Antimos Yannidis’le tanışmamız çok eski yıllara, taa Saint Benoit’daki öğrencilik yıllarımıza uzanıyor. Beraber başladık “ihzariden”. Uzun boylu, zayıf, sessiz bir çocuktu. Öğle tatillerinde kurduğum takımda mutlaka olurdu. Film adı gibi, gerçekten de kısa alanda müthiş çalımlar atar, paslaşırdı Antimos. Orta karar bir öğrenciydi ama yazılılarda onu mutlaka sotama alır, en azından beşi garanti ettirirdim. Şimdi gitsem kesinlikle bulamam da, Sirkeci’nin o daracık arka sokaklarında babasının bir esnaf lokantası vardı. 1960’lı yılların ilk yarısı ve elbette o zamanın Sirkecisi. Esnaf diyorum ama öyle seyyar satıcılar falan sanmayın, o bölgedeki gayri Müslim kumaşçılar, kuyumcular, toptancılardı lokantanın devamlıları. Bir kere ısrarına dayanamayıp gitmiştim ama gerek yemeklerin damak tadıma uymayışı, gerekse yemekle pek başımın hoş olmaması nedeniyle bu ilk aynı zamanda da son olmuştu. Neyse yıllar geçti, biz mezun olduk ve yurtdışı eğitim falan derken Antimos arkadaşımla birbirimizi kaybettik.
Ta ki yıllar sonra sıcak bir Haziran günü Paris’te bir bistroda gazetemi okurken biri masamın başına dikilip bana “Ceyhan” diye seslenene kadar. Başımı kaldırıp karşımdaki ortadan biraz uzun boylu, şişman, seyrelmiş saçlarının kalan kısmıyla ensesine inen atkuyruklu, pırlanta küpeli, bronz teni ve delici yeşil gözleriyle hala yakışıklı olan adama bir göz attığımda hemen tanıdım. Antimos’la hemen sarıldık birbirimize sıkı sıkı. “Oğlum hiç değişmemişsin” dedi ilk olarak. İçimden “Hem de nasılı” geçirdim de demedim tabi. “Sen de öyle, az biraz kilo almışsın ama hangimiz yemeden, içmeden durabiliyoruz ki” diye cevap verdim. Birbirimizi bıraktıktan sonra hafifçe sağına dönüp, kendisinden 15 yaş genç (sonradan öğrendim) güzel, siyah saçlı, zarif bir hanımla tanıştırdı beni “Helena Yannidis, eşim”. O da bizimki gibi güneşten bronzlaşmış teni, zarif elleriyle, spor giyimiyle son derece hoş bir hanımdı. Tokalaştıktan sonra “Antimos yıllardır sizden, S.B.den bahsetti durdu. Okulda en iyi arkadaşıymışsınız.” Yunan aksanına rağmen gayet güzel Fransızca konuşuyordu. Sohbete masaya dönerek devam ettik. Garsona söylediğim ikinci “Le filou Rouge 1986” şişesi bittiğinde (ki o yıllar favorimdi) üçümüz de iyice senli benli olmuştuk, sanki Antimos’la otuz sene önce ayrılmamışız gibi. Atina’da yaşadıklarından, Pire’de de yazın oturdukları evlerinden, çocuk yapmadıklarından, bizimkinin ticaretle uğraştığından, işlerinin iyi olduğundan konuştuk. Ben de kendimi anlattım tabii. Sohbetin sonuna doğru bizimki yarın Atina’ya, öbürgün de Sakız Adasına gideceklerini ve beni o hafta, olmazsa önümüzdeki hafta içinde mutlaka beklediklerini söyledi, gözlerinin içi gülerek. Karaburun Yarımadasının, Çeşme’nin tam karşısındaki bu adaya önceden iki kez gitmişliğim vardı ve de çok beğenmiştim. Özelliklerini başka bir yazımıza bırakarak konumuza dönelim. Zaten tatilde olduğumdan dostumun ısrarı karşısında dayanamayarak tamam dedim. Zaten Ayvalık’a eve uğramam gerekiyordu, oradan Çeşme’ye, Çeşme’den de sakız Adası’na feribotla geçmeyi planladım.
Herşey planladığım gibi gidince bir hafta sonra kalabalık bir yerli turist grubuyla Sakız Adası’na (Chios) vardık. Güneşin tam tepede ve de havanın çok sıcak olmasına karşın, adanın sahilleri, lokantaları ve kafeleri turist kaynıyordu. Antimos beni gümrükte karşıladı. Pasaport polisi genç Rumun, “Nerede kalacaksınız?” sorusuna “Antimos Yannidis” diye bir laf çıktı ağzımdan. Sonra utandım tabii, koca adada karşımdaki genç memur arkadaşımı nereden tanıyacaktı ki? Memur gülümsedi “Octagon’da mı?”. Bir şey anlamamıştım ama gülümseyerek kafamla onayladım. Altı aylık kalış süresi bastı, bizimkinin eşinin Atina’dan sınıf arkadaşıymış meğerse, ufak ada.. Yollardaki insan selini adeta yararak Octagon’a vardık.(!) Karşımda 17metrelik Alman tersanelerinden çıkmış pırıl pırıl bir “Hanse545” duruyordu. Aslında çok hoşuma gitmişti bu sürpriz, konforlu bir yelkenliyle açılacaktık denize.
Octagon benim sevdiğim tipten “Lazy jack fully battened” yani yelkenleri direğe veya bumbaya sarılan turistik tipte tekne değil. (Bumba çoğu zaman ahşap veya alüminyumdan yapılır. Bumba üzerinde iskota -makara düzeneği-, bağlantı parçaları -mapalar, kıstırmalar-, yelkenin sabitleneceği kanal ve bumba baskısı denilen, bumbanın yüksekliğini ayarlayan düzenek bulunur) Yelkenli teknelerde en bayıldığım, babadan kalma usul, bileğe kuvvet. Ufak jib yelken kendi kendine rüzgâr ile pozisyon alıyor ki bu da fazla mürettebat gerektirmiyor. “Jib: Teknelerde baş ıstralya üzerinden basılan ve ana yelkene oranla daha fazla ilerletici bir güç oluşturan yelken.”(Baş Istralya: Yelken direğinin ayakta durmasını sağlayan ve bu direği baştan destekleyen teldir.) Adadaki hayatı dediğim gibi bir başka yazımıza bırakarak Octagon’la yaptığımız gezilere devam etmek istiyorum. Ertesi sabah kahvaltıdan sonra biz iki erkek denize açıldık, Ege’nin o koyu lacivert sularında kuğu gibi süzüldük esen rüzgârla. Bir hayli turladıktan sonra dönüş yolunda adanın güney ucundan rüzgâr üstü kuzeye çıkarken tramolalarla (zikzak çizerek) süratli ama uzun miller yol aldık ve bayağı zevk aldım.
Antimos’un zarif eşi Helena biz tekneyi bağlarken iskeleye geldi aldı bizi ve akşam yemeğine ‘Hotzas’a gittik. Burası çok hoş bir taverna, eğlencesi, şarkıları, ambiyansı süper ama bana yemekleri hep biraz ağır ve yağlı gelir, ama lezzetlerine diyecek yok. Sahibi Yiannis eski arkadaşım, her gelişimde sürekli onun tavernasında eğlendiğimizden aramızda bir arkadaşlık, dostluk doğmuştu. Yiannis bizleri güler yüzle karşıladı, sarıldık, ayaküstü eskilerden, onun meşhur ayvalı dana yahnisinden bahsettik. Tadı gerçekten damağımda kalmıştı bu nefis yemeğin. Bu bizim yahni hala tavernanın başyemeğiymiş. Her zaman yaptığımız gibi yine fazla kaçırdık yemeği, sirtakiyi ve uzoları. Oysa geceleri az yemek lazım. Teknemize yürüyerek döndük ve kamarama girip öylece uyuyakaldım. Sabah yine ikimiz güneşin doğuşunu karşılıyorduk kıç güvertede. Helena uyurken kahvaltıyı hazırladık, uyanınca kahvaltı, kahve faslı, sohbet derken öğleyi bulduk.
Öğleden sonra tatlı bir rüzgâr çıkınca yelkenler fora.. Bu hafif, insanı o sıcakta az da olsa serinleten rüzgâr bizi tam 9 saatte ‘Psara’ Adasının Limanı’na götürdü. Tabi sadece rüzgârla değil, kesildiğinde makineye abandık elbette. Süre uzun gibi gelebilir bazılarına, ama bizim gibi deniz manyağıysanız doyumsuz bir 9 saatti bu. Psara ve Antipsara Adaları sakız Adasının kuzeyindeler, 48 deniz mili uzaklıkta. 500 kişinin yaşadığı bu ada bence Ege’nin en berrak sularına sahip. Sakin, sessiz, rüzgârın sesini rahatlıkla içinize sindirebileceğiniz bir balıkçı adası burası. Zaten adanın adı da Rumca ‘Balıkçı’ demek. Sahildeki tek tük ve genelde boş olan lokantalardan birine çöktük. Minnacık bir taverna… Balıkçılar oturmuşlar sohbet ederken uzoları götürüyorlar, kafaları belli ki kıyak, uzo masasından pek kalkabilecek durumları yok. Bizi görünce kibarca sandalyelerinden kalkıp selam veriyorlar. “Yasas su – Merhaba”,“KaloVradi – İyi Akşamlar”,“Kalos Orisate – Hoş Geldiniz“. Ben de ukalalık diz boyu. Selanik göçmeniyiz ya, az buçuk Rumcamızla döktürmeye (!) başladık. “Kalos sas vrikame – Hoş Bulduk “, “Pos Iste – Nasılsınız?”, “Kala, efharistume. Ki esis – İyi teşekkür ederiz, siz?”, “Polikala – Çok iyi” Tabi adamlar gevezeliğe başlayınca ben pes ettim. Yahu senin yarım yamalak Rumcanla sohbet etmek neyine. Antimos ve Helena yerlerde, kem küm etmem belli ki onları çok eğlendiriyor. Neyse sonra balıkçılarla onlar konuşmaya başlayınca rahat bir nefes aldım. Ama neticede balıkçılar benim Türk olduğumu anlayınca sabah yakaladıkları ve hala sepetlerde bulunan ıstakozlardan iki tanesini bize hediye ettiler. Aşçı gelip onlardan ıstakozları alırken balıkçı dostlarımız da yeniden denize açılmak için bizimle tokalaşıp gittiler. Istakozlar kaynar suya atılırken dışarı çıkıyorum, ses çıkarıyorlar çünkü dayanamıyorum. Haşlandıktan sonra enlemesine ikiye kesilip ızgaraya atılacaklar, biz de bu arada “Helena’nın sızma zeytinyağı, limon ve hardalla hazırladığı sosla yiyeceğiz ahtapot ve ıstakozları. Az sonra taze iri barbunlar da geldi. Çok çekici, nefis görünüyorlar. Onları da ızgaraya attırıyoruz. Antimos’a göre adanın civarı 70 metre derinlikte ve tamamen kaya ve bu gelenler kaya barbunu. Biraz fazla pişirdi aşçı barbunları, kuruttu. Ben orta karar pişmişini severim. Fransızlar ‘Rose a l’arete’ derler, yani kılçığı pembe olacak. Her neyse ahtapot, barbuni, çeşitli deniz otları, iki muhteşem ıstakoz ve uzoyla nefis bir yemek yedik gecenin o saatinde ama mehtap altında, romantik Yunan şarkılarıyla. Tekneye döndüğümüzde gün ağarıyordu, tekneye yaklaşmışken Antimos bir ara kayboldu yanımızdan. Meğerse az ötede gördüğü fırından taze ‘chureki ve simiti’ almış. Önümüze ilk çıkan çay bahçesine girip (zaten bir tanevarmış) taze çay, çörek ve simitle kahvaltımızı yaptık, sanki sabaha kadar hiç yememiştik. Bir koşu tekneden alıp geldiğim, o Türkiye’den getirdiğim keçi ve beyaz peynir de bizden büyük rağbet gördü kahvaltıda. Deniz havası acıktırıyor mu ne? Sabah kahvelerimizi de bitirip tekneye dönüyoruz. Hazırlıkları tamamlayınca da Vira Bismillah sabah serinliğinde yola çıktık. Bu kez Kuzeye doğru yol alıyoruz. Kafa rüzgârı artıyor. Yelkenleri fora ettik. Adanın kuzey ucuna gelince daha geniş bir apaz rüzgârı alıp “Apaz” yapacağız. (Apaz Seyri: Bir yelkenli teknenin rüzgârı yandan alarak seyir etmesine verilen isimdir.)
Oinusses Adası (Koyun Adası) sancağımızda, ancak uğramadık. (Chios (Sakız Adası)’nın doğusunda, Lagkada’nın karşı tarafında Oinousses adalar grubu bulunmaktadır. Sarp bir tepenin üzerine amfitiyatro gibi kurulu olan Adanın güzel şehri Aignousa’da, yöresel ve lüks evler, dar sokaklar ve taş döşeli yollar bulunmaktadır. Adada büyüklü küçüklü birçok kilise vardır. Halk arasında Armatörler Adası da denir) Batıya doğru dümen kırdık, artık kuzey rüzgâr alarak başladığımız yere Sakız Adası’na döndük. Hava kararmaya yüz tutmuştu, yorulmuştuk ta. Teknede hafif birşeyler atıştırıp kamaralarımıza çekilip derin bir uykuya daldık.
Ertesi sabah sonradan ortak ticaret de yapacağımız bu can dostlara veda edip beni tekrardan Çeşme’ye götürecek feribota bindim. Gözden kaybolana kadar sahilden bana el sallayan arkadaşıma ve eşine aynı şekilde cevap verdim. Sakız Adası sisler arasında kaybolurken teknemiz iskeleye yanaşıyordu. Kısa ancak tadı damağımda kalan bir kısa tatil olmuştu bu. Neyse ki sonraki yıllar bu dostlarla daha uzun ve de zevkli tatillerimiz, maceralarımız da olacaktı.
SAKIZ ADASINDAN SON BİR NOT;
Konstantin Kanaris (1795-1877) Rumların milli kahramanı. Osmanlı’ya karşı yapılan isyanda Sakız Adası önünde isyanı bastırmaya gelen Kaptan-ı Derya Nasuhzade Ali Paşa’nın gemisini ateşe veren ve Ali Paşa’nın yanarak denize düşmesine sebep veren Psara Adalı kaptan. Ali Paşa ailesi sonradan ‘Mahruki’ yani ‘yanarak ölen’ anlamına gelen lakabını almıştır. Kaptan-ı Derya Nasuhzade Ali Paşa, bizim ünlü dağcımız ve AKUT kurucusu Nasuh Mahruki’nin büyükbabasının, büyükbabasının oğludur.