MALAZGİRT MEYDAN MUHAREBESİ VE ALPARSLAN’IN HARP STRATEJİSİ
Günümüzden tam 949 yıl önce 26 Ağustos 1071Cuma günü, Malazgirt ovasında Türk ve Dünya tarihinin en önemli ve de iz bırakmış meydan muharebelerinden biri gerçekleştirilmiştir.
Türk tarihi açısından bir dönüm noktası olan bu zafer, Anadolu’nun Türklere yeni bir yurt olma imkânını sağlamış ve böylece Türkün damgasını her yere vurmasını kolaylaştırmıştır.
Kazanılan bu zafer, Türkün yiğitliğini ve insanlığı herkese gösterdiği gibi, gerektiğinde vatanı için kanını ve canını, çok daha kalabalık ve güçlü ordulara karşı durarak vermekten çekinmeyeceğini, milli şeref ve haysiyetini, manevi değerlerini her şeyin üstünde tuttuğunu, onları düşmana asla çiğnetmeyeceğini tüm dost, düşmana ilan etmiştir. Atalarımız, gelecek nesillere onların gururla anacakları, herkese iftiharla anlatacakları bir zafer hediye etmişlerdir.
Malazgirt Zaferini çok yönlü olarak incelemek ve bu zaferi yeni nesillere aktarmak için bilim adamlarımız, tarihçilerimiz tarafından çeşitli çalışmalar yaparak, zaferin daima canlı tutulmasını sağlamışlardır. Bu maksatla biz de bu çalışmamızla bir nebze olsun bu görevi yerine getirmek için gayret sarf etmekteyiz. Ancak zaferin çok yönlü anlatılmasından ziyade, savaşın oluşumunu, kuvvetlerin durumunu ve her iki açıdan orduların savaş stratejilerini irdelemeye çalışacağız.
Haydi başlayalım…
Selçuklu orduları Anadolu’ya girmeye başladıklarında karşılarında o zamanın en güçlü devleti Bizans İmparatorluğu bulunuyordu. Bu İmparatorluk dışarıdan çok heybetli, güçlü görünüşünün altında, taht kavgaları ve de çeşitli sebeplerden içten içe zayıflamış, güçlükle ayakta kalmaya çalışmaktaydı. Konuyu daha iyi anlayabilmek için şüphesiz,1071 yılı öncelerine gitmekte fayda vardır.
- Bizans İmparatorluğu veya zaman zaman kullanılan adıyla Doğu Roma İmparatorluğu, Geç Antik Çağ ve Orta Çağ boyunca Roma İmparatorluğu’nun devamı şeklinde var olan ve başkenti Konstantinopolis olan ülke. Kuruluş Tarihi; MS 11 Mayıs 330.
# Bazı kaynaklarda Bizans’ın Doğu Roma İmparatorluğu mu yoksa Batı Roma İmparatorluğu mu olduğu konusunda aklı az da olsa karıştıran farklı bilgiler verilmekte. Biz bu konuya net ve kesin bir açıklama getirelim istedik. Şöyle ki; Bizans İmparatorluğu olarak bilinen Doğu Roma İmparatorluğu, Roma İmparatorluğu’nun Doğu kısmı olarak M.S. 395‘de kurulan ve İstanbul’un 1453’te Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmesinin ardından tarihe karışan imparatorluktur. Bizantoloji’nin kurucusu kabul edilen Alman hümanist ve filolog Hieronymus Wolff’un (1516-1580) adlandırmasıyla Bizans İmparatorluğu, Romalıların doğuda sahip olduğu toprakları, Tuna’dan Germenlerin ve Slavların; Fırat’tan da Perslerin ikili baskısına karşı koruma sorunundan doğmuştur. Bu baskılara karşı imparatorluğa Roma’dan daha yakın ve daha kolay korunabilir bir siyasi ve askeri merkez lazımdı. Büyük Konstantin olarak bilinen I. Constantinus (272-337), eski Bizantion’un yerine ölümünden sonra kendi adının verildiği (Konstantinopolis) böyle bir sebeple kurdu.
- I. Konstantin veya Büyük Konstantin, Hristiyanlığı kabul eden ilk Roma imparatoru, Konstantinopolis kentinin ve Doğu Roma İmparatorluğu’nun “Büyük” lakabıyla anılan kurucusu.
Doğu Roma İmparatorluğu da denilen Bizans İmparatorluğu, üç büyük ülkeden meydana geliyordu. Balkan Yarımadası, kuzeyi Tuna ile kuzeybatısı Tuna’nın güneydoğusunda Sirmium’dan başlayan ve İşkodra’nın kuzeyine ulaşan Adriyatik, Pontus ve Doğu piskoposluklarını, kuzeydoğusunda Kafkas kıyılarını, Gürcistan ovasını, Ermenistan dağlarını ve Edessa bölgesini Fırat’ın geniş kıvrımını kapsıyordu. Afrika ülkesi: Nil’in Akdeniz ağzından Sitre Körfezine kadar olan kıyıları ve Mısır’ın özellikle zengin buğday ambarını içine alırdı. İmparatorluğun savunması Suriye, Fırat ve Tuna’nın tahkimatı ve bu son bölgedeki Kırım ileri karakolu ile sağlanıyordu. Batı Roma İmparatorluğuna göre Doğu Roma İmparatorunun daha uzun ömürlü olmasının sebeplerini coğrafi durumun korunmaya uygunluğundan ve mutlakıyetle yönetilmesinde aramak doğru bir yöntemdir. Yerleşmiş bir bürokrasinin, güçlü bir ordunun ve ihtiyatlı bir siyasetin de yardımıyla Bizans, Latin dünyası ile Yunan dünyasının birbirinden farklı siyasi birliğini böylece bin yılı aşkın bir süre sürdürebildi.
Bu zorunlu açıklamadan sonra anlatımımıza kaldığımız yerden devam edelim.
Bizans İmparatorluğu, Geç Antik Çağ ve Orta Çağ’da büyük ölçüde Yunanca konuşulan, Roma İmparatorluğu’nun doğudaki yarısıdır. Bin yıldan uzun bir süre ayakta kalmayı başaran, zengin bir sanat, edebiyat ve eğitim geleneğine sahip olan, Avrupa ülkeleri ve Asya’dan gelen istila tehditleri karşısında askeri bir tampon görevi gören bu büyük imparatorluğun mirası, kimi insanların dikkatinden kaçmış olabilir.
Bizans, MÖ. 667 yılında Megara*’daki Yunan sömürgecileri tarafından kurulan antik bir Yunan şehridir. Şehir MS 330 yılında İmparator Constantine tarafından yeniden inşa edilip Bizans İmparatorluğu’nun yeni başkenti olarak ilan edilmiş ve onun onuruna Constantinople ismini almıştır.
- Megara: Yunanistan’ın güneydoğusunda, Saron Körfezi kıyısında kurulmuş antik kent. Bugünkü Megara kenti, eski kentin akropolislerinin bulunduğu iki tepenin güney yamaçlarında yer alır. Kent MÖ 8. yüzyıldan sonra koloni kurma faaliyetlerinde başı çekti. Yaklaşık MÖ 750’de Sicilya’da Megara Hyblaia kolonisini, MÖ 650’de yine Sicilya’da Selinus kolonisini kurdu. Ayrıca MÖ 676’da Khalkedon ve MÖ 660’da Byzantion kolonilerini kurdu. Bithynia’daki Astakos ve Herakleia Pontika ile Kırım’daki Herakleia kentleri de Megara kolonisidir.
MS 476 yılında Batı Roma İmparatorluğu düşerken Doğu Roma bugün Bizans İmparatorluğu dediğimiz ismiyle devam etmiştir.”Byzantion’un” ismini Megaralısömürgecilerin lideri ve şehrin kurucusu Byzas’tan aldığı söylenir. ”Byzantium (Bizans)” ise Yunanca Byzantion kelimesinin Latinceleşmiş halidir. Bununla birlikte, ”Byzantine (Bizanslı)” terimi, modern tarihçilerin bu kültüre ithaf ettikleri bir 19. yüzyıl terimidir. Bizanslılar ise, MS 330 yılındaki Bizans İmparatorluğu’nun başlangıcından 1453’te Osmanlılara yenilmelerine kadar geçen zamanda kendilerine ”Romalı” demişlerdi.
Bizans İmparatorluğu ile alakalı geniş bir inceleme hazırlanmakta. Ancak biz bu arada bu muhteşem devlet için birkaç kısa ve de ilginç bilgiler aktaralım.
Romalıların conditum’unun (baharatlı şarap) farklı bir türü olan aromalı şaraplar, oruç günlerinde tüketilen aromalı meşrubatlar gibi popülerleşmişti. Özellikle damla sakızı, anason, gül ve pelin otu ile tatlandırılan şaraplar meşhurdu ki bu şaraplar modern Yunanistan’daki mastika, vermut, absinthe ve uzonun uzak atalarıdır.
Bizanslar deniz ürünlerini de düşkünlerdi. Özellikle ”Botargo” adını verdikleri, günümüz bottargasının (tuna balığı ve gri kefal balığı yumurtasının balmumuyla kaplanmasıyla sunulan geleneksel deniz ürünü) tuzlanmış hali olan deniz yemeğini çok severlerdi. 12. yüzyıla gelindiğinde Bizanslılar havyarı da tanımışlardı.
Antik Avrupa dünyasında belirli meyveler hiç bilinmiyorken Bizanslılar patlıcan, limon ve portakalın değerini bilen ilk halk oldular. 9. yüzyıl Vali Kitabı’na (Book of the Eparch veya the perfect )* göre, Constantinople’un fırıncıları en sevilen mesleği yapıyorlardı: ”Fırıncılar asla bir kamu hizmetini yerine getirmekle yükümlü değillerdir, ne kendileri ne hayvanları ekmeğin pişirilmesini engelleyecek hiçbir işe çağrılmazlar.” Belli ki ekmek Bizanslılar için vazgeçilmezdi.
- Kaymakamlık veya Eparç Kitabı, Konstantinopolis’in hükümdarına yönelik olarak bir Bizans ticari el kitabı veya rehberidir. Yerleşmiş gelenek ve yasalara dayanan kitap, Bizans ve Akdeniz’in ekonomik tarihinde önemli bir belgedir. Yazarı VI. Leon..
Bizans İmparatorluğu’nu büyük bir güce kavuşturan imparatorun Justinian olduğu düşünülür, Flavius Petrus Sabbatius Justinianus (Ö. 565). Justinian Batı İmparatorluğu’nun Afrika, İtalya ve İspanya’da kaybettiği bölgeleri yeniden fethetmiş ve eski Roma kanunlarını tek bir belgede toplamıştı. Yarım milyondan fazla sakiniyle Constantinople’u dünyanın en görkemli ve zengin şehri haline getirmişti. Ayrıca Ayasofya’yı inşa ettiren imparator da kendisidir. Justinian ayrıca Sezar (Caesar) unvanını kullanan son imparatordur.
610-641 yılları arasındaki Herakleios veya Heraclius(575-641) hükmü altındaki imparatorluğun ordusu ve yönetimi yeniden düzenlenmiş ve İmparator devletin resmi dilini Latince’den Yunanca’ya değiştirmiştir. Heraclius ayrıca Bizans’ın en başarılı imparatorlarından biri olmuş ve imparatorluğun sınırlarını önemli ölçüde geliştirmiştir.
İmparator Atinalı Irene*(797-802) tüm zamanların en güçlü kadınlarından biriyken annelik sevgisinden nasibini almamıştır. Tahttaki gücünü güvenceye almak için oğlu VI. Constantine’i (780-797) kör ettirmiş ve ömrü boyunca doğduğu odaya mahkûm etmiştir. Irene imparatorluğa tek başına hükmeden ilk Yunan kadındı ve özellikle İmparatoriçe değil İmparator unvanını kullanmıştı. Beşinci ve en tanınmış Abbasi Halifesi Harun Reşit (763-809) ve Frank ve Lombard Kralı Şarlman (742-814) gibi muhteşem çağdaşlarıyla aynı zamanda hükmünü sürmüş ve ilginçtir Kral Şarlman onla evlenmek istediyse de Irene bu teklifi kabul etmemiştir.
- İrini; (D. yak.752 – Ö. 9 Ağustos 803) İrini Sarantapechaina veya Atinalı İrini olarak da anılan ve tam yetkili imparatorluk gücü ile 797-803 döneminde hüküm süren Bizans İmparatoriçesidir. 775-780 döneminde kocası Leo imparatorluk yapmakta iken eşi olarak imparatoriçe unvanı taşımış ve 780-797’de genç oğlu VI. Konstantinos imparator olarak hüküm sürerken de taht naipliği yapmıştır. Tam yetkiliimparatoriçe olarak 797-803’de hüküm sürerken, imparatoriçe’ olarak unvan taşımamış ancak ‘imparator’ olarak anılmıştır.
Devam edelim..
Tahtını şiddetli ve kanlı bir baş kaldırıyla kaybeden ilk Bizans İmparatoru Flavius Mauricius Tiberius(539-602) kısaca Mavrikious Tiberius’tu. 582-602 tarihleri arasında imparatorluk yaptı. Adı en iyi imparatorlarla anılıyordu belki ama çok katı para tasarruflarına girmesi ona tacına ve hayatına mal oldu. Cephede konumlandırılan taburların kış geldiğinde evlerine dönmelerine izin vermemişti. Hatta taburların kış için erzak almalarındansa bulundukları topraktan geçinmelerini söyledi. Phokas’ın liderliğindeki orduysa isyan edip şehrin milis kuvvetleriyle gizlice anlaştı ve şehre girdi.
Nikiphoros Phokas(547-610), Bizans imparatorlarının en zalim ve çirkiniydi. Onun başlattığı moda, ardından gelen neredeyse bütün imparatorlar tarafından takip edildi: sakal bırakmak. O zamana kadar, Julian gibi Yunan ”filozof sakalı” tarzına bürünenler haricinde imparatorlar klasik Romalı tıraşlı gezerdi. Phokas’ın sakalını yüzündeki bir yaranın üstünü kapatmak için uzattığına inanılır.
Neredeyse iki yüz yıl süren en uzun Bizans hanedanı da bir şekilde sona erdi. Palaiologos(Paleologos) hanedanı; on yaşındaki oğlu ve varisi John IV. Laskaris’i kör ve mahkûm ettiren VIII. Michaelile başlayıp, Osmanlılar Constantinople’u ele geçirdiğinde savaşta cesurca ölen XI. Constantine (1405-1453) ile bitmiştir.
8. ve erken 9. yüzyıllarda, Bizans İmparatorları 730 yılında III. Leo ile başlayarak, ikonların ve dini resimlerin kutsallığını reddeden bir harekete öncülük ettiler ve tapınılmasını yasakladılar. İkonoklazm (ikon düşmanlığı) olarak bilinen bu hareket çeşitli hükümdarlar zamanında güçlenip zayıfladı ama 843 yılında, İmparator III. Michael’ın emrindeki Kilise konseyinin dini resimleri sergileme lehinde aldığı karara kadar tam olarak sona ermedi.
Birçok insanın farkında olmadığı ya da göz ardı ettiği şey günümüze kadar kalmayı başarmış klasik edebiyatın çoğunluğunun Bizans İmparatorluğu tarafından korunmuş olmasıdır. Aristo ve Platon gibi filozofların çalışmalarının büyük bir kısmı, Yunanistan ve Roma’nın tarihi metinleri eski edebiyat ve öğrenim geleneklerini sürdüren Bizanslı âlimler tarafından korunmuştur. Batıda yüzyıllardır kayıp olan çalışmalar Bizanslılar tarafından tekrar gün yüzüne çıkarılmıştır.
Birçok modern tarihçiye göre Bizans medeniyeti olmasaydı modern Batı dünyası da olmazdı. Bizans Batı medeniyetinin temellerini birçok durumda İslam istilasından korumuştur. Bu yüzden birçok âlim Bizans’a hala Batının Kalkanı demektedir. Neoplatonist(Yeni Platonculuk) Yunan bilgini Georgius Gemistos Plethon (1355-1452) imparatorluktan çıkan en önemli düşünürlerden biridir ve Batı Avrupasındaki Rönesans’ın erken öncülerinden biri olmuştur. Bizans İmparatorluğu’nun son yıllarında Hıristiyanlığın Antik Yunan ruhuna zarar verdiğini açık açık söylemiş ve Olimpos tanrılarına dönüşü desteklemiştir. 1438-39 Floransa Konseyi sırasında Batı Avrupa’ya Platon’la yeniden tanıştırmıştır.
Bizans donanması, deniz savaşlarında Grejuva ateşi,”Yunan Ateşi” dedikleri korkutucu bir sıvı kullanan ilk donanmaydı. Formülü yıllarca titizlikle saklanan bu sıvı, Bizans gemilerinin burunlarına yerleştirilen büyük sifon borularıyla düşman gemilere ve taburlara gönderilirdi. Sıvı deniz suyuna değdiği gibi tutuşur ve çok büyük zorluklarla söndürülebilirdi.
1054 yılında, imparatorluk tarihindeki en büyük dönüm noktalarından biri yaşandı: Büyük Bölünme(the Great Schism). Latin Roma Kilisesi ve Yunan Ortodoks Kilisesi birbirlerinden ayrıldı. Latinler Bizanslılara ”Yunan” demeye başladı ve bu terimi imparatorluğun 1453’de yıkılmasına kadar kullanmaya devam ettiler. Bu durum Bizans İmparatorluğu’nun mirasının modern tarihçilere göre Yunan kültürüne daha çok yöneldiğini ve Latin Roma Kilisesi’nden çok Ortodoks Hıristiyanlığı tarafından karakterize edildiğini gösterir.
Ana konumuza dönersek…
Bu iki kuvvetin durumunu incelediğimizde, Bizans’ta X.ncu Konstantin’in 1067 yılında öldüğünü, çocuklar küçük yaşta bulunduğundan onların adına kraliçe Eudoxia yönetimi ele aldığını görüyoruz. Kraliçenin idaresinden memnun olmayanların derhal harekete geçtiler ve çeşitli entrikalar çevirmeye başladılar. Saltanatı gittikçe kritikleşen kraliçe, 1068 yılında değer verdiği ve beğendiği komutanlarından Romanos Diagenos‘u kocalığa seçmiş ve tahtın başına geçirmiştir. Ancak zaman yeni imparatorun aleyhine çalışacaktır. İslamiyet’i seçen Oğuz’lar İslam dininin hamisi olmuş, İslamiyet’i yayma ve yeni fetihler için gözlerini Anadolu’ya çevirmişlerdir. Bu tehlike yeni imparatoru bazı tedbirler almaya sevk etmiştir.
Alınan tedbirler arasında, derhal bir Anadolu seferi yapılması da vardır. Bunun gerçekleştirilmesi için derhal büyük bir ordu toplanmaya başlanır. Makedonya,Trakya ve Yunanistan kuvvetleri yanında Anadolu’da, Kapadokya ve Frigya bölgelerindeki vatandaşlar silah altına çağırılır. Bunlara ilaveten Kümelideki Uz (Oğuz) ve Peçenek Türklerininden, Frank, Germen, İskandinav, İtalyan ve Normen’lerden paralı askerler de temin etmeye çalışıldı. Neticede 100.000 piyade ve bir o kadar süvari toplamayı başardı İmparator Romen Diyojen. Buna daha sonra Nikephoros Basilikes’in kuvvetleri de katılınca çok güçlü bir ordu ortaya çıkmıştır.
Bizans İmparatoru Türkleri Anadolu’dan atmanın güçlüğünü gayet iyi bildiğinden bu ordunun yeterli olmayacağı düşüncesiyle sefer boyunca da bazı kuvvetleri emri altına alarak daha da güçlü durumu geçmeye çalışmıştır. Ancak, Bizans ordusundaki asker, subay sayısını tam ve kesin olarak vermek pek mümkün değildir. Yine de bazı devir kaynaklarından bu sayının 150.000’in üzerinde olduğu söylenebilir.
YN. Bazı İslam ve Hıristiyan kaynaklarına göre bu ordunun sayısı 200.000 – 600.000 arasında değişmektedir. Bu ordunun mancınıkçı, çarkçı, lağımcı, kazmacı, arabacı ve diğer mürettebatının da 100.000 kişi tuttuğunu, kumandan ve subay (batrik) sayısının 30.000’e çıktığı, silah ve malzeme taşıyan arabaların 4.000 olduğu ve altın, gümüş ve mücevheratın da sayısız bir dereceye vardığı rivayet edilmiştir.(Kaynak; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye )
Bizans ordusunun sayıca üstünlüğüne rağmen bazı zayıf noktalarının da bahsetmek gerekir kanısındayız. Bu zayıf noktaları şöyle sıralayabiliriz;
1- Bizans ordusunun karışık ve kozmopolit yani değişik din, dil, ırk ve uluslardan oluşuyor olması,
2- Ordunun mutlak disiplinden yoksun bulunması,
3- Bizans İmparatorunun başa geçtikten sonra bazı komutanları tasfiye etmesi,
4- Komutanlar arasında çekememezlik ve büyük bir rekabetin bulunması ve birbirlerinin arkalarından çeşitli oyunlar, entrikalar çevirmeleri,
5- Ordunun iyi idare ve sevkten yoksun olması, farklı birlikler arasında organizasyon bozukluğunun bulunması,
6- Türk ve Bizans ordularının savaş düzenlerinin ve taktiklerinin farklı olması.
Yukarıda belirttiğimiz gibi Bizans ordusu sayısal açıdan üstünlük göstermesine karşın, Türk ordusunun insan gücünü şöyle anlatabiliriz. Alparslan’ın Halep dönüşü yanında 4.000 gulam* askeri, 10.000 gönüllü, 15.000 hassa* askeri, Malazgirt’in kuzeyinde orduya katılan birliklerin 20.000’i bulan askeri, Ahlat’ta katılan 20.000 asker olmak üzere gönüllüler hariç toplam 69.000 olduğu ancak bazı kaynaklarda bu sayının 50.000 civarında bulunduğu belirtilmektedir ki bize göre bu sayının az gösterilmesindeki amaç, kazanılan zaferin az sayıda askerle, çok daha kalabalık bir orduyu yendiğimizi göstererek, bundan da ayrı bir övünme kaynağı yaratmaktır. Ne yani Alparslan’ın ordusundaki asker sayısı da Bizans ordusu gibi 150.000 olsaydı, kazanılan zaferin şanı daha mı az olacaktı? Bu konuya hazırladığımız İstanbul’un Fethi yazısında etraflıca değineceğiz.
* Gulam, İslam devletlerinde kölelerden oluşan, hükümdarı korumakla görevli olan askeri birliklerdir. Osmanlı İmparatorluğu’nda kapıkulu askerleri olarak devam etmiştir. Gulam, kelime itibarıyla Arapça kökenli olup, erkek çocuk anlamına gelmektedir.
* Hassa askeri; Osmanlı döneminde, padişahı korumakla görevli asker sınıfı.
Türk ordusunun sayıca az olmasına rağmen bazı avantajlarının da bulunduğu görülmektedir. Bu avantajlara baktığımızda:
1- Türk ordusunun yalnızca davasına inanmış Türklerden oluşması,
2- Ordunun tamamına yakınının süvarilerden oluşması,
3- Ordunun çok değerli bir komutan kadrosuna sahip olması,
4- Orduda intizam, nizam ve disiplinin yanısıra moral ve inancın da yüksek olması,
5- Sevk ve idare kabiliyeti çok üstün komutanlar arasında Bizans ordusunda olduğu gibi rekabet ve anlaşmazlığın, çekememezliğin bulunmaması.
Bizans İmparatoru bütün hazırlıklarını tamamladıktan sonra, 1068 yılında İstanbul’dan hareketle Kayseri’ye kadar herhangi ciddi bir zorlukla karşılaşmadan gelmiş ve bu durum kendisine olan güvenini arttırmıştı. Ancak bu moral üstünlüğü ve Türk kuvvetlerinin nasılsa Azerbaycan’da olacağı düşüncesi, aldığı bir haberle alt üst olacaktı. Çünkü gelen öncüler, Türklerin Niksar yakınlarında görüldüğünü bildirmekteydi.
R. Diyojen derhal Sivas’a hareket etmiş, böylece Türk birliklerine darbeler vurmak istemişti. Ancak Türk birlikleri kendilerini fazla yıpratmamak için iç kısımlara geri çekilmişlerdi. İmparator bunu Türklerin savaştan çekinip kaçtıklarına yorumlamış ve yine morali yerine gelmiş bir şekilde Maraş bölgesine geri döndü. Bu bölgeleri komutası altına aldıktan sonra daha güneye Halep istikametine yönelir. Haleb’i de işgal eter ancak orada Türk kuvvetleri İmparatorun ordusunu rahat bırakmayacak, vur-kaç taktiğiyle Bizans ordusunu yıpratmaya başlayacaktır. İmparator bunun üzerine daha fazla kayıp vermemek ve daha büyük kuvvetler ile seneye yeniden sefere çıkmak için merkeze, Konstantinopolis’e geri dönmeyi uygun bulur.
1069 yılıyla birlikte Selçuklu şehzadeleri eşliğinde, Afşin, Atsız, Çavlı, Arslantaş, Dilmaçoğlu Mehmet, Sanduk ve diğer komutanların, Bizans ordularına karşı harekete geçtiklerini görüyoruz. Romanos Diagonos (Romen Diyojen) bu saldırıları durdurabilmek amacıyla yeniden sefere çıkmaya karar verir. İlk etapta Kayseri üzerinden Malatya ve Harput’a kadar bazı başarılar elde ederek, ufak çapta muharebeler kazanarak gelebilmiştir. Türk birlikleri taktik icabı Fırat Nehri’nin doğusuna çekilmiş, onunla büyük çatışmalara girmekten kaçınmıştı. İmparator bunu Türk birliklerinin korktuğuna ve kaçtığına yorumlayarak takibe karar verdi. İmparatorun gönlünde yatan, Türklerin harekât üssü Ahlât’ı ele geçirmek, doğuda kaybettiği kaleleri geri almak, en önemlisi de Türkleri Anadolu’dan atmaktı. Ancak İmparatoru yeni bir hayal kırıklığı beklemekteydi. Aklındakileri uygulamaya fırsat bulamadan, henüz Harput’dayken, Malatya civarlarında Türk kuvvetlerinin Ermeni Komutan Fleratos idaresindeki Bizans öncü ordu birliklerini mağlup ettiğini öğrenecek, morali bozulacak ve yine Palu (Elazığ) üzerinden geri dönmek zorunda kalacaktı.
Bu geri dönüşler ve bilhassa Türk birliklerinin sürekli olarak uyguladıkları vur-kaç taktiği ile Bizans ordusunu taciz etmeleri, İmparatorluk ordusunda moral ve disiplin bırakmamıştı. Asker artık seferlerden usanmış ve bir an önce Konstantinopolis’e geri dönmeyi arzular hale gelmişti. Üstelik bu son dönüş de pek kolay olmamıştı. Çünkü Türk ordusunun süvari birlikleriyle ağır zırhlı, hantal ve hareket kabiliyeti az Bizans Ordusuna kayıplar verdirmesi, geriye dönmelerini zorlaştırmıştı. Türk süvarileri Bizansın flanj gruplarına (Eski Yunanlılarda, özellikle Makedonya piyadelerinin çekirdeğini oluşturan mızraklı alay), baskın-akın-imha taktiği ile çok ağır kayıplar verdirmişler, ayrıca bu sayede ileride Malazgirt Muharebesi için önemli tecrübe kazanmışlardır. Bilhassa yanıltıcı ve sahte çekilme hareketleri, pusuda bekleyen birlikler ile desteklenmiş “Kapan Taktiği”, “Bozkır Taktiği” gibi imha hareketleri, harp oyunlarında devamlı denenen taktikler pek çok muharebede başarı kazanmalarına büyük fayda sağlamıştır.
13 Mart 1071 yılında Bizans İmparatoru Romanos Diogenis (Diyojen) kalabalık ve de iyi silahlanmış muazzam ordusuyla Konstantinopolis’ten Anadolu seferine başladı. En güvendiği komutanlarını da yanına alan İmparator, İznik, Adapazarı, Yozgat, Kayseri, Sivas yolu ile bölgede ağırlığını koymaya çalışmıştır. Bunda da bayağı başarılı da olmuştur.
İmparatorun bu seferi sırasında ünlü Komutanlarından Nikefor Bryennios, Magirators, aslen Türk olan Tarkhaniotes (Tarhan) eşlik etmişler ve İmparatorlarının hayallerini gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Bizanslılar daha önce Ermenileri yurtlarından koparıp Sivas’a yerleştirmişlerdi. İmparatorun yanında bulunan komutanlar imparatorlarına Sivas ve Erzurum’da kalıp köyleri tahrip ve Türkleri açlığa mahkûm etme tavsiyeleri yapıyorlardı. Fakat imparator bizzat İran’a gitmek ve Sultanı ezmek kararında olduğundan komutanlarını dinlemeyerek Erzurum’a vardı. Orada Şark kumandanı Ermeni Basil, Alparslan’ın korkusundan Irak’a çekildiği haberini verdi. Bu haber üzerine imparator 20.000 zırhlı askerini Gürcistan’a göndererek, arkasını emniyete aldı. Sicilya’da Araplara karşı savaşlarda ünlenen Ursel ile Tarkhaniotes’i 30.000 kişiyle birlikte Erzurum’dan Malazgirt ve Ahlat üzerine çıkarıp yolları açmayı ve Sultan’ın dönüşüne engellemeyi planladı. Kendisi de büyük ordusuyla arkalarından Malazgirt’e hareket etti.
Bu arada Nikephoros Basilikas ve birliklerinin de kendisine katılması ile Bizans ordusu daha da güçlenmiş ve kısa zamanda Malazgirt’i ele geçirmiştir. Burada kendisine teslim olan asker sivil halkı tamamen kılıçtan geçirerek katliam yapmış böylece Türklere gözdağı vermek istemiştir. Aslında Türk birlikleri Ahlâtın stratejik açıdan daha önemli olması nedeniyle Malazgirt’te az sayıda bırakılmıştı. Bu durum İmparatora kolay bir zafer kazanmasına yardımcı olmuştu.
Sevgili okuyucular şimdi burada az bir nefeslenip, imparator R. Diyogenis ve komutanları bunları yaparken, Sultan Alparslan’ın durumuna bir göz atalım.
Sultan tüm bunlar olup bittiği sırada Suriye Seferinde bulunuyordu. Azerbaycan üzerinden Anadolu’ya girmiş Malazgirt’i ele geçirmiş, Bitlis üzerinden Diyarbakır’a ve oradan da Urfa’ya yürümüştü. Urfa’nın güçlü savunması karşısında kuşatması 50 gün sürmüş neticede burayı almaktan vazgeçmiş ve Şam’a hareket etmiştir. İşte tam bu sırada Bizans İmparatorunun Türkleri Anadolu’dan atmak amacıyla Anadolu’ya girdiğini haberini almıştı. Ayrıca kendisine gelen Bizans elçisinin de Alparslan’a karşı saygısızca davranıp Ahlat ve Malazgirt’i geri istemişti. Alparslan durumun kritik olduğunu anlamış, elçinin isteği kabul edilmemiş ve derhal geri dönme hazırlıklarına başlanmıştı. Artık Bizans ordusu ile çarpışmanın kaçınılmaz olduğu anlaşılıyordu.
Alparslan ağırlıklarını bırakmış süvarilerden oluşan çevik, hareket kabiliyeti üstün birlikleriyle geriye dönmeye başlamıştır. Güney seferini oğlu Melikşah’a bırakmıştır. Melikşah Halep emiri Mirdasoğlu Mahmut İle Suriye seferini sürdürecektir.
Büyük bir telaşla ve de süratle doğuya dönüp Fırat Nehri’ni geçerken süvarilerinin ve de hayvanlarının pek çoğunu kaybettiğini yazıyor kaynaklar. Tarih 27 Nisan 1071’dir. Bununla beraber Sultan’ın imparatorun hareketini Mayıs ayının ortalarında öğrendiğine ve Artuklu (Mardin) tarihçi İbnül-Erzak’a (1116-1176) göre Meyyafarikin’e (Silvan) ve hatta Musul’a kadar gittiğine dair kayıtları, Sultanın süratli ve telaşlı dönüşü ile uzlaştırılmasını zorlaştırmakta ve ordusunu neden hazırlayamadığı sorusunu cevapsız bırakmaktadır.
Bu durumda Alparslan’ın Bizans ordusunun hareketini geç haber aldığı ve ancak Erzurum’a yaklaştığı zaman gerçek vaziyeti öğrenip hassa askerleriyle süratle o tarafa döndüğünü kabul etmek zorundayız. Nitekim bir rivayete göre Sultan Halep’ten Meyyafarikin’e (Silvan) döndüğünde, imparatorun Erzurum’a geldiğini ve oradan da ilerlemekte olduğunu öğrenir, başta Malazgirt kadısı olmak üzere kalabalık bir grubun Sultana gelip tehlikeyi ve korunma taleplerini arz etmişler. Bu haber ve istekler karşısında Sultan Erzen ve Bitlis yoluyla Ahlat’a çıktı. Türk kaynakları Alparslan’ın az bir kuvvetle muharebeyi kabule mecbur olduğunu, hatta karısını ve ağırlıklarını vezir Nizamül-mülk ile Tebriz’e ve Hemedan’a gönderdiğini, şehit olursa yerine oğlu Melikşah’ı tahta çıkarmalarını vasiyet ettiği konusunda hemfikirdirler.
Alparslan’ın ordusunu tam olarak toplamak imkânını bulamadan, Bizanslılara karşı az bir kuvvetle savaşı kabul ettiği kesindir ve kaynaklar bu konuda hem fikirdirler. Nitekim savaş alanına yakın bulunan ve savaşa şahit olan Ermeni Aristakes’in “Sultan’a ait diğer kuvvetlerin birleşmesi mümkün olamamıştır” ifadesi tüm tereddütleri giderecek bir açıklamadır. Ancak bize göre Sultan’ın sadece 15.000 hassa askeriyle savaşa girdiği konusundaki kayıtlar ya eksik ya da yanlıştır. Zira bu 15.000 kişilik ordunun dışında Bizans topraklarını işgal edip Ahlat’a dönen kumandan Afşin, emrindeki ordusuyla Sultan’ı beklemekteydi. Bununla beraber sayıları 10.000’i bulan Müslüman ve Kürt gönüllü askeri de Sultan’ın ordusuna katılmıştı.
Bu kayıt ve hesaplara göre Alparslan’ın yanında en fazla 50.000 civarında asker bulunduğuna, buna mukabil Bizans ordusunun da 200.000 kişiden eksik olmadığına hükmedebiliriz.
Sultan’ın döndüğü haberini alan Bizans İmparatoru inanmak istememiş ise de tedbirlerini almaktan geri kalmamıştır. Ortalık karışıyordu, Alparslan’ın 40.000 (ona gelen haberlere göre) kişilik bir orduyla Ahlât’a yöneldiğini haber alması ile yaklaşan tehlikeyi görmüştü. İmparator hemen kumandanları Tarkhaniotes ve Ursel komutasındaki Bizans öncü kuvvetlerini Ahlat’a yönlendirdi. Amaçları şehri almak ve mümkün olduğunca Türk askerini yok etmekti. Ancak Sultan moralini düzeltmişti, onları karşılamaya Sanduk’u (veya Saltuk) gönderdi. Bizans öncüleri baskına uğrayıp perişan oldular. Malatya’ya doğru kaçarken taşıdıkları kutsal büyük haçı Türklere kaptırdılar. Bu haç Nizamülmülk’e ve onun vasıtasıyla da Halife’ye gönderildi. Durumdan henüz haberdar olmayan ve de Sultan’ın henüz Ahlat’a varmadığını varsayan İmparator, son durumu öğrenmek üzere Ermeni kumandan Basil’i (Basilakis) gönderdi. Fakat Ahlat garnizonu bu kıtayı yok etti, öyle ki durumu İmparatora haber verecek tek bir Bizanslı sağ kalmamıştı. (Bir başka kaynak da bu olayı şöyle anlatmaktadır. 24 Ağustos günü ise, Ahlât’ın önemine binaen, Bizans İmparatoru Komutanlarından Nikefor Briyennos’u Ahlat’ı kuşatmaya göndermiş, ancak o da Emir Sanduk komutasındaki birliklere yenilmekten kurtulamamıştır. Komutanlarından Basilikas’ın esir düşmesi ve hezimete uğraması, Bizans İmparatorunun moralini tamamen bozulmuştur. YN.)
ORDULAR SAVAŞ DURUMU ALIYORLAR..
Romanos Diogenis Malazgirt’i ele geçirip, halkını katlederken, Sultan da Ahlat’tan kuzeye doğru ilerleyip Süphan Dağı’nın eteklerini takiple doğuya yöneliyor, Malazgirt’in karşısında, kaynakların Zayve Ovası (Zeho Ovası) adını verdikleri bir düzlükte ordusunu dağın eteklerine yaslayarak cephe alıyordu. Ortalarında Murat suyunun kolu, her iki tarafın askerleri de birbirlerini görüyorlardı.
Alparslan bir yandan bütün bu faaliyetleri yürütürken, öte yandan düşmana açık vermemeye ve onları yanıltmaya çalışmıştır. Böylece ordunun yerleşmesini gayet sükûnetli ve intizam içinde yürütmüş, önemli stratejik noktaları tutmaya başlamıştı. Bilhassa Malazgirt ovasının önemini bilmesi hazırlıklarını o yöne kaydırmasına ve tedbirler almasına yetmişti. Alparslan iyi bir strateji uzmanı ve her şeyi planlı yürüten usta bir komutan olduğunu her çıktığı seferde ispat etmiş, kararlarında çok isabetli olduğunu göstermiştir.Nitekim askeri birliklerinin süvarilerden kurulu oluşu sebebiyle stratejik önemi bugün bile yadsınamayan Murat yolunu (güzergâhını) seçmesi, atlarına su ve ot bulmasıyla doğru orantılı idi. Şüphesiz bunda Alparslan’ın coğrafya bilgisinin de iyi olmasının çok yararları olmuştur. Bu hususta Malazgirt’in doğusundaki bölgenin kuzeyinde yer alan sarp Katavin (Top) dağını Murat suyunun kestiğini, güneyde Süphan dağlarının dik yamaçlarında yer alan Grakül ve Ziyaret tepelerinin sahaya hâkim olduğunu, dağların Malazgirt ovasını bir hilal gibi kavradığını gayet iyi bildiğini, bunun yanında tecrübeli komutanlarından devamlı bilgiler aldığını söylemek mümkündür. Bu bilgiler ışığında Malazgirt’te Bizans’a güzel bir askeri tuzak kurması stratejiyi çok iyi bilen usta bir komutan olduğunun açık bir örneğidir.
Sultanın yanında Sav-tekin, Gevher Ayin, Afşin, Saltuk, Tarang oğlu, Ahmed Şah, Dilmaç oğlu, Artuk ve Tuti gibi çok değerli komutanlar ve Anadolu’daki savaşlarda tecrübe ve zafer kazanmış Türkmen beyleri bulunmaktaydı.
#Ancak burada bir parantez açmamız gerekiyor. Anadolu’da bir takım devletler kurmuş olan Kutalmış oğlu Süleyman ve kardeşleri, Danişmend oğlu Gümüş-tekin, Ahmed Gazi, Mengücük Gazi, Çavlı ve Porsuk Beylerin de Malazgirt Savaşı’nda bulunduklarını bazı eski tarihçiler yazmaktalarsa da bu husus bizce doğru değildir. Çağdaş kaynaklar da bizimle aynı görüştedirler. Özetle Türkiye Selçukluları devletinin kurucusu Süleyman ve kardeşlerinin bu tarihi meydan muharebesinde bulunmadıklarını burada kesinlikle belirtmeliyiz.
İmparator daha sonra Zayve (Zeho) ovasına indiğinde ise, tepelerin Türk askerleri tarafından tutulduğunu görmesi, bu da yetmiyormuş gibi, karşılarında Alparslan’ı gören Bizans ordusundaki Türk birliklerinin Sultan’ın tarafına geçmesi onu çileden çıkarmaya yetmişti. Bu kızgınlık için de Alparslan’ın elçisi Emir Savtekin’e hakaretler etmiş, Türklerin barış teklifini reddetmiştir. Bir başka deyişle Sultan, Bizans ordusunun büyüklüğü sebebiyle meydan savaşına girişmeye henüz karar vermediğinden görünüşte barış teklifinde bulunmak, gerçekte ise düşmanın durumunu tespit etmek için İmparatora bir elçilik heyeti göndermişti. Bunun üzerine Sultan Alparslan ordusunu savaş düzenine geçirip süvarilerini vadide pusuya yatırdı. Bizzat kumanda edeceği seçme 4 bin kişilik hassa askerini merkez hattına yerleştirdi.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Alparslan, bütün bu olacakları önceden tahmin ettiğinden Zeho ovasına karargâhını kurmuştu. (Selekütlü köyü civarı) Grakül tepede ise meşhur nutkunu atmış milli ve manevi şuuru en yüksek düzeyde tutmasını bilmiştir.
25 Ağustos günü ise Alparslan ön hazırlıklarını yapmaya devam etmiş, düşmanın son durumu hakkında bilgiler almış, Bizans ordusunun moralini bozmak için, gündüzleri uzaktan ok atışları, geceleri ise naralar ile ordugâhlarına dalışlar yaptıkları görülmüştür. Yine bu tarihte Alparslan ve Romanos Diogenes harp meclislerini toplamışlar, değerlendirmelerini yaparak, komutanlarına harp planlarını açıklamışlardır.
SULTAN ALPARSLAN’IN MALAZGİRT KONUŞMASI
Alparslan, 1071’de Malazgirt Meydan Muharebesi’ne girmeden evvel bembeyaz elbiseler giydi ve “Bu benim kefenimdir!” dedi. Yani kendini cihan şöhretine değil, halis bir iman vecdiyle şehitliğe hazırladı. Askerine, harbe girmeden önce şu veciz hitabede bulundu:
“Ya muzaffer olur gayeme ulaşırım; ya da şehit olarak cennete giderim. Sizlerden beni takip etmeyi tercih edenler, takip etsin. Ayrılmayı tercih edenler, gitsinler! Burada emreden sultan ve emredilen asker yoktur. Zira bugün ben de sizlerden biriyim. Sizlerle birlikte savaşan bir gaziyim. Beni takip edenler ve nefislerini yüce Allah’a adayarak şehit olanlar, cennete; sağ kalanlar gaziliğe kavuşacaktır. Ayrılanları ise, ahrette ateş, dünyada da rezillik beklemektedir.”
ORDULARIN SAVAŞ PLANLARI…
BİZANS ORDUSUNUN PLANI..
Selçuklu ordusu üzerine direk olarak yürünecek bir meydan harbi verilecek. Ordu tahkimat bölgesinde tutulacak, kuşatma ile Türk ordusunun yolları kesilecek, yiyecek sıkıntısı için mahsuller yakılacaktı. Bizans İmparatoru, kendisine ve ordusuna pek güvenmesi sebebiyle birinci görüşü uygulamaya karar vermişti.
TÜRK ORDUSUNUN PLÂNI..
Birinci Safha: Bizzat Alparslan’ın komuta ettiği geniş çevrede yer almış merkez kuvvetleri cepheden Bizans ordusu üzerine yürüyecek, tahrikler ile Bizans birlikleri Merkeze çekilecekti. Bizanslıların belirli bir mesafeye kadar girmelerine müsaade edilecek. Türk birlikleri pusudaki yerlerinden çıkmayacaklar.
İkinci Safha: Bizans ordusu taarruza geçtikten sonra zamanı gelince pusudaki birlikler kanat ve yanlarına, merkez kuvvetleri de cepheden taarruz edecek.
Üçüncü Safha: Bizans ordusunda görülecek bir gevşeme hareketi, geride ihtiyatta saklı tutulan dördüncü kuvvet, ordugâh yönünde Bizans ordusunun gerilerine saldıracak ve çift taraflı kuşatma ile düşman birlikleri imha edilecekti.
Her iki taraf da uygulayacakları savaş planları son kez gözden geçirdikten sonra beklemeye geçti. Türk tarafı ayrıca, en son sınırlarını Ziyaret tepe (Grabudo Tepesi), Grakül Tepe, Selekütlü köyü ve Karahan köyü olarak tespit etmişti.
26 Ağustos, önemli gün gelip çatmıştı. Her iki ordu da savaş düzenini almıştı.
(Gelecek bölüm.. Savaş ve Sonuçları)