristiyan aleminin kilise ve katedral yapan insanlara ihtiyacı vardı. Masonlar, inşaat yapımı sırlarını büyük bir titizlikle korumuşlardı ve bu sır saklama gelenekleri, varlıklarının sürdürmelerinin en büyük nedeniydi. Gildelerin dağılması da Masonların yaşamaları için bir başka nedendi. Duvarcı ustaları, yaptıkları işin devamlı gezmelerini gerektiren türden bir iş olması nedeniyle her zaman özgür olmuşlardı. Bu gelenek binlerce yıldan bu yana süregelmekteydi ve onların bu özgürce dolaşabilme ve örgütlenme avantajları sayesinde birçok fikir akımı, Masonlar ile tüm Avrupa’ya yayıldı. Bu nedenle örgütün adı “Freemasons” (Hür Duvarcılar)örgütü idi.

Templiyelerin etkisi sayesinde örgütlenmelerini, İsmailli zanaatkar örgütü Fütüvve’leri örnek alarak gerçekleştiren Mason locaları, sadece birer inşaatçı birliği değil, felsefi konuların da işlendiği birer eğitim ocağı durumundaydılar. Bu vasıfları, Şövalyelerin ve Gilde ınensuplarının aralarına katılmasıyla daha da güçlendi. Simya bilimi hakkında ilk bilgilerini, bu bilgileri İsmailliler’den almış olan Templiyeler vasıtasıyla elde eden Masonlar, Yahudi mistisizminde ezoterik bir disiplin, düşünce okulu veya kurallar bütünü olan Kabbala ile de yakından ilgileniyorlardı. Kabbala okulu mensupları ile kurulan ilişki sonucu Masonlar arasında, erken dönem bir ruhani felsefe disiplini olan Simya oldukça ön plana çıktı. Templiyelerin dağılmasından sonra Masonluk, Avrupa’da örgütü bulunan yegane kuruluş olarak kaldı. Masonların o sırada, tüm Avrupa ülkelerinde yaklaşık 9 bin locasının bulunduğu tahmin edilmektedir. Mason localarının büründüğünü yeni hüviyet, asillerin ve entelektüel çevrenin de dikkatini çekti. Örneğin, 1442 yılında İngiltere kralı 5. Henry(1386-1422) ve saraydaki pek çok asil, kardeşlik örgütüne üye oldular.

Localarda felsefenin bir dalı olan metafizik, din bilimi teoloji ve kısaca düşünsel etkinlik, doğru ve tutarlı akıl yürütmeolarak tanımlayabileceğimiz felsefe konuşuluyordu. Sırası gelmişken ortaçağ Masonlarının, öğretileri uyarınca Roma kilisesine oldukça uzak bir mesafede olduklarını da not düşelim. Dönemin yoğun dini baskıları, Masonların gerçek inançlarını açıkça ortaya koymalarına engel olmaktaydı. Esasen duvarcı ustaları, kiliseyle en yakın oldukları Gilde’ler döneminde dahi, Papalığın tahakkümü altına girmekten özenle kaçınmışlardır. Ortaçağ Masonlarının gerçek düşüncelerini ortaya koyabilecekleri tek yer, kendi yarattıkları eserleriydi. Masonlar eserlerinde daima iç gerçekleriyle ilgili, gizli olan yani batıni semboller kullandılar. En büyük eserleri olan katedraller ve kiliselerde dahi, kendi sembollerinin yanısıra, simya sembollerini kullanmaktan çekinmediler. Hatta biraz daha ileri giderek katedralleri, adeta Papalığın resmi tutumuyla alay edercesine, açık saçık denilebilecek türden heykellerle doldurdular.

Masonlar’ın katedrallerde kullandıkları Simya sembollerine bir örnek olarak “V.İ.T.R.İ.O.L.” kelimesini verebiliriz. Vitriol, Latince’de Visica İnteriora Terrae (Tellus) Rectificando İnvenies Occultum (Operae) Lapidem” kelimelerinin baş harflerinin birleşimi olan bir kelimedir. “Dünyanın merkezini ziyaret et. Orada gizli taşı (Felsefe Taşını) bulacaksın” anlamına gelen bu kelimenin Ezoterik açılımı “Her insanın hakikati kendi içinde bulacağı” şeklindedir. Kelime, günümüz Masonluğunca da bir sembol olarak kullanılmaktadır.

Simyanın felsefesine göre felsefe taşı, aydınlanmanın sembolüdür. Simyacıların asıl amacı felsefe taşını bulmaktır. Bunu bulmak için ateşle taşları sürekli arıtıp, damıtırlar. Taş ile taşları birleştirip üzerlerinde çalışırlar. Ve bilirler ki aslında taşları ateşle arıtırken, arındırdıkları taşlar değil kendi ruhlarıdır.

En nihayetinde söylenceye göre taş en mükemmel haline ulaşır yani “felsefe taşına”. Felsefe taşı ölümsüzlüğü verirken, her maddeyi altına çevirme gücüne de sahiptir. Yine bu da aslında sembolik bir anlatımdır. Simyacılar özü dibe inerek, arınmanın sembolü olan ateş ile ruhlarını arındırmış ve nihai bilgeliğe, aydınlığa ulaşmayı hedef almışlardır. Altın; bilgeliğin, aydınlanmanın sembolüdür. Bu yüzden felsefe taşı aydınlanmış, bilge olmuş, O’na ulaşmış insanı anlatmaktadır. Vitriol söylencesinin temel felsefesine göre kişi ateşte arınmadan, cehenneme inmeden ve nihayetinde öze dönüşmeden aydınlanamaz.

Kuran’da, Meryem 71.de “İçinizden oraya uğramayacak hiç kimse yoktur. Bu Rabbinin kesin bir hükmüdür” denmiştir cehennem için. Bu tam olarak nedir ki herkes oraya bir kere uğrayacaktır? Ateşten geçmenin manası nedir? Acaba bir azap mı, yoksa ruhun yükselmesi için arınması gerektiğini anlatan bir işaret mi? Belki de söylenmek istenen Vitriol’de olduğu gibi kişinin O’na ulaşması için arınması, saflaşması gerektiğidir. Ve evrensel arınma sembolü olan ateş üzerinde durulması bu yüzdendir. Belki de bu yüzden Mevlana aşk ile yanmaktadır. “Hamdım, piştim, oldum” demesi, Allah aşkından cayır cayır yanmasının sebebi budur kim bilir. O yüzden ateş ile “oluruz” tüm derin deyişlere göre. Ateş, azabın değil aşkın unsuru olabilir. Aşkın ateşi dahi olsa, ateşin yapısıdır acı vermek. Bu acı kişiyi zorlasa da, hamlıktan çıkarıp, arındırıp, pişirip olduracaktır.

Masonluğa özgü imkanlar, büyük mimarlar ve taş ustalarının yanı sıra, dönemin filozoflarının da çok işine yarıyordu. Yol üstündeki Localarda barınabilme, gerektiğinde ödünç para alınarak bir sonraki Locaya yolculuk etme, sağlıkla ilgili her türlü soruna çare bulma gibi olanaklar, o dönem için bulunamayacak nimetlerdir. Yaşlı ve hasta kardeşlere, dul kalan Mason eşlerine yardım eden bir sandığın bulunması, derneğin sosyal yönünün güçlülüğünü ve giderek Hümanizm akımının ortaya çıkmasında nasıl etkin rol oynadığını göstermektedir.

İstanbul’un 1453’de Türkler tarafından alınması ve Bizans İmparatorluğunun son buluşu ile, birçok Bizanslı İtalya’ya göç etti. Göç edenler arasında bilim adamları ve filozofların yanısıra, Ortodoks Collegia kardeşleri de bulunuyordu. İtalya’daki Mason Localarına katılan bu yeni kardeşler, olayların ivmesinin tırmanmasına neden oldular. Ayrıca, Müslümanların elinde bulunan klasik ticaret yollarına karşı alternatif yolların bulunması, yeni kıtaların keşfi Avrupa’da refahın giderek artmasıyla sonuçlandı. Artan refahla birlikte, insan hakları gibi soyut kavramlar da gündeme geldi.

15. yüzyılda krallar ve giderek imparatorlar, derebeylerine karşı kesin üstünlük kurdular. Bunlar, Hıristiyan alemini kendi tapulu malı gibi görmeye alışmış Papalığa karşı, daha bağımsız olabilmek için girişimlerde bulunmaya başladılar. Ancak, Papalığın elinde çok güçlü bir silah, “Afaroz” tehdidi vardı, Papa, kim olursa olsun, bir kişi ya da kurumu aforoz ettiği anda, bu kişi ya da kurum toplumdan tamamıyla soyutlanıyordu. Karolenj Devleti’ni imparatorluk statüsüne yükselten hükümdar,Frank ve Lombard kralıCharlemagne (Şarlman, 748-814), aforoz edilince Papa’nın kendisini affetmesi için günlerce kilisenin önünde yalınayak beklemişti. Ancak bu silahın olur olmaz kullanımı, geri tepmesine yol açtı. Giderek, Papalara tepki olarak milli hisler güçlenmeye başladı. Sonuçta milli kiliseler Papalık karşısına bazı hak iddiaları ile çıktılar. Karmaşa o boyutlara ulaştı ki, bir ara ortaya birbirlerini aforoz eden üç Papanın çıktığı bile oldu.

İstanbul’un Türkler tarafından fethinden kısa bir süre sonra, 1460 yılında İtalya’nın Floransa kentinde “Eflatun Akademisi” kuruldu. İtalyan Yeni Platoncu düşünür Marsilio Ficino(1433-1499) tarafından kurulan bu akademide Hıristiyan felsefesi ile Ezotorik doktrin görüşleri uzlaştırılmaya çalışıldı. Aynı nitelikli çalışmalar diğer İtalyan kentlerine de sıçradı ve Venedik, Cenova, Roma gibi kentlerde yeni akademiler kuruldu. Bu akademilerin araştırmaları sonucunda, manastırların tozlu arşivlerinde yüzyıllardır unutulmuş eski Yunan eserleri gün yüzüne çıkarıldı.

Öte yandan, 1510 yılında İngiltere’de, ünlü simyagerlerin bir araya geldikleri “Müneccimler Birliği” kuruldu. Kökenini Kabbalacılardan, Kudüs’den kaçan Şark Şövalyelerinden ve Templiyelerden alan bu dernek, 1570 yılında Almanya’da “Rose Croix Kardeşleri”(Gül-Haçlılar) cemiyetini kurdu. Rose Croix’ların, Müneccimler Birliği’nin bir yan kolu olarak kurulduğuna dair bir belge, Alman fizikçi, simyacı ve epigramcı Michel Maier‘e ait bir manüskride(el yazması) bulunmaktadır ve halen Leipzig kütüphanesinde muhafaza edilmektedir.

Hermes, Kabbala, Etlatun, kısaca tüm Ezoterik ekollerin bir sentezi olarak kurulan Rose Croix, Eflatun’un etkisiyle, Ezoterik öğreti bünyesindeki akılcılığı ön plana çıkardı. Alman yazar ve ilahiyatçı Johannes Valentinus Andreae (1586-1654), Alman fizikçi, simyacı ve epigramcı -kısa manzume- Michael Maier (1568-1622), İngiliz filozof, hukukçu, devlet adamı Francis Bacon (1561-1626), Alman Hıristiyan mistik Jacob Böhme(1575-1624) ve İngiliz astrolog, fizikçi Robert Fludd(1574-1637) gibi düşünürlerin eserleri ile Rose Croix tüm Avrupa’da, özellikle de Almanya, İngiltere ve Fransa’da etkili bir kuruluş haline geldi. Ancak Rose Croix, dünyanın kaderini etkileyen zirveye, Alman keşiş, teolog, profesör Martin Luther(1483-1546) ile ulaştı.

İngiliz Müneccimler Birliği bir süre sonra, simyanın giderek önemini kaybetmesi nedeniyle, tüm bilim dallarını kapsayan, “Royal Society”ye dönüştü. Çok sayıda İngiliz bilim adamının üye olduğu ve kraliyetin himayesinde olan bu kuruluş, üyelerinin akılcılığı ön planda tutmaları ile ün yapmıştı. Ancak üyeler, bilim ile sezgisel yaklaşımı birleştirmeyi başarmışlardı.

1505 yılında Rose Croix’nın Alman örgütüne üye olan Martin Luther, 1512 yılında Teoloji Doktoru ünvanını aldı ve Roma kilisesine karşı milli Almankilisesini savunan savaşımına başladı. Tanrıyı sevmeyi ve ona inançla sarılmak gerektiğini savunan Luther, Hıristiyanlıkta hiçbir dogmanın bulunmadığı İsa günlerine dönülmesini ve Tanrıyı her Hıristiyan’ın sezgisi ile bulmasını istiyordu. Roma kilisesine ve Papalığın afaroz etme ile, günahları bağışlama gibi yetkileri bünyesinde toplamış olmasına kızan Luther, özellikle yapılan maddi bağışlar neticesinde insanlara günahlarının affedildiğini gösteren belgeler, cennet anahtarları verilmesini komedi olarak nitelendirdi. Luther, açıkca ifade etmekten çekinmediği bu düşünceleri nedeniyle, 1520 yılında Papa 10. Leo (Giovanni di Medici – 1475-1521) tarafından aforoz edildi. Bu aforoz, Luther’in Roma’ya ve onun kutsama kuramına daha şiddetle saldırmasını sağlayan bir kamçı oldu.

İnancı, gözle görülmez ve insanın içinde olan bir duygu olarak nitelendiren Luther, Papalığa karşı girişimlerine hız verdi. Ancak, Alman yöneticileri nezdinde Papalığın Afarozunun büyük önemi vardı ve Luther Almanya’dan kovuldu. Luther, kendisini koruması altına alan Saksonyalı Frederick‘in şatosuna sığındı. Alman Teolog burada, şimdiye kadar sadece Latince yayınlanmış olan İncil’i 1522 yılında Almanca’ya çevirdi. Luther, böylece Alman edebiyatına da kendi dilindeki ilk büyük yapıtını kazandırdı. İncil’in Almanca’ya çevrilmesi, Alman halkının kutsal kitabı daha iyi anlamasına ve Luther’in öğretisini desteklemelerini sağladı. Luthercilik zamanla tüm Avrupa’ya yayıldı. Protestanlık adını alan Lutherci görüş ile, Katolik kilisesinin toplumlar üzerindeki mutlak tahakkümü kırılmış oldu.

1598 yılında Nantes fermanının imzalanması ile, Fransa’da Katoliklerin yanında Protestanların da yaşayabilecekleri kabul edildi. Öte yandan, coğrafi büyük keşifler ile, dünya nüfusunun büyük bölümünün Hıristiyan olmadığı ortaya çıktı. Bu gerçek, halkın Papalığa olan inancını biraz daha zayıflattı. Bu arada bilimsel ilerlemeler de durmuyordu. Polonyalı doktor, astronom ve papaz olan Nicolaus Copernicus(1473-1543), dünyanın hem güneş etrafında hem kendi etrafında döndüğünü ispat etti. Oysa Katoliklerin İncilinde güneşin dünyanın etrafında döndüğünü yazıyordu.. Bu arada Kopernik’in, Yunanlı astronom Batlamyus’un yanlış olan teorisini yani dünyanın evrenin merkezi olmadığını dünyaya anlatarak bilime büyük hizmette bulunduğunu belirtmeden geçemeyeceğim.

Bacon, ünlü eseri “Nova Atlantis”de, Ezoterik doktrinin ön planda tutulduğu yeni bir dünyanın kurulması planları yaparken, Böhme de bu planı gerçekleştireceğini umduğu “Görünmez Kurul”un yaratıcısı oldu. Royal Society üyesi olan İngiliz fizikçi, matematikçi, astronom, mucit, filozof ve teologSir İsaac Nowton’un (1643-1727), Rose Croix’lı Jacob Böhme’in etkisi altında kalmış olması, bilim dünyasının bu kuruluştanne denli yararlandığının göstergesidir.

Rose Croix’lar, kendileri gibi Ezoterik doktrinin savunucusu Masonlarla sürekli temas içindeydiler. Zaten büyük bölümü, Mason Localarının üyeleriydi. Örneğin Londra locaları büyük üstadı Christopher Warren, hem Rose Croix hem de Mason’du. Ayrıca, her iki kuruluşa da üye olan kimyacı, diplomat ve matematikçi Robert Moray (1609-1673), Royal Society’nin birinci başkanıydı. Rose Croix ile Masonluk prensiplerinin aynılaşmaları, “Hermes’e tapan İngiliz” lakabı verilen astrolog, simyacı ve politikacı Elias Ashmole(1617-1692) ile oldu. Sülayman Evi’ni yeniden yapmayı kendisine amaç edinen bir dernek kuran Ashmole, bu derneğin Mason lokalinde toplanmasını sağladı. Bu ilişki zaman içinde Masonluğun aynı gayeyi paylaşması noktasına ulaştı ve dernek de Masonluk içinde eridi.Bu arada Rose Croix’lara özellikle kıta Avrupa’sında, başta Cizvitler olmak üzere tüm dini kurumlar şiddetle saldırmaya başladı. Bu saldırılar 1630 yılına kadar sürdü ve Malineler Konseyi, Rose Croix’yı sihirbazlık ve dini sapkıcılıkla suçlayarak tarikatın kapatılmasını, üyelerinin tutuklanmalarını isteyen bir emirname yayınladı. Bu karar üzerine, Templiyelerin başlarına gelenler kendilerine örnek olan Rose Croix’lar, tıpkı onlar gibi Masonlara katıldılar. İki kuruluşun bundan sonra birlikte hareket ettikleri, 17. yüzyıl ortalarında İskoç şair ve tarihçi Henry Adamson(1581-1639) tarafından yazılmış şu mısralardan da bellidir:

“Rose Croix kardeşleriyiz biz. Mason parolasına ve sezgi özelliğini sahibiz.”

S O N

HENRY V
AZİZ YUHANNA
TEMPLIER’LERİN CEZALANDIRILMALARI
CHARLEMAGNE
DANTE ALIGHIERI
İLAHİ KOMEDYA
ELIAS ASHMOLE
FRANCIS BACON
FREEMASONS
GÜZEL PHILIPPE
HENRY ADAMSON
ISAAC NEWTON
JACOB BÖHME
ŞÖVALYE MOLAY’IN İNFAZI
V.I.T.R.I.O.L.
SİMYA SEMBOLLERİ
WASHINGTON BÜYÜK MASON LOCASI
ROSE CROIX
PIERRE L’ERMITE
KABALA

Trả lời

Email của bạn sẽ không được hiển thị công khai. Các trường bắt buộc được đánh dấu *