Kaldığımız yerden devam ediyoruz…
Türk akınları sırasında uzun bir dönem Azerbaycan askeri bakımdan önemli rol oynamıştır. Gerek Selçukluların sevk ve idaresinde ve gerekse müstakil hareket eden Türkmen beyleri Malazgirt savaşına kadar Azerbaycan’ı ve Ahlât’ı hareketleri için üs olarak kullanmışlardır. Nitekim ünlü tarihçi El-Hüseyin’in kayıtlarına göre Sultan Alparslan 1064 yılında Azerbaycan’a girdiği zaman Türkmen beylerinden Tuğ-Tekin ile karşılaştı. Sultan’a Anadolu hakkında bilgiler veren Tuğ-Tekin Sultan ile birlikte Anadolu seferine katılmıştır. Bizzat Sultanların katıldığı bu seferler sonunda Türkler Orta Anadolu’ya kadar ilerlemişlerdir. 1067 yılında Kızılırmak vadisini takiben, Kayseri’ye kadar ilerleyen Türk akıncıları bu şehri ele geçirmişlerdir. 1068 yılında Sultan Alparslan’a isyan ettikten sonra korkusundan Bizans’a sığınmak isteyen Selçuklu kumandanı ve Sultanın eniştesi Erbasgan‘ı yakalamak için Ahlât’tan hareket eden Bekçioğlu Afşin Anadolu’yu bir baştan öbür başa kat ederek, Denizli yakınlarına kadar uzanır. Oradan Ege denizi sahillerini takiben, Marmara denizi kıyısında Bizans İmparatoru ile kaçak Türkmen Beyi hakkında konuşur bu konuşma bir çeşit pazarlık ve imparatoru, kaçak Türkmen beyini geri vermesi hususunda tehdit şeklindedir. Daha sonra emrindeki süvari birliğinin başında ve hiç bir engelle karşılaşmadan Ahlât’a dönmüştür.
Afşin beyin bu yolculuğu Bizans’ın Anadolu’daki askeri ve idari durumunu göstermesi bakımından önemlidir. Bütün bu başarılara karşın, Malazgirt öncesinde Türkler Anadolu’da yerleşecek ve yurt tutacak kadar maalesef güçlenmemişlerdir. Binans’ın karşı harekâtı yerleşme ve yurt tutmaya engel oluyordu. Vur-kaç taktiği ile hareket eden Türkler, doğu-Batı, Kuzey-Güney yönlerinde Anadolu’yu katletmelerine rağmen henüz Anadolu’daki müstahkem mevkileri ele geçirememişlerdi. Buralardaki Bizans varlığı önemli bir tehdit unsuru olmuştur. Bu yüzden Malazgirt öncesinde Bizans ordusunun karşı harekâtı söz konusu olduğu zaman, Türk akıncıları Ahlât ve Azerbaycan’a çekiliyorlardı. Ancak her geçen gün Bizans’ın aleyhine olduğu için, karşı harekât anında Türk kuvvetleri artık Anadolu şehirleri arasında istedikleri gibi yer değiştirmek suretiyle Bizans tehlikesini atlatabiliyorlardı. Nitekim İmparator R. Diogenes’ in Malazgirt öncesinde gerek bizzat kendisinin ve gerekse kumandanlarının yönetimindeki Bizans ordusu 3 yıl boyunca Anadolu’da Türklerle mücadele etmişlerdir. Bu süreçte Türk kuvvetleri Ahlât ve Azerbaycan’daki üslerine çekilme yerine gerektiğinde Anadolu şehirleri arasında yer değiştirmek suretiyle tehlikeyi bertaraf etmişlerdir.
Anadolu’da çekişme sürerken, Selçuklu Sultanı Alparslan’ın devletin batı politikasında ikinci ağırlık noktası olarak kabul ettiği Mısır (Fatımi) meselesini halletmek üzere yola çıktığını görüyoruz. Bu maksatla Sultan, Van Gölü’nün kuzeyinden geçerek, Erciş ve daha sonra da Malazgirt kalelerini ve takiben Ergani ve Siverek’i de aldıktan sonra da Urfa Kalesini kuşatmıştır. Ancak kuşatma uzamış, Sultan şehir valisi Vasil’in şiddetli savunması karşısında daha fazla zaman kaybetmemek için kuşatmayı kaldırarak, Mısır yolculuğuna devam etmiştir. Selçuklu ordusu Halep şehrine geldiği zaman, şehir hâkimi Mirdasoğlu Mahmut bağlılığını bildirdiği için zaman kaybedilmeden yola devam edilmiş, fakat ordu henüz bir günlük yol kat etmiş iken, Bizans İmparatoru R.Diogenes’in elçisi Sultan’a yetişmiştir. İmparatorun isteği, Erciş, Ahlât ve Malazgirt kalelerinin koşulsuz olarak Bizans’a geri verilmesi, Türk akıncılarının Anadolu’dan çıkartılmasıdır. Bu durum karşısında Mısır Seferinden vazgeçen Sultan Alparslan tekrar geldiği yoldan hareketle Diyarbakır’a ve oradan da Silvan’a geldiği zaman, R.Diogenes’in bir süre önce Malazgirt kalesini ele geçirmiş olduğunu öğrendi. Sultan, Bitlis üzerinden harekât üs’sü olarak Ahlât’a ulaşmıştır.
İmparator, büyük masraflar yaparak hazırlamış olduğu ücretli ordusuna güvenerek harekât planını hazırlamıştı. Bu plana göre böyle bir ordu ile Türkler, değil Anadolu’dan, ağırlık merkezleri olan Azerbaycan’dan da sökülüp atılabilirlerdi. Bu maksatla Anadolu’da zaman kaybetmemek için doğrudan Azerbaycan üzerine yürümeye karar verdi. Onun bu kararına ordusunda bulunan tecrübeli kumandanlar karşı çıkmışsa da onları dinlemeyen İmparator tam tersine tecrübesiz, dalkavuk kumandanlarının görüşünü benimsedi, onlara uydu. Diğer yandan Ahlât’tan hareket eden Sultan Alparslan, Ahlât-Malazgirt yolunu takibederek geldiği Malazgirt yakınındaki geniş Rahve ovasına karargâhını kurmuştu. Savaş öncesinde son defa olarak imparatora barış için bir elçi heyeti gönderdi. İmparator bu davranışı Sultanın korkmuş olmasına bağlayarak barış teklifini reddetmiş, sultanın elçisine, savaşın galibi kumandan edasıyla bazı sorular sormuştur. Bunlar arasında “Hamedan’ın soğuk olduğunu öğrendik Biz İsfahan’da, atlarımız da Hamedan’da kışlayacaklar” gibi sözler sarf etmiştir. Sultan Alparslan’ın elçisi îbnül’ Mahleban ise, bu sorular karşısında soğukkanlılığını koruyr ve gülümseyerek “Hayvanlarınız Hanedan’da kışlayabilir, fakat sizlerin nerede kışlayacağınızı bilemem” şeklinde cevap verir. İmparator savaşı kazanacağından o kadar emin olmalıydı ki, yanında bulunan kumandanlarına daha şimdiden, Suriye, Irak ve İran’da bulunan vilayetlerin yönetimini paylaştırmıştı bile. Bir yandan bunu yaparken, öte yandan kumandanlarına güvensizliği sebebiyle de savaş öncesi onlardan ayrı ayrı sadakat yemini almayı da ihmal etmeyecekti.
Malazgirt savaşı sonunda Bizans, tarihinin en büyük mağlubiyetlerinden birine uğramakla kalmamış, Anadolu’yu kurtarma ümidini yitirmiştir. Bu yönde tek umudu, batı dünyası yani Papalık olmuştur. Çünkü elinde kiliselerin birleştirilmesi uğruna batı dünyasından koparabileceği imtiyazlar vardı. Bu tarihten sonra Anadolu’daki Türk varlığını tehdit edebilecek bir kuvvet kalmamıştır. Şark Hıristiyanlarını çaresizce kendi kaderlerine terk etmek zorunda kalan Bizans, bundan böyle zaman içinde maddi ve manevi bütün ağırlıklarını Anadolu’dan çekmeye başlayacaktır. Malazgirt savaşından yüzyıl sonra, Batı Anadolu’yu Türklerden alma hevesine kapılan Bizans, 17 Eylül 1176 yılında Myrokephalon‘da uğradığı mağlubiyetle bu çabası da sonuçsuz kalmıştır.(Miryokefalon Muharebesi Anadolu Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan ile Bizans imparatoru I. Manuil arasında, Denizli Çivril Düzbel geçidi yakınlarında Miryokefalon’da yapılan savaş. Anadolu’da Türk hakimiyetinin kabul edildiği savaştır.)
Askeri alanda başarısızlığa uğrayan Bizans, politik mücadelesini sürdürmüş daha önce hâkimiyeti altında iken bir türlü anlaşamadığını Şark Hıristiyanlarının batı dünyası nezdinde savunucusu olmuştur. Zaman içinde Anadolu, Suriye ve Filistin’ de toprak hâkimiyetinin kurulmasıyla Bizans’ın çağrıları meyvesini verecek ve “Kutsal toprakları” kurtarma görüntüsü altında Türk-İslam dünyasına karşı “Haçlı Seferleri” başlatılacaktır. Bu seferler sırasında Bizans, sadece haçlı kuvvetlerine kılavuzluk ve iaşe yardımı yapmıştır. Başlatılan haçlı seferlerinin sonu gelmemiş, bu uğurda milyonlarca insan ölmüş, şehir ve kasabalar, köyler harap olmuştur. Anadolu’da Selçuklu devletinin mirası üzerine kurulacak olan Osmanlı Devleti de sadece Anadolu ile yetinmemiş, Viyana kapılarına kadar dayanmıştır. Osmanlıların Balkanlara çıkmasıyla başlatılacak olan Haçlı Seferleri zaman ve zemine göre şekil değiştirerek, Osmanlı devletinin dağılma dönemine kadar devam etmiş ama ismi Haçlı Seferleri değil, “Şark Meselesi” olmuştur. Bu uğurda batı dünyası mesai harcamaktan bıkmamış, önce Balkanlarda yaşayan gayri Müslim Osmanlı tebaasının dini hakları bahanesiyle bu “Şark Meselesi”ni gündeme getirmiş, Balkan savaşlarından sonra burayı vatan tutan Türklerin tarihi kadar dünya tarihini de ilgilendiren bir hadise olarak tarih sayfasına geçmiştir…
TÜRKLERİN ANADOLU’YA GELİŞLERİ
Türklerin Anadolu’ya gelişleri milattan önceki yıllara dayanır. Milattan sonraki yıllarda ise Karadeniz ve Hazar Denizi’nin kuzeyinde görüyoruz Türkleri. Bir güç bulan Türkler zaman zaman Anadolu’ya gelerek nüfuslarını buraya kadar yaymışlardır. VIII. yüzyıldan sonra da İslam kuvvetleri ile birlikte Anadolu’ya gelerek yerleşmişlerdir. Bu yüzyıldan itibaren Horasan ve Maveraünnehirden içinde bulunduğu sınır (uç bölgesi) şehirlerine yerleşik düzende görüyoruz atalarımızı. Bu sınır şehirleri çok verimli topraklara sahipti. Doğu-batı ulaşımını sağlayan yol ve şehirlerden geçtiği için buralarda oturanlar tarımın yanı sıra ticaretle de uğraşırlardı. Bunların çoğunu Türkistan ve Horasan’da gaziler teşkil ediyordu.
Bölge XI. yüzyıldan itibaren Selçukluların akınlarına sahne olmuştur. Yüzyılın ilk çeyreğinde yapılan keşif seferlerini, yoğun akınlar izlemiştir. 1071 Malazgirt Meydan Muharebesiyle Bizans bu akınları durdurmaya çalışmışsa da başarılı olamamıştır. Malazgirt zaferi ile birlikte Anadolu kapıları Türklere ardına kadar açılmıştır. Zaferi müteakip Türkler önemli bir mukavemetle karşılaşmadan kısa zamanda Ege ve Marmara Denizleri kıyılarına kadar ilerlemişlerdir.
Türkler Anadolu’ya girerken gayet akıllı davranmış, doğayla mücadele etmek yerine bölgenin coğrafi özelliklerinden yararlanarak Sarp dağları, vadileri aşmışlar, akarsu güzergâhlarını takip ederek Anadolu’nun içlerine kadar gelmişlerdir. Türkler bu akınlar sırasında şu doğal yollardan yararlanmışlardır. Aras, Karasu, Kızılırmak vadilerinden Orta Anadolu’ya Kızılırmak kavisine ve batıya doğru ilerlemişlerdir. Aras, Murat suyu ve Yukarı Fırat vadilerinden gelen Oğuzlar yalnız Doğu Anadolu’ya girmekle kalmamış, daha da batıya ilerleyerek Malatya, Adıyaman ve Konya’ya kadar ilerlemişlerdir. Bargiri (bugünkü Muradiye) – Ahlat yolu ile gelen Oğuz boyları ise bütün Van gölü havzasını ele geçirdikten sonra Murat suyunun akış istikametini takip ederek, bir taraftan Orta Anadolu’ya diğer taraftan da, Bitlis, Erzen, Meyyafarikin (Silvan) ve Amit (Diyarbakır) yolunu takip ederek güneye ve Çukurova’ya inerek böylece Anadolu’nun Türkleşmesini sağlamışlardır.
1071 ÖNCESİ VE SONRASI TÜRKLER
Tarihimiz objektif olarak incelendiği zaman, ecdadımızın hedefinin bir istilâ ve cihangirlik sevdası olmadığı anlaşılmaktadır. Bu hareketin özünü dikkatle irdelediğimizde, tarihin o devir ve şartları içerisinde kendi hayat tarzına uygun, bereketli, güvenli bir yer arayan, dinamik ve köklü bir milletin kendisini bu haktan mahrum etmeye kalkışanlara karşı varlığını ispat etmesi yatmaktadır. İslâm öncesi ve sonrası dönemlerdeki zaferlerimizin temelinde yatan sebeplerden birisi bu olmuştur. Üzerinde yaşadığımız ve 1000 yıldan beri vatan bildiğimiz bu toprakların, bize kazandırılmasında büyük payı olan “Malazgirt Zaferi” tarihi bir olay olarak da ayrı bir özelliğe sahiptir. Tarihte öyle olaylar vardır ki, tesirleri yüzlerce, binlerce yıl devam eder, öyle olaylar vardır ki zamanlarında büyük heyecanlar uyandırmalarına rağmen, daha sonraki dönemler için hemen hiçbir mana ifade etmeyebilirler. Büyük İskender’in İran ve Hindistan’a kadar gitmesi, Napolyon’un Fransa dışındaki zaferleri, Türk-Moğol kökenli kumandan, hükümdar Timur‘un (1336-1405), 1402 tarihinde Yıldırım Beyazıt’ı Ankara Savaşında yenmesi v.b. olaylardan bugün hemen hemen hiçbir bir iz kalmamıştır. Oysaki 26 Ağustos 1071 tarihinde Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan’ın, Bizans İmparatoru Romenos Diogenes’e karşı Malazgirt Ovasında kazandığı zafer, yalnız Türk-İslâm ve Bizans tarihinde değil, dünya tarihi için de bir dönüm noktası olmuş ve neticesi günümüze dek süre gelmiştir. Malazgirt Zaferi sonunda Anadolu’da, Bizans-Grek-Ortodoks kültürü yerine Türk-İslâm medeniyeti hâkim olmuştur. Denilebilir ki, bu zafer Anadolu’nun kültürel ve etnik yapısının değişmesinde de önemli bir faktör olarak yer almıştır.
Bu toprakların vatan olarak kazanılmasında, korunmasında ve kurtarılmasında önemli yeri olan zaferlerimizi fonksiyonları bakımından ele aldığımız zaman, Malazgirt Zaferinin ayrı bir önemi vardır. Meseleye bu açıdan bakıldığı takdirde Türk Tarihi için üç büyük zafer önem arz etmektedir. Şurasını kesin olarak belirtmeliyiz ki, 26 Ağustos 1071 tarihli Malazgirt Vatanı kuran, Eylül 1176 tarihli Myriokephalon Vatanı koruyan ve 26 Ağustos 1922 Başkumandanlık Meydan Muharebesi de vatanı kurtaran zaferlerimizidir.
Türkler, Malazgirt savaşı ile Yakındoğu’da yeni bir vatan kurmakla kalmamışlar, İslâm âleminin Hıristiyan dünyasına karşı koruyucusu olmuşlardır. Çünkü Malazgirt Meydan Muharebesi sadece iki ordu ve onların kumandanları arasında cereyan eden bir muharebe olmayıp, iki ayrı dünya ve medeniyeti karşı karşıya getirmiştir. Tarih boyunca doğu – batı mücadelesi değişik milletlerin şahsında devam etmiştir. Nitekim M.Ö. 499-449 tarihleri arasındaki Pers Ahameniş İmparatorluğu ile Yunan kent devletleri arasındaki savaşlar Büyük İskender’in şahsında batının zaferi ile sonuçlanmıştır. Roma İmparatorluğu hemen bütün Yakındoğu ve Mısır’a hâkim olmuştur. IV. yüzyılda başlayan Bizans – Sasani mücadelesi de yine batı dünyasının lehinde sonuçlanmıştır. VII. yyda İslamiyet’in doğuşundan sonra Hulefâ-i Râşidin, Emevi ve Abbasiler dönemlerinde Bizans gerilemiş ve Tarsus’tan Erzurum’a kadar uzanan Munzur, Karasu-Aras sıradağları boyunca uzanan dağlar, tarafların yüzyıllarca sınırı olarak zaman zaman el değiştirmiştir. X. ve XI. yüzyıllarda Bizans, tarihinin en parlak dönemlerinden birisini yaşamış (süresince imparatorluk sınırları tekrar genişledi ve iki yüzyıl süren Makedon Rönesansı yaşandı) ve kuzey Suriye’yi kontrolü altında bulundurmuştur. XI. yüzyılda Bizans, Roma İmparatorluğunun vârisi olarak İslâm dünyasını tehdit etmeye devam etmiş ise de gerek Balkanlarda ve gerekse doğuda görülen Türk akınları İmparatorluk için tehdit unsuru olmuştur. 1049 tarihinde reisleri Kengenis’in idaresinde Balkanlar’a giren Peçenekler durdurulmamış ve yapılan antlaşma ile Peçenekler’in Balkanlar’da yerleşmelerine ve Bizans ordusunda ücretli asker olarak kabul edilmelerine İmparator razı olmuştur. Aynı tarihlerde doğudaki Türk akınları yoğunlaşmış, İbrahim YINAL idaresindeki Türk kuvvetleri Anadolu sınırlarını zorlamış ve bu cephede Hasankale savaşını kazanmışlardır.
Malazgirt zaferinin bir diğer özelliği de, M.Ö. IV. yyıldan beri Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarında hüküm süren Roma’nın doğudaki mirasçısı Bizans’ın genç Selçuklu devleti karşısında bir gün içerisinde perişan olması, başta imparator olmak üzere maiyetinde bulunanlardan birçoğunun esir edilmesi hadisesidir. Zaferin kazanılmasında etkili olan birçok faktörler arasında bahsi geçen yüzyılda Bizans’ın Anadolu üzerindeki malî, dinî ve sosyal politikası da olmalıdır.
Türklerin, Bizans’tan kılıç hakkı olarak aldıkları ve fetihten bir müddet sonra doğulu ve batılı tarihçilere “Turkia” diye kaydettirecek ölçüde damgalarını vurdukları Anadolu’daki Bizans yönetiminin de bunda payı vardır. Bizans İmparatorluğunun gerek parlak ve gerekse kargaşa dönemlerinde Anadolu bir türlü huzura kavuşamamıştır. Bundan Bizans’ın Sasaniler ve Araplarla daima mücadele halinde olması ve Türklerle de sınır komşusu olması etkili olmuştur. Bütün bunların yanında, Bizans’ın Anadolu’ya bakışı da bu hususta önemli ölçüde rol oynamıştır. Anadolu’ da büyük toprak sahiplerinin daha az toprağı olan köylü ve askerlerin topraklarını çeşitli yollarla ellerine geçirmeleri sonucu yerli halk, ülke savunmasına ilgi duymaz, hatta adil ve hoşgörülü Türk idaresini Bizans’a tercih eder hale gelmiştir. Tıpkı Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethi sırasında yerli Rum halkının “Osmanlı”nın sarığını Papa’nın haçına tercih ettikleri gibi… “.
Bizans İmparatorları bunun çözümünü, Anadolu’nun savunulmasında gerekli olan orduyu Anadolulu olmayan, Peçenek, Uz, Slav, Norman v.b. unsurları kullanmada aramıştır. Ayrıca dinî ve millî menfaatleri yönünden bir türlü güvenemedikleri Ermeni ve Süryaniler’e de daha önce vermiş oldukları kısmî imtiyazları kaldırmışlardır. Öyle ki, Türk fethi öncesinde Bizans, ücretli askerleriyle Anadolu’yu yeniden istila ederek, merkezi otoriteyi güçlendirmek istemiştir. İşte Bizans’ın bu yanlış politikası Anadolu’nun Türkler tarafından fethini büyük ölçüde kolaylaştırmıştır. Bu maksatla Bizans’ın Doğu ve Güneydoğu’daki Ermeni ve Süryanileri orta ve Güney Anadolu’ya kaydırma politikası da şark Hıristiyanlarının tepkisine yol açmıştır. Yerli kaynaklar meseleyi dinî ve millî açıdan ele alarak Bizans’ın bu politikasını şiddetle yermişler ve Anadolu’nun Türkler tarafından fethinin sorumluluğunu Bizans’a yüklemişlerdir. Bizans’ın bu tutumu şark Hıristiyanlar arasında Rum-Ortodoks düşmanlığını ortak bir inanç haline getirmiştir. Çünkü bahsi geçen dönemde İstanbul patriğinin farklı mezhebe inanan Ermeni ve Süryanileri Ortodoks olmaya zorlaması, bu oldu bittiyi İmparatorların da desteklemeleri yerli halkı yer yer isyana ve ümitsizliğe sevk etmiştir.
Nitekim o dönem tarihçilerinden Urfalı Mateos’un Bizans için kullanmış olduğu şu ifade görüşümüzü doğrulamaktadır. “İktidarsız ve kadınlaşmış iğrenç Rum milleti, milletimizi tahrip edip, Türklerin iktidarını kolaylaştırdı” ifadesini kullanmaktadır. Bizans İmparatorlarının şark Hıristiyanlarına karşı tutumunu Süryani Mihaelde şöyle ifade etmektedir:“Bu devirde Rumlar sürekli olarak milletimize zulüm yapıyorlardı. Çıkardıkları bir emirname ile bizi batıl mezheplerini kabul etmeğe zorluyorlar, bizi ezmeğe yok etmeğe uğraşıyorlardı. İstanbul (Ortodoks) Patriği kiliselerimizde bulunan kutsal din kitaplarımızın (Ortodokslukla ilgili olmayan din kitaplarını) hepsini yaktırdı”.
Ücretli Bizans ordusunun donanımı ve savaş taktikleri (ilerleyen paragraflarda her iki ülkenin de savaş taktiklerini ayrıca vereceğiz) de Bizans’ın savaşı kaybetmesinde etkili olmuştur. Çünkü Türklerin hafif süvari birlikleri ile vur-kaç taktiği karşısında Bizans’ın manevra kabiliyeti sınırlı, ağır zırhlı birlikleri tam bir tezat teşkil etmektedir. Genellikle bu birlikler savunulması kolay merkezlerde toplanmışlar ve halktan da destek görmedikleri için Türk akınları karşısında şaşkına dönmüşlerdir. Bizans’ın Anadolu politikası hakkında Azerbaycan ve Anadolu’ da hareket halinde bulunan Türkmen beylerinin Sultan Alparslan’a vermiş oldukları bilgiler de güvenilir kaynaklardır. Daha Selçuklu Devlet kurulmadan önce Çağrı Bey, 1018 yılında 300 kişilik bir süvari birliğinin başında ilk defa bugünkü sınırlarımızı aşarak Anadolu’ya girmişti. Çağrı Bey, Azerbaycan ve Doğu Anadolu şehirlerine karşı yaptığı akınlardan sonra yani bir keşif veya yurt arama seferi sonunda Buhara yöresindeki kardeşi Tuğrul Bey’in yanına dönmüştür. Çağrı Bey kardeşine vermiş olduğu bilgiler arasında şu kayıt dikkatimizi çekmektedir. “Bu ülkede (Anadolu) bize karşı koyabilecek bir kuvvete rastlamadım” sözleri o sırada Anadolu’daki Bizans idaresinin içerisinde bulunduğu durumu ifade etmesi bakımından oldukça önemlidir. Bu konudaki diğer kayıtlar da, savaş öncesinde Anadolu’ya akınlar yapmış olan ünlü Türkmen Beyi Bekçioğlu, Afşin ile Selçuklu şehzadelerinden Kutalmış’ın Anadolu akınlarının neticeleri hakkında Sultan Alparslan’a sunmuş oldukları raporlardır. Bu raporlardaki bilgilerle Urfalı Mateo ve Süryani Mihael’in Bizans hakkındaki görüşlerinin örtüştüğünü görmekteyiz. Türkmen beyleri de Bizans ordusu için “Bizanslılar savaş kabiliyetinden mahrum, kadınlaşmış insanlar” ifadesini kullanmışlardır.
Selçuklu Devletinin kurulmasından Malazgirt Savaşına kadar geçen 30 yıllık süre içerisinde (1040–1071) Türkmenler, başlarında Türkmen beyleri veya Selçuklu Şehzadelerinin yönetiminde Anadolu sınırlarına girmişlerdir. Selçuklu Devletinin kuruluşundan hemen sonra ortaya çıkan “Türkmen Meselesi”ne çözüm bulmak için Sirderya ötesinden dalgalar halinde gelen atlı-göçebe Türkmen unsurlarına Azerbaycan ve Anadolu sınırlarına göndermek suretiyle iç ve dış politikalarına uygun düşen bir yol izlemişlerdir. Malazgirt zaferi öncesi Anadolu akınları sırasında Azerbaycan önemli bir askeri üs vazifesi görmüştür. Selçuklu dönem güvenilir kaynaklarından el-Hüseyni’deki kayıtlara göre, Sultan Alparslan 1064 yılında Azerbaycan’a girdiği zaman Türkmen beylerinden Tuğtekin ile karşılaşmıştır. Tuğtekin Sultan’a Anadolu hakkında bilgiler vermiş ve onun yanında sefere katılmıştır. 1040-1071 yılları arasında Türkler için önceleri sadece Azerbaycan hareket merkezi iken, Malazgirt Zaferi öncesi, başta Van Gölü’nün kuzeybatı kıyısında sahil kenarında kurulu Ahlât olmak üzere bazı Anadolu şehirleri Türk akıncılarının hareket merkezi olmuştur. Bu akıncı Türkler Bizans’ın karşı harekâtları sırasında Ahlât veya Azerbaycan’a geri çekiliyorlardı. Ancak gelişmeleri dikkatle incelediğimizde zamanın Bizans’ın aleyhine işlediğini açıkça görüyoruz. Bizans’ın karşı harekâtı söz konusu olduğunda artık Türk kuvvetlerinin Anadolu şehirleri arasında yer değiştirmek suretiyle de tehlikeyi geçiştirdikleri gerçeğini görüyoruz. Yeni bir strateji..
Malazgirt Zaferi ile Bizans’ın mukaveti kırılıp, Türk kuvvetleri karşısında duracak gücü kalmayınca, Türkler açısından Anadolu’da yayılma ve yerleşme devri başlar. Bu yerleşme öyle kesin ve ani olmuştur ki, o zamana kadar uzun tarihi içerisinde birçok kavim ve medeniyetlere sahne olan Anadolu’nun etnik ve kültürel yapısı 1071 yılı sonrası olduğu gibi kesin değişikliğe uğramamıştır. Bazı batılı araştırmacıların ve çevrelerin anlayamadığı daha doğrusu kabullenemediği husus işte bu değişmedir. Bunun kolayca anlaşılabilmesi için 1071 sonrası Anadolu’ya yapılan muhaceret ve iskân hadisesinin araştırılması gerekmektedir. Bu yapılamadığı sürece, Anadolu’nun Türkleşme ve vatan olma hadisesi sürekli yanlış ve eksik değerlendirmelere maruz kalacaktır. Oysaki, Selçuklu Devletinin kurulmasından itibaren Horasan’dan Anadolu’ya doğru daha emin ve uygun yurtlar bulmak maksadıyla yapılan akınlar bir bakıma bir nüfus kaymasıdır. Çünkü gelen bu insanlar aileleri, hayvanları ve servetleriyle geliyorlardı. Malazgirt zaferi sonrası Anadolu’ya yapılan Türk akınları hakkında Ermeni, Gürcü, Süryani ve Bizans kaynaklarında birçok kayıtlar mevcuttur. Denilebilir ki, Malazgirt Zaferinin Bizans için en ağır neticesi, o zamana kadar Anadolu’yu Türk akınlarına karşı savunan müdafaa sisteminin yıkılması ve ordusunun dağılmasıdır.
Malazgirt meydan muharebesine çağdaş İslâm kaynaklarından başta İbnü-l-Esîr olmak üzere İbnü’l-Kalânisi, İbnü’l-Ezrak, İbnü’l Cevzî, Bundari, Sıbt İbnü’l-Cevzi, İbnü’l-Devadâri, Ahbârü’d-devleti’ selçukiyle, Reşidü’d-Din Fazlullah, Aksaraylı Kerümiddin Mahmud, Hamdullah-i Müstev-fi, Mirhond” gibi kaynaklar, meydan muharebesine büyük ölçüde yer verdikleri halde, Bizans ve Yunan kaynakları bu konuda kesin bir sessizliğe bürünmüş olduklarını görüyoruz. Bir diğer husus, batıda sayıca çok olan Bizans Tarihi uzmanlarının, Bizans tarihi için bir dönüm noktası olan bu çok önemli konuyu ihmal etmiş olmalarıdır. Gerek bahsi geçen kaynaklar ve gerekse yapılan tetkikler “Haçlı Seferleri” söz konusu olunca meseleyi en ince ayrıntısına kadar ele alıp, derinliğine incelemişlerdir. Büyük Türk zaferi hakkında Bizans-Grek kaynaklarından Bizanslı tarihçi John Skylitzes/Ioannis Skilicis (1040-1101) ve bir başka Bizanslı tarihçi Michael Attaleiates (1021-1080) eserlerinde kısmen de olsa yer vermişlerdir.
XVIII. yüzyılda Batı Avrupa’da, XIX. yüzyılda da Rusya’da Bizans tarihi tetkikleri gelişerek bu sahada son derece kıymetli eserler ortaya konulmuştur. Alman tarihçi August Friedrich Gförer’in (1803-1861) “Byzantinische Geschicten” (Bizans tarihleri) adlı üç ciltlik eserinde Malazgirt Zaferine yer verilmiştir. Öte yandan aynı yüzyıllarda Rusya’nın kendisini Bizans’ın varisi ve halefi olarak gördüğü anlaşılıyor. Bu hedefe ulaşmak için İstanbul’un alınması ilk hedef kabul edilmişti. Bu maksatla da Rusya’da Bizans tetkiklerine, araştırmalarına ağırlık verilmişti. Bu çalışmalara merkez olarak İstanbul’da kurulan “Rus Arkeoloji Enstitüsü” seçilmişti. Enstitünün yöneticiliğine tanınmış Bizans tarihçisi Feodor Uspenksky (1845-1928) getirilmiştir. Uspenksky’nin hazırlamış olduğu üç ciltlik Bizans tarihi Malazgirt Zaferine en fazla yer veren eserler arasında yer almaktadır. Olayların tarafsız bir gözle birinci elden kaynaklara göre değerlendirmesi sözkonusu eserin önemini artırmaktadır. Uspensky’e göre Bizansın mağlup olmasının en önemli nedeni, İmparatorluğun şark Hıristiyanlarına karşı olan tutumudur. Ayrıca, Bizans ordusunda ücretli asker olarak bulunan Peçenek-Uz ve diğer Türk kökenli askerlerin savaş öncesi Türk tarafına geçmesi de savaşın kaderi üzerinde etkili olmuştur. Yine bu konuya çalışmalarında yer veren tanınmış Bizans tarihçilerinden Aleksandr Aleksandroviç Vasilyev (1867-1953) ve Rus asıllı Sırp Bizantolog Georgiy Ostrogorskiy(1902-1976) ilave edebiliriz. Fransız Bizantinistlerinden* Louis Bréhier (1868-1951) ise eserinde Malazgirt Muharebesine çok az yer vermiştir. Fransız doğubilimcilerden, Selçuklu tarihi üzerindeki araştırmalarıyla yakından tanıdığımız, eserleri ve makaleleri dilimize çevrilmiş olan Claude CAHEN (1909-1991), İslâm kaynaklarından istifade ederek objektif değerlendirmeler yapabilmiştir. (Bizantoloji ya da Bizantinistik, Bizans İmparatorluğu’nu tarih, kültür, din, bilim, politika ve ekonomi olmak üzere hemen hemen her alanda inceleyen bir bilim dalıdır. Bizantoloji’nin kurucusu olarak “Bizans” teriminin mucidi Alman filolog Hieronymus Wolf kabul edilir.)
(Bu Bölümün sonu)