Veba, kara ölüm olarak da bilinen, insanlık tarihi boyunca, değişik zamanlarda ortaya çıkmış, çok korkulan, ölümcül, gizemli salgın hastalıklardan biridir. Geçmişte yaşanan büyük salgınlar, Tevratve bazı eski-yeni kaynaklarda, veba salgını olarak adlandırılmıştır. Ancak bu salgınların, günümüzde ”yersinia pestis”in (Yersinia pestis, Enterobacteriaceae ailesine mensup bir Gram-negatif bakteri türüdür. Bubonik vebanın enfeksiyöz ajanıdır. Aynı zamanda septisemik ve pnömonik veba türlerinin de etkenidir. Y. P. tarih boyunca birçok pandemilere sebepolmuştur ) sebep olduğu veba olarak adlandırılan türlerinden birisi olup olmadığına dair kesin bir bilgi yoktur.
Tarihsel olarak en eski kayıtlardan biri olan Tevrat‘ta, vebadan bahseden pek çok metine rastlıyoruz. Bunlardan birinde MusaPeygamberİsrailoğullarını firavunun zulmünden kurtarmak için gönderildiğinde, buna karşı çıkan firavunun kavmine, Allah’tan bir azap olarak vebageldiği yazılıdır. Yine Tevrat‘a göre veba, Davut’un,İsrailoğullarınısayım yaptığı bir dönemde, Allah’ın onların üzerine gönderdiği bir azap olarak geçmektedir. Tevrat bu felakettenkorunmak için, sunaklarda kurbanlar verilip Allah’tan bağışlanma dilendiğinden bahsetmektedir.
Veba salgınları,Hitit döneminde MÖ 14. yy.’da da görülmüştür. 1. Şuppiluliuma (MÖ.1358 -MÖ. 1322) döneminde yapılan haksızlıklardan dolayı tanrılarını kızdırdıklarını düşünen2.Murşili (MÖ. 1343 – MÖ. 1295), bunun için kurbanlar sunmuştur. 2. Murşili‘nin, Hitittabletlerinde bu felaketten kurtulmak için yaptığı duaları mevcuttur.
Büyük veba salgını, tarihte yaşanılmış birçok savaştan daha fazla can kaybına sebep olmuş gerçek bir bela, felakettir. Etkisi o kadar büyüktü ki birkaç yılda 100 milyona yakın insanın hayatını kaybetmesine sebep olmuştur. Veba salgını 1347-1351 yılları arasında Avrupa’da yaşanmıştır. O zamanlar Avrupa’da yoğun nüfus artışı yaşanmış, bunun sonunda da kıtlık dönemine girilmiştir. Büyük veba salgınının kıtlık döneminin hemen arkasından gelmesi haliyle Avrupa’nın bu durumla mücadelesini çok zorlaştırmıştır. Salgın ilk olarak yoksul ve bakıma muhtaç insanlarda görülmüş, salgının yayılmasıyla birlikte üst tabakadaki kesimin de etkilenmesi kaçınılmaz olmuştur. Tarihten tanıdığımız vebaya yenik düşen kişiler ise; Aragon Kralı 4. Pedro ve eşi Leanor, İngiltere Kralı III.Edward’ın kızı Joan of England’dır. (1333-1348) Canterbury’de (Güney doğu İngiltere) iki başpiskopos veba nedeniyle yaşamlarını yitirmiştir.
Veba, Çin ve Orta Asya’da başlamış buradan tüm dünyaya yayılmıştır. Veba’nın Avrupa’ya ulaşması Asyalı tacirlerin Çin’den satın aldıkları vebalı kürkleri Avrupa’ya satması yoluyla bulaşmıştır. Gemide yaşayan pire ve farelerin de bu hastalığın yayılmasında etkili oldukları söylenmektedir. Bu felaketle ilk karşılaşan şehirler Cenova, Messina ve Venedik olmuştur. Sonrasında Veba Salgını, 1348 yılında Paris’e kadar gelmiş 1349’da ise Londra’yı etkisi altına almış, İskoçya ve İskandinavya’dan sonra da yeniden başladığı yere tatarların yurduna dönmüştür. Floransa’da 45.000, Paris’te 125.000, Londra’da 1.000.000 ve Venedik’teyse nüfusun %75’i (tahmini 100.000) kişi veba salgınından ölmüştür. Suriye, Lübnan, Mısır, Hatay, Mekke, Yemen ve daha birçok şehir, toplamda tüm dünyanın büyük bir kısmı veba hastalığından yaşamını kaybetmiştir.
Bazı toplumlar, salgının nedenini, burçlara (astrolojiye), hurafelere, cadılara bağlamış, hatta cadı oldukları ileri sürülen kişiler, hastalıktan kurtulmak için yakılmıştır. Bazı toplumlar da çaresiz kaldıkları bu salgını, “Tanrı’nın bir gazabı” olarak görmüşler, buna karşılık çareyi, kutsallık atfettikleri bir takım putlara, azizlere(!) sığınmakta ve azizlerden kalan bir takım kutsal sayılan eşyalara başvurmakta bulmuşlardır. Onlardan geriye kalan eşyaları şehirlerde dolaştırarak salgına çare olacağını zannediyorlardı. Böylelikle hekimlik işini de din adamları üstlenmiş oldu. Onlar da haçlar, mumlar, şeytan çıkarma ayinleriyle, salgını tedavi etmeye çalıştılar. Hatta Tanrı’nın öfkesini yatıştırmak için en çok başvurulan yollardan biri de, salgına sebep oldukları düşünülenYahudilerin tıpkı cadılar gibi yakılarak öldürülmesiydi. Salgının önlenememesi ile toplumlar korkuya kapıldılar. Kurtulmak için bulundukları yerlerden kaçarak salgının daha çok yayılmasına neden oldular. Bu anlamda Orta Çağ karanlığındaki Batı toplumlarında “vebalıların yakılması“, “cadı“ ve “Yahudi avı” meşhurdur.
Bu korkunç salgını yaşayan 14. yy. İtalyan yazarı Giovanni Boccacio, (1313-1375) “Decameron“ adlı eserinde salgın günlerini şöyle anlatır: “Babalar, oğullarını; anneler, bebeklerini terk ediyor, hizmetçiler hanımlarından kaçıyor, noterler ölülerin son arzularını kaydetmekten vazgeçiyor, doktorlar, rahipler ve rahibeler hastaları ziyarete gitmiyorlardı. Kimse Hıristiyan usullerine göre gömülemiyordu, evler birer mezarlığa dönüşmüştü.”
7. yüzyılın başlarından itibaren İslam Peygamberinin gelmesi ile İslam toplumları, veba salgını sırasında neler yapılması ile ilgili temel bilgi ve prensiplere sahip oldu. “Bir yerde veba olduğunu işittiğiniz zaman o yere, onun üzerine gitmeyiniz. Ve bulunduğunuz yerde veba zuhur edince de, oradan kaçarak o yerden çıkmayınız.” (Buhari: 76/30, Müslim: 39/92) Bu temel prensip, hastalığın yayılmasını engellemiş ve etkisinin sadece bölgesel kalmasına sebep olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nda ortaya çıkan, 18. yüzyılda başlayıp 19. yüzyılın ortalarına kadar süren veba salgınında, vebadan kaçarak kurtulacaklarını sanan yabancılar, Osmanlı toplumundaki halkın kaçmayıp sabretmelerine anlam verememişlerdir. Yabancı devlet temsilcilikleri, yazışmalarında bu yadırgadıkları durumu belirtmişlerdir. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde, halkın kozmopolit yapısı ve İslam’dan uzaklaşmaları yüzünden can korkusu ile kırsal bölgelere kaçışı hastalığın yayılmasına neden olmuştur.
İbn-i Sina (980 – 1037), İbn-i Hatib (1313 – 1374)gibi İslam dünyasının bilim adamları, salgın karşısında gözlem ve tecrübelere dayanarak; hastalığı teşhis etmeye ve salgını kontrol altına almaya çalışmışlardır. 14. yy. İslam dünyasının kaynaklarına bakıldığında, vebanın tanımlamaları doğrudur ve bu bilgiler, 19. yy.’a kadar başvurulan kaynak olma özelliğini korumuştur.
SALGINLA İLGİLİ SON ÇALIŞMALAR
Londra’da 1665-1666 yıllarında yaşanan 2. Büyük Veba Salgını’na yol açan bakterinin özellikleri ilk kez DNA testleri ile ortaya çıkarıldı. Büyük Salgın, Londra nüfusunun yaklaşık dörtte birinin ölümüne neden olan, İngiltere’nin son büyük salgınıydı. Çalışma, Londra’nın Liverpool Street semtindeki tren yolu inşaatı kazısında ortaya çıkan mezarlardaki bulguların incelenmesiyle mümkün oldu. Kazı alanında 3500’e yakın mezarda inceleme yapıldı.
Bulgular üzerinde Almanya’da yapılan testlerde salgına vibonik veba (Yersinia pestis) bakterisinin yol açtığı kanıtlandı. Bu bakteri bubonik vebaya (hıyarcıklı veba) neden oluyor. Hastalığa yol açan mikrop bugüne kadar arkeologlar tarafından tespit edilememişti. Londra Müzesi Arkeologlarından Alison Telfer, mezarlarda veba izlerini tespit etmek için son beş buçuk yıldır çalıştıklarını söylüyor. Telfer’a göre, iskeletlerin pozisyonu, travmatik olaya rağmen her birinin saygı gösterilerek tabutlarla gömüldüğünü gösteriyor. Daniel Defoe‘nun (1660-1731) 18. yüzyılda Büyük Salgın üzerine yazdığı “Veba Yılı Günlüğü” kitabında, salgın döneminde Londralıların yaşadıklarını anlatıyor. Ancak bu son araştırmalarda elde edilen bilgiler, Daniel Defoe‘nun Büyük Salgın üzerine 18. yüzyılda yazdığı “Veba Yılı Günlüğü” kitabındaki bilgilerle çelişiyor. İngiliz yazar, veba yıllarını insanların panik içinde oldukları ve ölülerin kayıt tutulmadan gömüldüğünü anlatıyor. Londra Birkbeck Üniversitesi’nden Londra Şehri tarihi profesörü Vanessa Harding de, veba salgını döneminde Londralıların sokaklardan kedileri ve köpekleri temizlemeye çalışan dilencilere izin vermediklerini belirtmekte yazılarında.
DOĞUDA VEBA SALGINI
Büyük Veba Salgını diğer adıyla Kara Ölüm, Asya’nın güneyinden başlayarak tüm Avrupa’ya yayılarak büyük bir kıyıma yol açmıştı. Okyanuslar ve çöller yüzünden başka kıtalara bulaşmayan salgın Avrupa sokaklarını ceset torbalarıyla doldurmuştu.
Cengiz Han’ın ölümünden yaklaşık yüz yıl sonra günümüz Kırgızistan’ı Cengiz Han İmparatorluğunun en önemli şehirlerinden olan Issyk Kul‘da salgının başladığı düşünülüyor. Asya’nın en önemli merkezlerinden olan şehir özellikle ticaret anlamında oldukça gelişmiş ağlara sahipti. Buradan dünyanın her bölgesine giden mallar vebayı bu ülkelere taşıyordu. Bu şehirde başlayan hastalık doğuda Çin’i, güneyde Ortadoğu’yu, kuzeyde Rusya’yı ve batıda Avrupa’yı yavaş yavaş ele geçiriyordu. Eldeki kayıtlarda bu bölgede veba hastalığına yakalanıp ölen ilk kişi Kutluk adında bir Hıristiyan olduğu belirtiliyor.
Kutluk’un ölümünden sonra doktorlar ne olduğuna dair pek bir tanı ortaya koyamıyor. Ancak daha sonra buna benzer ölümler yavaş yavaş diğer bölgelere de yayılmaya başlıyor. Bu yayılmada en önemli etken yukarıda belirttiğimiz gibi ticaret ağıydı. Bakteri sessiz bir katil gibi ticaret yollarında dolaşıp tüccarları öldürüyordu. Bakteri önce insanın dolaşım sistemine bulaşıyor, bağışıklık sistemini çökerterek vücutta çok hızlı şekilde yayılmaya başlıyordu. Ardından salgı bezleri şişiyor ve vücutta büyük kabarcıklar çıkmaya başlıyordu. Veba insanlara gözle göremeyeceği çok basit bir canlıdan yani pirelerden bulaşıyordu. En temel besini kan olan pireler insanları ısırdığında bakteriyi direkt olarak insan vücuduna aktarmış oluyordu. 1337’de Issyk Kul şehrinde bu yüzden sadece 4 kişi ölmüştü. Ancak iki sene sonra bu sayı yüze yükseldi. Veba taşıyan bakterili pireler hastalığı sadece insanlara bulaştırmıyordu. Tüylü ve pislik içinde olan sıçanlar onlar için daha güzel bir barınaktı. Sıçanlar özellikle Asya’da var olan hayvan türü olmasına rağmen özellikle Roma döneminde Avrupa’da yayıldı. Veba zamanı sokaklar ve evler sıçan kaynıyordu. Tahmini olarak her sıçanda 9 hastalıklı pire bulunuyordu. Yani kısaca evde dolaşan bir sıçan koca bir aileyi vebadan öldürebilirdi.
Veba’nın Avrupa’ya yayılmasının bir başka hikayesi; İlk biyolojik savaş da denebilir.
Bir nevi tarihteki ilk biyolojik savaş olarak anılması gerektirecek bu olay Kefe’de gerçekleşiyor. Altınordu Devleti’nin son hükümdarı ve Moğol hanedanlığından Cani Bey (Canıbek), bugün Kırım topraklarının en güneyindeki (o dönem Cenevizlilerin elinde bulunan) Feodasya ya da Caffa adıyla bilinen Kefe’yi kuşatma altına alıyor. Şehir sağlam bir savunma yapıyor. Bunun yanında Cani Bey’in acımasız ordusunun yarısı vebadan ölünce kuşatma bir türlü sonuç vermiyor. Ardından aklına başka bir fikir gelen Cani Bey, vebadan ölen askerlerini mancalıkla surların diğer tarafına, Kefe şehrine yolluyor. Çok kısa zamanda ybulaşıp etkisini gösteren hastalık Cenevizlilerin Avrupa’ya kaçmasına neden oluyor. Cani Bey istediğini almıştı fakat başka bir katil, savaştan kaçan insanlarla birlikte Avrupa’ya doğru emin adımlarla ilerliyordu.
Öyle ya da böyle sonuç olarak Veba artık Avrupa’ya varmıştı. Skolastik Avrupa Medeniyeti ve Feodal yönetim yanında Derebeylikler ve başka kötü yönetimler. Kilisenin etkisinde kalan ve ırkçılıktan geçilmeyen Avrupa’nın karanlık yıllarında bir de veba başlarına bela olmuştu. Dönemin Avrupa’sı vebanın bulaşması için müsait bir ortamdı. Kalabalık şehirler ve mekânlar, lağımlar, pislik içinde yaşam veba için uygun bir ortamdı. Kısa zamanda yayılan bakteri artık sıçanlar değil hava yoluyla bile insanlara bulaşabiliyordu. Kısa zaman %75’lik ölüm oranı bir anda %100’e çıkmıştı. Kimse sıçanları akıllarına getirmezken doktorlar hastalığın havadan kaynaklandığını söylüyor, din adamları ise tanrının insanoğluna vermiş olduğu ceza olarak nitelendiriyordu. Yaşanan toplu ölümlerde din adamlar halkı toplayarak sürekli bu konuda beyin yıkamaya çalışıyorlardı. Veba bazen öyle tehlikeli olabiliyordu ki bulaştığı kişiyi çok kısa sürede bazen saatler içinde öldürebiliyordu. Kilise başta tanrının cezası olduğunu gösterse de insanlar artık buna inanmıyordu. Ancak bu kez başka bir çözüm bulan kilise halkı Musevilere yönlendiriyordu. Halk salgının sebebi olarak cadılar ve Musevileri gösteriyordu. Dönemin papası VI. Clement‘e (1291 – 1352) tanrıyla anlaşma yapması için insanlar varını yoğunu veriyordu. Birçok prenslik ve krallıktan önemli kişiler de sokaktaki sıradan halk gibi hastalıktan yaşamını yitiriyordu. Kısacası “Ölüm Meleği” kurban seçmiyordu.
Günde binlerce insanı yok eden bu hastalığı durduramayan Papa, Ron nehrini kutsayarak Tanrıdan medet umuyor insanların orada yıkanmasını istiyordu ancak veba orada daha hızlı yayılıyordu. Hastalığın suçlusu olarak görünen Museviler hastalığın sebebi olarak katlediliyor, öte yandan vebalılar sağlıklı insanlar tarafından direkt öldürülüyordu. Kısacası Avrupa’da kıyım baş göstermişti. 1347-1351 yılları arasında Avrupa’nın yarısını öldüren Veba salgını takip eden diğer yıllarda devam etse de yıkıcı etkisini kaybetti. Ancak insanlar tam geçti, bitti derken bir süre yine Avrupa’da etkisini gösterecekti. Tüm komplo teoriler boşa çıkıyor sebep bir türlü bulunamıyordu. Bunun üzerine dönemin Fransa Kralı VI. Philippe (1293 – 1350), Paris Üniversitesi’den salgının nedenleri hakkında bilgi istedi. Ancak üniversitedeki doktorlar bırakın nedenleri hastalığın belirtilerini bile tam olarak bilemediler. Gece gündüz süren çalışmaların, tartışmaların sonucunda Satürn, Jüpiter ve Mars’ın 20 Mart 1345’de kova takımyıldızı ile 45 derece ters açı yapmasına bağlarken bazı kesimler havadaki bu kötü kokuyu ve hastalıkları yakın zamanda gerçekleşen depreme ve çatlaklardan çıkan gizemli hastalıklara bağlıyorlardı.
Bazı insanlar bu durumun Tanrının seks ve sık sık banyo yaptıkları için Hıristiyanlara vermiş olduğu ceza olarak nitelendiriyor, bazı aşırı dindarlar da dünyanın sonunu geldiğini düşünerek ölmeyi bekliyordu. Bir başkası şifalı bitkiler, büyüler ve şarkılarla ölümü yenmeye çalışırken, örgütlenen bazı meczuplar halkı Musevilere karşı uyarıyordu. Kısaca Avrupa’yı bakterinin yanında cehalet de öldürüyordu. 4 yılda Avrupa’nın yarısını öldüren ve Asya’yı baz alırsak 15 yılda 75 – 100 milyon kişiyi öldüren hastalığa kimse çare bulamadı. Hastalığın bitişi yine hastalıktan oldu. Veba o kadar çok ilerlemişti ki artık bulaştığı insanı bir dakikadan kısa bir sürede öldürüyordu. Ancak hastalık öldürdüğü kişiyle birlikte öldüğü için kimseye bulaşamıyordu. Arada geçen sürede hastalık yavaş yavaş yok olmaya başladı.
Bu büyük salgının ardından Avrupa’da az da olsa kiliseye olan güven sarsıldı ve yavaş yavaş tıp alanında gelişmeler kaydedilmeye başlandı. Elbette Rönesans’a kadar Avrupa’da tam bir gelişme olduğunu söylemek olanaksız. Ancak bilim ve tıptaki gelişim tohumlarının bu öldürücü felaket vebadan sonra yavaş yavaş atılmaya başladı dersek yanlış olmaz.