1451 yılında 6. Osmanlı Padişahı Sultan II. Murad’ın (1404-1451) ölümünün ardından oğlu II. Mehmed, genç yaşta ikinci kez tahta çıktığında, Batı dünyası ve Bizanslılar rahat bir nefes almıştı. Kendi iç sorunlarıyla uğraşmakta olup Niğbolu(23 Eylül 1396) ve Varna’daki (10 Kasım 1444) mağlubiyetlerden sonra Türklerle yeni bir savaşa girecek durumda olmayan Batılılar, deneyimsiz bir genç olarak tanıdıkları yeni sultanın kendileri için bir tehdit olamayacağını ve barışçıl bir politika takip edeceğini düşünmüşlerdi. Fakat genç sultanın büyük planlarının, güç, zeka ve kararlılığının henüz farkında değillerdi.
Bununla beraber İmparator XI. Konstantinos Palaiologos’un müşaviri ve yakın dostu olan tarihçi Frantzis, tehlikenin yakın olduğunu anlayarak II. Mehmed’in tahta çıkışından dolayı derin bir üzüntü duymuştu.
(İmparator XI. Konstantinos’a eş bulmak üzere elçi olarak Trabzon’da bulunurken kendisine Sultan Murad’ın ölümünü ve II. Mehmed’in tahta çıktığını sevinçle müjdeleyen Trabzon Rum İmparatoruna bunun hiç de iyi bir haber olmadığını söyleyip endişelerini dile getirmişti. A.C.)
Gerçekten de kısa süre sonra Bizans’da Sultan II. Mehmed hakkındaki iyimser hava yavaş yavaş dağıldı.1451 kışında sultan, Anadolu hisarının karşısında boğazın en dar yerinde (Asomaton Köyü/Bebek) bir hisar yaptırmak üzere harekete geçince İstanbul’da korkulu günler başladı. Bunun ne anlamageldiği açıktı. 15 Nisan 1452’de hisar inşasının başlaması, İstanbul’un kuşatılması için ilk adımdı. Hayatı hakkında kendi eserinde yer alanlar dışında herhangi bir bilgiye rastlayamadığımız Bizanslı tarihçiDukas’ın kaydına göre, halk bu haberi duyunca çok üzülmüş, şehirde bundan başka bir şey konuşulmaz olmuştu. Halk, “Artık kutsal şehrimizin son günü geldi, milletimiz yok olacak, ölüm çanları çalmaya başladı. Deccalın günleri geldi, ne olacağız ey Tanrım? Canımızı al ki, bu kulların şehrin mahvını kendi gözleriyle görmesinler; senin düşmanların bu şehri muhafaza eden azizler nerededir demesinler” diye ağlaşarak dualar ediyordu. (Dukas, s.166)
İmparator Konstantinos, Edirne’ye elçiler gönderip Sultanı bu niyetinden vazgeçirmeye çalıştıysa da isteği sert bir şekilde reddedildi. (Kritovulos, s. 215; Dukas, s. 166 vd.) İmparator hisarın yapımına engel olamayacağını anlayınca Sultana hediyeler gönderip Boğaziçi’ndeki Bizans köylerine zarar vermemesini istedi; daha sonra da bu hisarın şehre saldırmak için inşa edilmediği konusunda teminat istedi. (Haziran 1452) Artık iki taraf arasındaki barışın devam edemeyeceği ve savaşın yakın olduğu ortadaydı; şehir her an kuşatılabilirdi. Bunun üzerine İstanbul halkı, “Bu Mehmet Konstantinopolis’e girerek şehri harap, ahalisini de esir edecek, tüm kutsallarımızı ayaklar altına alacak… Heyhat ne yapalım? Nereye kaçalım?” diyerek feryat etmeye başladı. (Dukas, s.167) Kâhinler ve falcılar da bu sıralarda meydana gelen deprem, toprak kayması, şimşekler, sağanak yağmurlar, gökyüzünde beliren garip yıldızlar gibi durumların yakın zamanda büyük bir olayın gerçekleşeceğine dair ilahi bir işaret olduğunu söylüyordu. Hatta tapınaklardaki aziz tasvirleri, mezar taşları ve heykellerin bile terlediği şeklinde haberler yayılıyordu. Bütün bunlar uğursuzluk alameti olarak yorumlanınca halk derin bir keder içinde olacakları beklemeye başladı. (Kritovulos s.11-33)
Herkes artık şehrin sonunun geldiğini düşünüyor, kıyıda köşede bu kehanetler konuşuluyordu. İlk imparator Helena’nın oğlu Konstantinos idi ve söylendiğine göre imparatorluk aynı adlı anneden doğan ve yine aynı adı taşıyan bir hükümdar zamanında yıkılacaktı. Bütün karamsarlıklarına rağmen yine de kadın erkek şehirdeki herkes, savunma hazırlıklarına katılarak elinden geleni yapmaya hazırdı. Gerçekten de sivil ahali oldukça zor koşullara rağmen müdafaada önemli rol oynadı.1453 yılının nisan ayında İstanbul surlarını koruyan 2 bini yabancı olmak üzere 7 bin asker vardı. Surların içindeki halk da 50 bin kişi kadar geliyordu. Savunanlarla alakalı az bilinen bir diğer ilginç rivayet de Bizans imparatorunun paralı askerleri arasında Dorgano olarak çağrılan bir Türk komutan ve 600 kişilik bir Türk birliğinin olmasıdır. Yedikule-Yenikapı arasında deniz kısmını savunan ve son ana kadar imparatora sadık kalan bu askerlerden İstanbul’un Cenevizli cerrahı Nicolo Barbaro’nun anılarına göre hiç kurtulan olmamıştır. Kimi tarihçiler Dorgano’nun Orhan Çelebi olduğunu söyler. Tapınaklardan, bireylerden bağış toplanarak kuşatma sırasında ihtiyaç duyulacak olan maddeler temin edilmeye başlandı. (Kritovulos, s.34)
İstanbul’daki Venedik kolonisi de imparatorla beraber şehri savunmak için harekete geçti. Ayrıca Haliç’te demirlemiş bulunan beş Venedik ticaret gemisine savunmada kullanılmak üzere el konuldu. (Nicolò Barbaro, s. 14 vd.; Francis, s. 42. Nicolò Barbaro (s. 20-22), 250 yıl önce atalarının yağmaladığı bu şehri savunmaya karar veren Venediklilerin adlarını günlüğünde sıralamıştır.) Galata’da bulunan Cenovalılar ise kendi menfaatleri için her ihtimali göz önünde bulundurup iki yanlı bir siyaset takip ettiler; İmparatorun yanında yer aldıkları gibi Osmanlılara da yardıma hazırdılar. (Dukas, s.182 vd.) Öte yandan Hıristiyanlık adına İtalya’dan gönüllü olarak gelen bazı Cenovalılar da vardı. Ocak 1453’te Cenovalı ünlü general Giovanni Giustiniani Longo (1418-1453), iki savaş gemisi ve parasını cebinden ödeyerek çoğunluğu Kos Adasından Yunan ve Cenevizli 700 paralı askeriyle şehrin yardımına gelince halk çok sevindi. İmparator kara surlarının savunmasını ona verdi. (Nicolò Barbaro, s. 14-20; Dukas, s. 182; Kritovulos, s. 37 vd.) Bu general, savunma sırasında da günümüze gelen her kaynakta, her hatıratta en kilit roldedir. Giustiniani, fetih günü 29 mayıs 1453’te ölümcül bir şekilde yaralanır. Bazı kaynaklar bir güllenin çok yakınına isabet ettiğini söyler, bir başkası tatar yayı ile vurulduğunu yazar. Ancakherkesin üzerinde uzlaştığı nokta, Giustiniani surlardan sedyeyle Yenikapı’ya doğru götürüldüğünde paniğin artık geri döndürülemez bir şekilde yayıldığı, korkunun esiri olan herkesin kaçmaya başladığıdır. İmparator Konstantin’in olay yerindeki varlığı bile savunmanın en değerli birliği olan 700 Cenevizlinin yerlerini terk etmesini önleyemez. Giustiniani aldığı yaralar sonucunda İmparator’un tüm yalvarmalarına rağmen şehri gemilerle terk etmiş, ancak iki gün sonra Kos Adası’nda bu yaralar nedeniyle ölmüştür.
ŞEHİRDE PANİK VE DE SURLAR
Şehirde kalma cesaretini gösteremeyenler ise kuşatma başlamadan şehri terk etmeye çalışıyordu. 26 Şubat gecesi, biri Venedik’ten, altısı Girit’ten gelmiş olan 7 tekne, içlerindeki 700 İtalyanla birlikte korku içinde gizlice Haliç’ten ayrıldı. Bazı soylular kuşatmadan önce şehri çoktan terk etmişlerdi. Bu kaçışlar elbette savunmaya hazırlananların maneviyatını sarsıyordu. (Nicolò Barbaro, s. 26; Francis, s. 44) Ama Bizanslıların en çok uzunluğu 6.800 metreyi bulan oldukça sağlam kara surlarıydı. 4 metre kalınlığında, 8,5 metre yüksekliğindeki dış surların önünde 20 metre derinlik ve genişliğinde içi genelde deniz suyuyla dolu hendekler vardı. Bu hendekler sayesinde İstanbul adeta bir ada görünümündeydi.
Britanyalı tarihçi Sir James Cochran Stevenson Runciman‘a (1903-2000) göreyse, Bizans’ı çevreleyen surlar 20 kilometre uzunluğundaydı. Düşmana yüzünü dönmüş Yedikule-Topkapı hattındaki Theodosian Surları 5.5 km. civarındaydı. Tüm şehrin en güçlü duvarları bu konumdaydı. Haliç boyunca daha seyrek nöbetçilerle korunan surlar 7 km. idi. Marmara Denizi’nden Yedikule’ye kadar olan Marmara surlarıysa yaklaşık 7,5 km. uzunluğundaydı. Zamanın diğer şehirleri ile kıyaslandığında İstanbul’un dünyanın en iyi surlarına sahip olduğunu söylemek gerekir. Surların büyük bir kısmı 1440’lı yıllarda onarılmıştı ve kuşatma başladığında oldukça iyi durumdaydı.
İmparator bütün surlara aynı anda adam dikmek yerine yalnız dış duvarları korumayı seçmiştir. İki sıra yüksek duvar üzerine hendeklerle de korunan Theodosian Surları’nın en zayıf noktasını bizzat İmparator Konstantin savunmuş, kuzeyinde Edirnekapı civarını Venedikli komutan Giustiniani, Ayvansaray Eğrikapı arasını (Blachernae)Koslu papaz Leonardo, Yedikule bölgesini de yoğunluklu olarak Venedikli askerler korumuştur. Genel duruma bakarak sadece surların yerleşimi ile bile savunmacıların dünyanın en iyi korunan şehrinde olduklarına inandıklarını düşünebiliriz.
Hisar inşaatı sürerken Osmanlı askerleriyle civardaki halk arasında çıkan bir hadise savaşın en önemli bahanelerinden biri oldu. Bu güzel hisarın planlarını Sultan Fatih çizmiş, inşasını da Mimar Muslihiddin yapmıştır. Rumeli Hisarı, 30 dönümlük bir alanı kapsamaktadır. Anadolu Hisarı‘nın karşısında İstanbul Boğazı‘nın 600 metrelik en dar ve akıntılı kısmında inşa edilmiş bir hisardır. 90 gün gibi kısa bir sürede tamamlanan hisarın üç büyük kulesi, dünyanın en büyük kale burçlarına sahiptir.
Rumeli Hisarı’nın adı Fatih vakfiyelerinde Kulle-i Cedide, Neşri tarihinde Yenice Hisar, Kemalpaşazade, Aşıkpaşazade ve Nişancı tarihlerinde Boğazkesen Hisarı olarak geçmektedir.
Hisarın inşaatına 15 Nisan 1452’de başlanmıştır. İş bölümü yapılarak her bölümün inşası bir paşanın denetimine verilmiş, deniz tarafına düşen bölümün inşasını da Fatih Sultan Mehmet bizzat kendisi üstlenmiştir. Denizden bakıldığında sağ taraftaki kulenin yapımına Saruca Paşa, sol taraftakinin yapımına Zağanos Paşa, kıyıdaki kulenin yapımına da Halil Paşanezaret etmiştir. Buralardaki kuleler de bu paşaların adlarını taşımaktadırlar. Hisarın inşası 31 Ağustos 1452’de tamamlanmıştır.
Hisarın yapımında kullanılan keresteler İznikve Karadeniz Ereğlisi‘nden, taşlar ve kireç Anadolu‘nun değişik yerlerinden ve spoliler (devşirme parça taş) çevredeki harap, yıkık Bizans yapılarından temin edilmiştir. Bazı Osmanlı kayıtlarında Hisarın yapımında yaklaşık olarak 300 usta, 700-800 işçi, 200 arabacı, kayıkçı, nakliyeci ve diğer tayfa çalıştığı belirtilir. 60,000 metrekare alanı kapsayan eserin kargir hacmi yaklaşık 57,700 metreküptür.
Eski kaynaklarda bu konuda yazılı ve görsel bir bilgi olmamasına karşın özellikle 2000 yılı sonrasında bu hisarda kufi yazısı ile deMuhammed yazılı olduğu iddiası ortaya atılmıştır. Hayali olarak da kolay olsa da bu günümüz mimari bilgilerle bile elbette gerçekleştirilmesi kolay bir şey değildir. Altı bin işçinin(!) gece gündüz çalıştığı bu muhteşem eserde, “Mim” harflerinin olduğu yerde kuleler, “Ha”ve “Dal” harflerinin olduğu yerdeyse istihkâmların yer aldığı yine bu “yeni” iddialar arasındadır.
Sırası gelmişken bu Rumeli Hisarı ile ilgili tarihimizde özel bir yere sahip 17. yüzyılın önde gelen gezginlerinden ve az sayıdaki 17. yüzyıl nesir yazarlarından olan, elli yılı aşkın süreyle Avrupa, Batı Asya ve Mısır topraklarını gezmiş, gördüklerini de Seyahatnâme adlı 10 ciltlik eserinde toplayan Evliya Çelebi’den de bahsetmemiz gerekiyor. 70 yıllık ömrüne 257 şehri sığdıran Çelebi, Seyahatnamesinde Karadağ‘dan (Montenegro) da bahsediyor. Bu anlatıda özellikle Kotor şehrinin güzelliğinden ve de 1360 basamakla çıkılan, deniz seviyesinden 260 metre yükseklikteki Kotor kalesinin eğri, büğrülüğünden, şekilsizliğinden, çirkinliğinden bahsediyor. Burada ilginç nokta şu ki Kaleyi anlatırken tasvirleri arasına şu cümleyi de ekliyor. “Rumeli Hisarı gibi eğri büğrü..” Seyahatnamenin 6. cildinde aynen şöyle yazmış Çelebi, “Yalçın kızılkayalar üzerinde bizim İstanbuldaki Rumeli hisarı gibi eğri büğrü bir kaledir çevresinde büyük kızıl tabyaları vardır.”
Çelebi’nin yine aynı Seyahatnamesinde Rumeli Hisarı hakkında anlattığı inanılmaz efsaneler ve hayranlık dolu açıklamalarıyla, bu Kotar Kalesi hakkındaki tenkitleri yan yana koyulduğunda, yukarıda verdiğimiz iki yapı arasındaki olumsuz benzetmesinin “garipliği”ni açıklamakta zorlandığımızı itiraf ediyoruz.
Her neyse.. Biz devam edelim.
Nihayet 31 Ağustos 1452’de, Boğazkesen adı verilen (Rumelihisarı) hisarın yapımı tamamlandıktan sonra Sultan II. Mehmed, 50.000 kişilik bir kuvvetle ansızın şehir önüne gelerek üç gün surları inceledi. Muazzam büyüklükteki üç topu kalenin denize en yakın kulelerinden önüne yerleştirdi. Boğazdan geçen her geminin Boğazkesen Kalesi’nde gümrük resmi ödemek için durdurulmasını, durmayanların top ateşiyle batırılmasını emretti. (Dukas, s.170; Kritovoulos, s,180 vd.)
ŞAHİ TOPU HAKKINDA
Bu top hakkında çok yazılıp çizildi. Hepimiz Fatih’in toplarını bir şekilde duyduk. Hatta çocuğunun adını kimi sebeplerden Şahi koyanlar da yok değil. Ancak bu silahın bu kadar ünlü olması da boşuna değildi. Daha önce savaşlarda barut ve top kullanılmış da olsa bunu Osmanlılar kadar büyük bir şekilde deneyen olmamıştı. Devrin en büyük ve özel bir savaş topudur. Bizanslıların da surlarda karabarut kullanarak ateş eden mekanizmaları vardı ancak döndürülmesi -travers- ve geri tepme kontrolü o çağda çok zor olduğundan Bizanslılar geri tepmelerle kendi surlarına düşmana oranla daha çok zarar vermişlerdi.Yapımı üç ay süren, çizimlerini Fatih Sultan Mehmet‘in önderliğinde Türk mühendislerinin yaptığı topun dökümünü Bizanslıların daha önce sınır dışı ettiği Macar Urban adlı bir dökümcü yapmıştır. Bunun yanında döküm ustası olarak Cenevizli Donar Usta diye birisinden de bahsedilir.
Urban’ın döktüğü top ve diğer toplar 1452 senesi Ocak ayının sonlarında Edirne’den yola çıkarılmış ve ancak iki ay sonra İstanbul önlerine getirilebilmiştir. Toplar, bazı tarihçilere göre 30 araba 140 öküzle çekilmiş ve devrilmesin diye 200 nefergörevlendirilmiştir. Evliya Çelebi, “Büyük topun önünde Kıraç Bey kumandasında on bin akıncı süvarisinden mürekkep bir kol gidiyor topu otuz, bazılarına göre elli veya atmış çift öküz müşkülatla çekiyordu” demiştir. Edirne’de deneme atışlarının yapılacağı sırada Fatih Sultan Mehmet tellallar göndererek halkı uyarmış, bu gürültünün kaynağını haber vermiştir.
Bu topun namlusu 91,5 cm., boyu ise 8 metreydi. 75 cm çapındaki güllesi 544 kilo çekiyordu. Doldurulması da haliyle üç saat sürdüğünden günde ancak beş altı kere ateşlenebiliyordu. (Bazı yazarlara göre de 2-3 kez) Top yere konulup sabitlendiği zaman bir daha döndürülemiyordu. O kadar ağırdı ki yapımcısı Macar Urban bu topu kalıplara hiçbir öküz arabasının taşıyamayacağını hesaplayarak iki parça halinde döktürmüştü. Böylece zamanına göre çok ileri bir vidalı sistemle birbirine eklenerek kullanılıyordu. Nişan almak falan imkânsızdı ama hedef İstanbul kadar büyük olunca eninde sonunda surların bir tarafına bir gülle denk geliyordu.
Konstantinopolis’in kuşatılması için 50’den fazla Şahi topu üretilmiştir. Bunların tamamına yakını bakır ile kalayın karışımından elde edilen tunçtan dökülmüştü. Tunç pahalı ancak sağlam ve dayanıklıydı. 1464’te Fatih Sultan Mehmet, toplardan 42 tanesini Çanakkale Boğazı’nın savunması için Çanakkale Boğazı’na göndermiştir. Yüzyıllarca kullanılmadan kalan toplar 1807 yılında İngiliz donanmasına karşı kullanılmış ve beklenenin aksine kusursuz şekilde çalışan toplar bir İngiliz gemisini vurmuş ve 60 denizciyi etkisiz hale getirmiştir. Bir tanesi İngiltere’de, bir diğeri de İtalya’dadır. Günümüzde Fatih döneminden 6 tane top kalmıştır. Bunların en büyüğü olan ve İstanbul’da, Boğazlar’da kullanılan “Şahi” bugün İngiltere’dedir. Diğer toplar ise Harbiye’deki askeri müze bahçesinde olup bunların çapı daha küçüktür.