ÖLÜM BİR SON MUDUR YA DA ?

ÖLÜM BİR SON MUDUR YA DA ?
06 Şubat 2018

Geçen hafta içinde bize soru olarak gelen konuların önemli bir bölümü, nedeni bilinmez “Ölmek” üzerineydi. Daha doğrusu “Ölümden sonra hayat var mı?” sorusunu irdelememizi isteyen tam 57 istek. Konu ilginç elbette, ancak ilginç olduğu kadar da karmaşık. “Var ya da yok“deyip konuyu savsaklamak bizim düşünce ve isteklerinize yaklaşım tarzımız olmadığı için, konuyu çeşitli yazılarımızda ele almaya karar verdik. Aşağıdaki yazıyı konuya bir genel giriş olarak değerlendirmenizi rica ediyoruz. Zamanı geldikçe bu konuya daha farklı açılardan yaklaşımımızı sürdüreceğiz.

İster New York’un karmaşasında, isterseniz Tibet dağlarında yaşayın, ölüm üzerinde kafa yormanız gereken bir gerçektir. Ölümü anlayabilmek, kişinin tinsel (ruhsal) gelişimi için büyük bir önem taşır. İnsanın tüm yaşam motivasyonunun altında “ölüm” yatar. Bir süre sonra yok olma korkusu insanın gelişimindeki itici güçtür. Diğer tüm korkuların temelinde ölüm korkusu vardır. Nitekim günümüz dünyasındaki öncü sektörlere baktığımızda ilk üçünün; tıp, silah ve ilaç sanayileri olduğunu görürürüz. Dikkat edilirse bunların tamamı aslında insanın ölümsüzlük arayışı ya da en azından bu dünyada daha çok kalmak istemesi ile ilgilidir. Geçmişte büyü ve sihir bugün ise yaşlanmayı geciktiren kremler, yaşlılığın etkisini azaltan vitaminler gibi sahte çözümler hep özlenen gençlik yıllarının bir sonucudur. Evet, o yıllar özlenir çünkü o yıllar algımızda ölüme daha uzaktır. O yıllar henüz içimizde ölmeyen duygular vardır. Aradığımız şey aslında o canlılıktır. Nitekim insan daima birşey vasıtasıyla esasında başka birşey ister. Örneğin; araba ister ama altında yatan istek özgür olma, statü sahibi olma, konfora ulaşmadır. Çocukluk yıllarına dönmek ister çünkü aslında aradığı şey canlılık, yaşam enerjisidir. Ölüm, insanın anlamsızlaştıramadığı ve içini boşaltamadığı tek kavramdır.

Peki ölüm nedir? Tanrı’ya açılan bir kapı mıdır? “Eğer insan öldükten sonra durumunun ne olacağını bilseydi, dünya yaşamında kalmak istemez, her an Tanrı’ya kendini öldürmesi için dua ederdi.” diyor Geylani. İsterseniz soruya şöyle başlayalım “Gerçekten yaşıyor muyuz?”.“Bu sözlerin yorumunu bulan ölümü tatmayacak”cümlesi ile başlayan Thomas İncili’nin 18. kelamında İsa peygamber kendisine “Son”u soran havarilerine “Sonu aradığınıza göre başlangıcın perdesini mi açtınız? Başlangıç nerede ise son orada olacak ve mesut kimseler başlangıçta durarak ölümü tatmayacak”demiştir. Mikro düzeyde bakıldığında ölümü anlamak için önce yaşamı anlamak gerekir. Sanılanın aksine ölüm yaşamın tersi değildir, “Ölüm doğumun zıttıdır.” Yaşam, süreklilik içinde ölüm ve doğumu barındıran çok daha geniş bir kavramdır. Yaşam sonsuz bir döngüdür, yalnızca soluk almak, kalp atışı ve kan dolaşımı değildir. Ölüm anında, yaşamınızın bir bölümü (ki insanlar bunun yaşamınızıntamamı olduğunu sanır) sona ermiştir. Oysa sona eren, sonsuz bölümden oluşan bir kitabın içindeki bölümlerden biridir yalnızca. Bu bölümün bitmesi, kitabın bittiği anlamına gelmez. Kim bilir belki de bu nedenle ölüm anında tüm yaşam bir film şeridi gibi insanların gözünün önünden geçer ki bu diğer bölüm için hazırlık olsun? Aslına bakılırsa daha doğmamızla birlikte geçen her saniye ölüme yaklaşırız. İmam Ali; “İnsanların solukları ecellerine doğru attıkları adımlarıdır” der. Ölüm ani bir olay değil bir süreçtir. Ve gelişen bilim bize göstermektedir ki, yaşamak için vücudumuz sürekli ölüm deneyimleri yaşamaktadır. Yani ölüm kavramı yaşamla iç içedir. Ölüm, yaşamın hizmetindedir ve yeni yaratılışa olanak sağlar.

1972 yılında John Kerr, Andrew Wyllie ve Alastair Currie tarafından yapılan çalışmalardan sonra bilim Grekçe apoptoz yani yaprak dökümü kökünden gelen “Apoptosis” kavramına ulaştı, yani “Programlı hücre ölümü”. Aslında apoptosis doğumu hazırlayan bir ölüm. Rahimde birer embriyo iken hepimiz ilkel gelişim evrelerinden geçtik, larva kuyruklarımız, balıksı solungaçlarımız, parmaklarımızın arasında perdelerimiz ve en şaşırtıcısı birçok beyin hücremiz vardı. Burada aklımıza Ernst Haeckel’in insanın anne karnında geçirdiği 40 haftadaki evrelerin kendi türünün milyonlarca yılda geçirdiği evrimin özeti olduğunu iddia ettiği “Rekapitülasyon Kuramı” gelmektedir. Yeniden apoptosise dönecek olursak, nörologlar beyindeki hücre sayısının doğumla azamiye ulaştığını, daha yüksek bir zekanın kendi hassas bağlantılar ağını kurabilmesi için bebeğin ilk gelişim aşamalarında bu hücrelerin milyonlarcasının feda edildiğini keşfettiklerinde şaşırdılar. Bakteriler ile savaşan bağışıklık hücreleri mücadeleden sonra vücudu zehirlememek için kendilerini öldürürler nitekim her hücre gerektiğinde kendini yok edecek P53 genine sahiptir. Retina hücreleri, deri hücreleri, kan hücreleri, mide hücreleri yaşamın bir garantisi olarak sürekli ölmekte daha doğrusu yenilenmektedir. Ve bu ölüm ve tekrar doğum döngüsünde yeni gelen mide hücresini genetik kodla gelen 13,8 milyar yıllık hafızası kendisine aktarıldığı için tıpkı ölen hücre gibi işlevini eksiksiz yerine getirebilmektedir. DNA’mızı oluşturan karbon, oksijen ve hidrojen bile her altı haftada bir değişir. Aslında ölen sadece hücreleriniz değildir.

Kendimizden örnek verirsek; 2 yaşındaki halimiz ölmedi mi? Ya da 30 yaşına gelebilmek için 20 yaşındaki halimiz ölmedi mi? Bu arada konuyla ilginç bir istisnayı da paylaşmak istiyorum. Thomas İncili’nin 22 inci kelamında İsa Peygamber; Yeniden bebekler gibi olmadıkça Tanrı’nın melekutuna giremezsiniz” diyor. Vücudumuzun anne karnındayken yaratılan ilk sekiz hücresi hayat boyunca ölümsüzdür ve asla değişmezler. Diğer hücrelerin tersine birbirlerinin tıpatıp aynısıdırlar. Bu hücreler bedenin tam geometrik merkezi olan perinededirler. Kadınlarda perine anüs ve vajina arasında, erkeklerde anüs ile testislerin arasındadır. Buralar aslında enerji çıkış merkezleridir ve küçük bebeklerin kafalarının tepesi ile perinlerinin nabız gibi atmasının nedeni bu enerji akışı yani doğru nefes alımıdır ki bu “Merkaba” nın temel anlayışıdır…

Bebekleri dikkatli incelersek aslında pek çok sorunun yanıtını buluruz. Bebekler dünyaya geldiklerinde mutsuzdurlar ve o nedenle ağlarlar. Bilinmeyen, yabancı bir dünyaya geldiği için, annesinin korunaklı karnından çıkarak üşüdüğü için çığlık atarak ağlarlar. Bebekler ve çocuklar ölümü hiç düşünmezler. Bizim tersimize enerji doludurlar. Ölümden korkmadan çok tehlikeli şeyler yaparlar, korkmazlar çünkü belki de geldikleri yere ilişkin anıları daha tazedir? Korkacak birşey olmadığını yeni tecrübe etmişler. Büyükdükçe o anılar silinir ve ölüm korkusu başlar. Yaşamın bu şekilde bize “sürekli” gelmesinin nedeni aslında konuşmanın başında sorduğumuz “Gerçekten yaşıyor muyuz?”sorusunun cevabının“Hayır”olmasıdır.Çünkü ego yok olmamak yani süreklilik ister. Bunu da bütün hayatımızı bir sıraya koyarak ve “An’ı” bize yaşatmayarak yapar. Eğer beynimiz sürekli gelecek ya da geçmişle meşgulse yani “An’ı” yaşayamıyorsak o zaman bir rüyadayız demektir. 20’li yaşlarda 30’ların rüyası, sonra 40’ların hayali 50’lilerin planları, sonra 60’larda 20-30 ve 40’lı yaşların özlemi gibi.. Herhangi bir yaşa bağlı olmadığımızı idrak edip “An’da” kalabildiğimizde içimizdeki o “Tanrısal zamansız özü” fark etmişiz demektir. İşte o zaman ölüm korkusu giderek yok olmaya başlar. O zaman sizin bedeninizin içinde değil, bedeninizin sizin içinde olduğunu ve aslında ölümde ruhun bedeni değil, bedenin ruhu terk ettiğini anlarsınız. Hindistan’daki bilgelerin kullandıkları ve “Uzay” anlamına gelen “Akaşa”sözcüğü farkındalık alanını ifade eder. Onlara göre öldüğünüzde hiçbir yere gitmezsiniz çünkü akaşa boyutundasınız. Bugün kuantum fiziği ile günümüz insanının bunu anlaması artık imkan dahilindedir. Dört duvar bir çatıdan oluşan bir ev düşünün. Eğer ev yanarsa duvarlar ve çatı çöker. Ancak içindeki alan bundan etkilenmez. Bir mimar yardımı ile evi yeniden tasarlatıp, inşa ettirebilirsiniz. İçindeki alan hala etkilenmemiştir. Bir ev inşa ederek sadece sınırsız olan uzayı içerisi ve dışarısı diye bölüyorsunuz. Bu bölme bir yanılgıdır. Eski bilgeler bedenimizin bu ev gibi olduğunu söylemişlerdir. Duvarların örülmesi doğum, yıkılması ise ölümdür ancak etkilenmeyen o alan ruhtur ve daima varolmaya devam eder. Tüm acıların ve telaşın nedeni insanın kim olduğunu bilmemesidir. İnsan kendisini “Salt bedenden” ve yaşamı sadece doğum-ölüm arasındaki süreden ibaret sandığı için yaşadığı olumsuzlukları büyük acılara çevirmekte ve hiç bitmeyen hayallerine kavuşmak için sürekli stres içinde koşuşturmakta ve “An’ı” kaçırmaktadır. İnsan herşeyi o denli hızlı yapmaya şartlandırılmıştır ki, yapılan işten keyif alması mümkün değildir. İşleri bir şekilde bitirir ve hemen diğer işlere başlar. Çünkü sanır ki mutlu olmak için, zengin olmak için, başarılı olmak için tek bir şansı vardır. Mutluluk veren herşey günümüz insanına zaman kaybı gibi gelmektedir. Bir saat sessizlik içinde oturamaz çünkü zihni hemen “Nedenvaktini boşa harcıyorsun?” diye onu rahatsız etmeye başlar. Bu baskı sadece hayatın hakkını verememesine değil aynı zamanda o hayalleri çoğu zaman gerçekleştirememesine ya da büyük bedeller yüzünden anlamsızlaştıktan sonra gerçekleştirmesine neden olur. Ve insan kim olduğunu bilmediği sürece tatmin olmadığı için hayaller yerini daha yüksek hayallere bırakır ve birey sürekli yeni hedeflere koşturmaktan yorularak kozmik yaşam enerjisini kaybeder.

Kimbilir Batı dünyasının, onca zenginliğe ve konfora rağmen gergin olmasının, tinsel gelişimini sağlayamamasının nedeni bu olabilir mi? Örneğin; iş hayatında bir iş için kalan sürenin azlığını ifade etmek için sıklıkla kullanılan bir kavram.. “Deadline” yani “Sonan”.. Ölüm anı.. Biz bu kelimeyi her kullandığımızda vücudumuzun biyolojik saatini hızlandırdığımızı bilsek yine de bu sözcüğü kullanır mıydık? Tabiatta insan dışında acele eden bir canlı var mı sizce? Büyümek için acele eden bir ağaç ya da aslan gördünüz mü? Bunların ortak özelliği hepsinin kendi doğalarını sakince izledikleridir. İnsan olarak tek bir yaşamımız varsa, bunun üçte biri uykuda, üçte biri aralıksız çalışarak, kalanı da kendimizle ya da yakınlarımızın sorunlarıyla uğraşarak arda kalan zamanlarda da eğitim, sinema, spor, siyaset gibi günlük konularla geçiyor.. Eğer hayat buysa ve siz 70 yılda kendinize 7 dakika ayırmışsanız bilge birisiniz.. İç yolculuğunuz için tüm ömrünüz boyunca 7 dakika hatta onu bile ayıramadıysanız kendinizi nasıl bulacaksınız? Ölümün bir son olmadığı nasıl kavranacak? Oysa Hintli rishilerin dediği gibi; “Birşeyi bilerek herşeyi bilebilir insan. O da kendisi.” Masonlukta hepimizin aşina olduğu “Kendini bil, kendini tanı” mottoları bunu ifade etmez mi zaten? Zira bu bilme ve tanışma gerçekleştiğinde insan aslında evrendeki yerini anlayacak ve aslında kendisine yük olan sıfatlarından kurtulacaktır. Doğumdan öncesini ya da ölümden sonrasını elimizdeki bir televizyon kumandası ile hayal edebiliriz. Biz CNN Türk’ü açıncaya kadar onu göremeyiz ya da sonrasında NTV’e geçinceye kadar NTV bize gözükmez. Ancak bu, açmadan önce onların var olmadıkları anlamına gelmez. Nitekim elektromanyetik titreşimler olarak vardırlar ama biz onları düğmeye basıp frekansı değişince görmeye başlarız. Acaba doğum ve ölüm ile arasındaki süre de böyle olabilir mi? Görmüyoruz diye bir şeyin olmadığını iddia etmek ne kadar doğru? Nitekim insan duyu organları ile dünyayı algılar ancak duyu organları insanı aldatabilir. Örneğin; dünya saatte yaklaşık 1.700 km hızla dönerken biz sabit sanarız, ya da baktığımızda onu düz görürken aslında yuvarlaktır. Yunus ve balinaların tersine bazı infrasonik ve ultrasonik sesleri duyamayız. Bu o seslerin varolmadığı anlamına gelir mi?

Nitekim NASA artık gezegenlerin seslerini kamuoyu ile paylaşıyor. Ya da arıların ve bazı polaroid gözleri olan böceklerin gördükleri güneşle bizim gördüğümüz güneş aynı mı? Hayır. Peki o zaman güneş gerçekte nasıl birşey? Atların gördüğü gökyüzü gri iken bizim ki mavi.. Peki gökyüzü aslında ne renk? Fiziksel dünyanın tek gerçek olmadığını anlayan ve kendisinin “BİR’inbir parçası olduğunu fark eden insan, doğumu dört temel element olan ateş, su, toprak ve havanın bir araya gelmesi, ölümü de bu dört elementin özüne yani kendi kaynağına dönmesi olarak algılar ve aradaki süreyi bir deneyim olarak kabul eder. Ölümsüzlük için esas olan ruhsal gerçeklerin farkına varmaktır yani ruhtan doğmaktır, gerçek doğum budur. Gerçek doğum, doğum-ölüm dualitesinden çıkarak boyut atlanmasıdır. Nitekim İsa Peygamber Yuhanna İncili 3/1-12’de “Bedenden doğan bedendir, ruhtan doğan ruhtur. Rüzgâr istediği yerde eser, sesini duyarsın ama nereden gelip nereye gittiğini bilmezsin. Ruhtan doğan herkes böyledir” diyerek yeniden doğum ve ölümsüzlüğe değinmiştir. En büyük simya bedenden doğumu, ruhtan doğuma dönüştürmektir. İşte bu durumda ölüm sizi değil siz ölümü öldürmüş olursunuz. Bedenle özdeşleştiğiniz zaman beden siz olursunuz, o zaman ölümlüsünüzdür ve ölüm korkusu mevcuttur. Bedenle özdeşleşmediğiniz zaman bir gözlemci, saf bilinç ve zihinsizlik olursunuz. İnsan-ı kamil olma yolculuğunda Mevlana ise her aşamanın değerli ve gerekli olduğuna inanır. “Nasıl ki yüz basamaklı merdivende iki basamak eksik olsa çatıya çıkamazsın, yüz metrelik ipte iki metre eksik olsa kuyudan su çekemezsin, o zaman seni mezara sokan değil nura kavuşturan ölümle öl” der.

Hint geleneğinde “Mokşa” olarak tabir edilen Sanskritçe kökenli bir kelime vardır ve özgürlük anlamına gelerek “Samsara” olarak bilinen doğum-ölüm döngüsünden kurtulmayı, saf bilince ulaşmayı tanımlar. Ölümü bir sanat olarak geliştiren kültür ise Tibet kültürüdür. Binlerce yıllık bilginin kaynağı olan Tibet Ölüler kitabı insanlara ölümü anlatan bir rehberdir ancak Batı Dünyası bu kaynak ile 1927 yılında tanışmıştır. Çağımız bilim insanı Prof. Rick Strassman, bilimle inanç sistemlerinin kesiştiği noktalardan birisi olarak kendisine ait bir anekdotu anlatıyor. Strassman, bir gün  Tibet Ölüler Kitabı’nda, insanın öldükten 49 gün sonra başka bir bedene enkarne olduğunu okuyor. Sonrasında DMT’nin kaynağı olan pineal bezin de, ilk belirdiği zamanın 49 gün olduğunu fark ediyor. Tüm dünya yaşam sanatı ile uğraşırken Tibetliler “Bardo” adını verdikleri ölüm bilimine odaklanmışlardır. Bardoda, doğum ve ölüm döngüsü “Tekerleğin dönmesine” benzetilir. Bu döngüdeki her değişiklik form değiştirme olacaktır. Tibet’de ölülerin arkasından okunan mantra olan “Bardo”nunana teması, insanın ölüm anında tanık pozisyonuna geçmesi ve gerçek doğasını tanıyarak ölürse “Tekerleğin duracağıdır”. Peki bu gerçeğin farkına varmak nasıl olacaktır? Bilinen bir cevap  “Aydınlanma” ile.. İnsanlık sınıfının mezuniyeti “Aydınlanma”dır.. Aydınlanmamışsanız yaşam çirkindir ama aydınlanınca ölüm bile güzelleşir. İşte o zaman Evrenin Ulu Mimarı’na açılan bir kapı olur ölüm. 12 bin sene öncesine ait Mu Uygarlığında “Büyük Kaynaktan gelen insan ruhunun şanlı sonu Tanrı’ya geri dönüştür” ifadesine rastlanır. Ve bunun yolu tefekküre dayalı derin bilgi, dikkatli gözlem ve sonunda yaşamaktan yani deneyimlemekten geçer.. İnsan ancak bu aşamalardan sonra “Biliyorum”diyebilir. Bilmek demek yaşarak emin olmak demektir. Güneşe inanmazsınız, güneşi bilirsiniz.. İşte amaç özün özünü bilecek kadar inancı geride bırakmaktır. Bilince, inanca ihtiyacınız kalmaz. Bir sinema hayal edelim, perdede bir film oynuyor. Siz filmde rol alıyorsunuz.. Bu sizin filminiz. Aydınlanma bir an için de olsa filmin dışına çıkıp koltuğa oturup kendi filminizi izlemektir. Elbette aydınlanmanın da dereceleri var. Eğer sadece filmin dışına çıkmayıp oranın bir sinema olduğunu fark ederseniz, hatta kapının dışına çıkıp orasının bir bina olduğunu fark ederseniz bunlar aydınlanmanın üst boyutlarıdır. Elbette binanın içinde olduğu sokağı, şehri ve diğer varlıkları görmenin her biri bir derecedir. Bunların arasında gezmek ve istediğinde tekrar sinemaya girip filme dahil olmak gerçek üstadlıktır. Aydınlanmanın özü rolüne kendini kaptırmamaktır ve dilediğin gibi ama doğru yöne gezinebilmektir. Ruh, ihtiyaçsız bir varlıktır. Oysa bedendeki hayatında ihtiyaçlılığı öğrenmiş olur. Bu nedenle sürekli özlem içindedir.. Bilgeliğe ve ihtiyaçsızlığa özlem. Verilen mücadelelere, kazançlara, edinimlere, her türlü ihtiyacın giderilmesine rağmen hala “Öz” de tatmini yakalayamamasından dolayı hüzün duyar. Aydınlanma, özün fark edilmesi ile yuvaya duyulan özlemin sona ermesini sağlar. Arabayı kullanıyoruz ama araba değiliz, elbise giyiyoruz ama elbise değiliz. Asansöre biniyoruz ama bastığımız kata geldiğimizde düğmeye basanın biz olduğunu unutup, içinde çok zaman geçirdik diye kendimizi asansör zannedip inmemezlik yapmıyoruz. Zaman ve mekana bağlı olarak ancak 3 boyutlu düşünebilen insan beyni, sınırlı kapasitesi ile sınırsızlığı, bilincine rağmen bilinçsizliği anlayamaz. İnsanın hakikatı anlaması hatta yaşaması için alıştığı yaşamdan ayrılması gerekiyor. Balık denizin içinde ama denizi arıyor.. Oysa her yer deniz. Peki balık denizi nasıl fark edebilir? Bir an için dahi olsa suyun dışına çıkıp görmesi lazım.. Dualiteyi aşabilen insan ise sıcak ve soğuğu farklı kavramlar olarak değil ısıya yani teke ait farklı dereceler olarak görür. Doğum ve ölüm için de aynı şey geçerlidir. Hiçbirşey ölmez sadece form değiştirir. Bu konuda Mevlana’nın dikkat çeken bir şiiri vardır;

“Taş olarak ölmüştüm, bitki oldum,

Bitki olarak öldüm ve hayvan oldum,

Hayvan olarak öldüm, o zaman insan oldum.

Öyleyse ölümden korkmak niye?

Hiçbir sefer kötüye dönüştüğüm ya da alçaldığım görüldü mü?

Bir gün insan olarak ölüp, ışıktan bir yaratık, rüyaların meleği olacağım.

Tanrı’dan başka herşey kaybolacak,

Hiç kimsenin görüp duyamadığı olacağım,

Yıldızların üzerinde bir yıldız olup,

Doğum ve ölüm üzerinde parlayacağım.”

 

Özne-nesne ayrımına dayalı batı düşüncesi güçlü bir benlik ve evrenden bağımsız dünyaya hükmetmeye çalışan bir insan yaratıyor. Bunun sonucunda insan pek çok “Nasıl” sorusuna yanıt bulsa da “Neden”sorusuna yanıt bulamıyor. Örneğin; nasıl dünyaya geldiğimiz anlatılıyor ama “Neden” dünyaya geldiğimiz konusunda çoğu insanın kafası karışık. Aslında bu, belki de olması gerekendir. Belki de zaten amaç bu deneyimin birey bazında yaşanması. Ama esas özgürlük tüm evreni karşına almaktansa sevgi ve bilgi ile kozmik bütünün bir parçası olduğunu fark ederek gerçek özgürlük & hürlük içinde yaşamak. İşte o zaman belki de güneşin gerçek varlığını algılayabilir, evrene dışarıdan değil içeriden bakabiliriz. Sufi Kabir’in dediği gibi; “Bir damlanın okyanusa karışıp kaybolduğunu hepimiz biliriz de, bir okyanusun damlaya karışıp kaybolduğunu pek azımız.” Mevlana da bir rubaisinde; “Ben hem aşık hem maşukum, ben hem aynayım hem güzelliğimi hem de aynadaki güzelliği seyreden” demektedir. Aslında ölüm herkese kendi renginde görünür. Ölüm, ölümü felaket göreneler için felaket, bir kavuşma olarak görenler için kavuşmadır. Ölüm, bir aynadır. İyi ve kötüyü, mutluluk ve pişmanlığı, doğru ve yanlışı göstermekten çekinmez. Ölüm korkusu, aslında hayatın istenildiği gibi yaşanamadan sona ermesi korkusudur. Yani aslında boşa geçen bir yaşam korkusudur. Asıl bizi korkutan geride bıraktığımız dünya hayatından ve eserlerimizden memnun olmama duygusudur. İnsan-ı kamil yani küp taş hedefimize yaklaştıkça ölüm korkusu yerini ölümsüzlük duygusuna bırakır. Ölümsüzlük, ruhun keşfidir.“Ölümden ne korkarsın, bil ki ebedi varsın” diyen Yunus, bu gerçeği ifade etmiştir. Ölümsüzlüğü bedende değil ruhta aramak gerekir. İsa Peygamber Yuhanna İncili 8:57-59’da kendisine Sen daha elli yaşında bile değilsin, İbrahim’i de mi gördün diyenlere, size doğrusunu söyleyeyim İbrahim doğmadan önce ben vardım” demiştir. Övüneceğimiz bir eser yaratmadığımız sürece, her ölüm erken olacaktır. Anlatacağımız hikâye insan ömrünün 800-1.000 sene arası olduğu döneme aittir. Bu hikayede bir kadın ağlayarak Nuh Peygamber’e gelir ve oğlu 275 yaşında öldüğü için ne kadar üzgün olduğundan dert yanar. Nuh Peygamber; “Bu kadar üzülme, ileride bir insan topluluğu gelecek ve ömürleri sadece 70-80 sene olacak, onlar ne yapsın?” der.  Kadının cevabı ilginçtir; “Ev de yapacaklar mı?”.Yani bizim hayatımızı ev sahibi olmaya değmeyecek kadar kısa görür. Ve bu hikayede esas dikkat çeken husus, 275 yıl yaşansa dahi insanın hayata doymayacağıdır. Bunun istisnasını Hint geleneğinde ve tasavvufta görmek mümkündür. Bu da “İradi ölüm” dür. Nitekim yeniden doğabilmek için önce ölmek gerekir. Gerçek anlamda bunu yapabilen insan ölümsüzlüğe adım atar. Nitekim dünyanın bir yerinde güneş battığında, diğer bir yerinde doğuyordur. Yani batan aslında güneş değildir o daima vardır ama insanın fiziki realitesi onu sürekli batıp, doğarken görmektedir. Tıpkı ağaçların her sonbahar ölüp, her ilkbaharda dirilmesi için tabiat sürekli bir yaratım içindedir.

İşte insan yaşamı da böyledir. Aslında her ölüm bir doğumdur. “Anne karnında cenin iken gıdan kandı, doğduğunda bebek oldun ve gıdan süte döndü, sütten kesildin bu defa lokma yemeye başladın, artık lokmadan da kesilip hakikat ile beslenmeye başla”diyor Mevlana. Önemli olan evrenle “BİR” olma seviyesine yükselmektir. Nasıl ki aynı cins iki canlı kuşu birbirine bağlarsan dört kanatla uçamaz, oysa bir ölü kuşu canlı kuşa bağlarsan ikilik kalmadığı için uçabilir. İşte hakikat yolculuğunda ezoterik ölümü gerçek anlamda yaşayanlar bilinçlerindeki ikiliği yok etmeleri nedeniyle gerçek yükselmeyi yaşayabilirler. Bu yolculuk, sahte olandan gerçeğe, fani olandan ölümsüze, karanlıktan aydınlığa doğru yapılan sonu olmayan bir yolculuktur. Hakikat, herhangi bir bilgi ya da sıradan bir gerçek değildir, hiçliktir, herşeydir, sınırsızlıktır. İnsanlar rutin hayatlarından ölümden korkarlar çünkü nasıl birşey olduğunu bilmezler. Aşkın ne olduğunu, aşık olmuş birini dışarıdan gözlemleyerek anlayabilir misiniz? Göreceğiniz şeyler nedir? Aşıkların sarıldığını görürsünüz ama sarılmak aşk mıdır? El ele tutuştuklarını görürsünüz ama aşk el ele tutuşmak mı demektir? El ele tutuşamayan aşıklar ya da tutuşmasına rağmen aşık olmayanlar yok mudur? Dışarıdan bakarak aşka ilgili başka ne keşfedebilirsiniz? Keşfettiğinizi sandığınız herşey kesinlikle boştur. Gördükleriniz aşkın ifadeleridir ama kendisi değildir. Aşk yalnız yaşayanın bilebileceği birşeydir. İşte evren, yaşam ve içindeki ölüm olgusunu da böyle bilmek gerekir. Tıbbi olarak ölüme yakın deneyim yaşayanlar (NDE) ve derin meditasyon yapanların ölüm korkusunu aşmaları mümkündür. Meditasyon ve ölüm oldukça benzer deneyimlerdir. Her ikisinde de zihin yoktur. Geriye saf benliğiniz kalmıştır. Meditasyon insanı ölüme hazırlar. Ölmeden önce ölümü tanımanızı sağlar. Ve bir defa ölmeden önce öldüğünüzde ölüm korkusu sonsuza kadar kaybolur.

Aktris Shirley Maclaine; “Dua, Tanrı ile konuşmaktır, meditasyon ise içinizdeki Tanrı’yı dinlemektir.”sözüyle gerçeği çok güzel ifade etmiştir. Beden, dünyanın en pahalı laboratuarıdır. Ölüm korkusu zihindedir. İnsan ruhu ölümsüz olduğunu bildiği için insanın bir kısmı ebedi yaşayacakmış gibi çalışır, yazar, çizer yani sürekli uğraşır. “Korku ile yüzleşme” için zihin ile bedeni ayırmak gerekir. Zira ancak o zaman zihnine dışarıdan bakabiliriz. Bir çocuk, boş ve karanlık bir odada ışığı açınca korkmamaya başlar. Çünkü onu korkutan zihninin odada ne olduğunu bilmemesi üzerine yazdığı senaryolardır. Işık, bilinmezliği yok ettiği için korkuyu da öldürür. Ölüm korkusunun kaynağı olan bilinmeyene adım atma, yerini deneyime dayalı bilgiden kaynaklanan korkusuzluğa bırakır. Aslında ölüm üzüntüsünün altında dahi sevgiden mahrum kalma endişesi vardır. O nedenle birisi öldüğünde yakınlarının üzüntülerinin kökeninde bir daha o sevgiyi ve şefkati tadamayacak olduklarına dair inanç vardır. Alternatifi olmayan yakınların kayıplarında bir süre için hayata küsülmesi bu yüzdendir. Ölümden daha güçlü tek duygu, piramidin üstü sevgidir. Bir kadın düşünün, elbette herkes gibi hayatta kalmak için herşeyi yapar, en temel korkusu ölümdür. Fakat çocuğunun hayatı söz konusu olduğunda anne sıfatıyla kendi canını hiçe sayarak çocuğunu kurtarmaz mı? İşte sevgi tüm duyguların en güçlüsüdür.

Ölüm hakkında biraz fikir sahibi olabilmek için en fazla gürültünün olduğu yer olan zihni susturmak gerekir. Zihin zaman ve mekanla sınırlıdır. Bir noktaya kadar akıl bir noktadan sonra ise hikmet ile varılabilecek idrak denilen mistik seviyede zihin durur. İşte o anda zaman ve mekanın ötesine geçilmiştir. Ödünç alınmış tüm bilgiler zihinden düşer. Zihinsizlik dünyasında kalabilirsen, yapanın sen olmadığını ancak senin üzerinden yapıldığını anlarsın. Hardal tohumundaki kozmosa şahitlik edersin. Lao Tzu, zihinle ilgili tehlikeye şöyle dikkat çekiyor; “Beni zihinle dinlersen anlattıklarıma gülersin, zihinsiz dinleyebilirsen aydınlanırsın.” Çünkü sınırlı olan sınırsızı kuşatamaz. Nitekim Kant’da benzer bir şekilde “Dünya için zorunlu olan aklın bazı kısımlarını kaybetmeden, ölüm ve öteki dünya hakkında net bir fikir edinilemez”demiştir. Rutin yaşamda insan zihninin kontrolündedir ancak olması gereken zihni kontrol edebilmektir. “Üstün yoğunlaşma” anlamına gelen Samadhikavramı; bedenin yok olduğu, unutulduğu, hissedilmediği daha doğrusu aşıldığı haldir. İğne batırılsa, ateş değdirilse acı hissetmezsiniz. Bu açıdan ölüme çok benzer. İşte o zaman ayaksız yürüyebilir, kanatsız uçabilirsiniz. Ölüme benzeyen bir diğer deneyim ise uykudur. Uyku küçük bir ölümdür. Kuran’da Zümer Suresi’nin 42 nci ayetinde Tanrı’nın (ölen) insanların ruhlarını öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında aldığı”ifade edilmiştir.Peki ya bu yaşamımız bir rüyaysa? Filozof ve yazar Gurdjieff düşünce sistematiğini, insan yaşamının bir uyku hali olduğu ve uyanmak için özel bir içsel çaba gerektiği gerçeği üzerine kurmuştur. Bu çaba ile insan daha yüksek bir bilinç ve farkındalık seviyesine ulaşır. İnsanın gerçekte tek hastalığı vardır o da uykuda olmasıdır. Şifa aydınlanmaktır, uyanmaktır. Farz et ki rüyanda kolun başın koptu, gerçekten olmuş mudur bu? Uyanınca bakarsın ki, kafan da kolun da yerinde duruyor. Anlarsın ki bu bir rüyaymış. İşte tüm gerçek dediğin hayatı da böyle bil sen..”diyorMevlana. Bu gözle bakarsanız Oscar ve Golden Globe ödüllü Avatar filmi de farklı bir boyut kazanabilir. Hatırlarsanız o filmde de, insanlar tüplerin içinde uyurlarken farklı bir gezegende değişik bir canlı formunda bedenleniyorlar ve aynı şekilde aşık olup, yaşayıp, savaşıp, beslenip, eğlenip ölüyorlardı. Rüyanın anlamsızlığının fark edilişi, rüyadan uyanmanın da başlangıcıdır. Kutsal kabul edilen metinlerin pek çok yerinde bu dünya hayatının oyun ve eğlenceden ibaret olduğu anlatılarak geçici olduğu sıklıkla hatırlatılmış ve gerçek ve sonsuz hayatın Tanrı’nın yurdunda olduğu anlatılmıştır.. Kim bilir belki de o nedenle Hz. Muhammed “İnsanlar uykudadırlar ve ölünce uyanırlar”demiştir.. Filozof, peygamber ve benzeri sıfatlara sahip büyük inisiyeler hakikate ilişkin olarak daima uyarıda bulunmuşlardır. Ancak insanın egosundan sıyrılıp hakikat yolunda yürümesi ne kadar mümkün olmuştur? Nitekim Hz. İsa da; “Size davul çaldık oynamadınız, ağıt yaktık ağlamadınız.”diyerek insanların bu konudaki ilgi ve bilgi eksikliğini ifade etmiştir.

Aslında Tanrı ile insanı birbirinden ayıran temel fark; ölümsüzlüktür. Delphi ve Mısır mabedlerinde yazdığı gibi Tanrılar Ölümsüz İnsanlar, İnsanlar Ölümlü Tanrılardır”. Bu nedenle insanlar binlerce yıldır ölümsüzlük arayışında olmuştur. Ölümünden 3.000 yıl sonra ruhun tekrar cesede gelerek beraber yaşayacaklarına inandıkları için ölüyü mumyalayan Mısırlılar ölümden sonra yaşamaya elverişli ilk mezarı piramit olarak Sakkara şehrinde inşa etmişlerdir. Aslında sonu anlamak için sahiden başa gitmekte fayda var. Bu konuda ilginç kayıtlar British Museum’da 78943 numara ile kayıtlı “Atrahasis” tabletlerinde yer almaktadır. Bu tabletlerde, dünyada yaşayan insanımsı bir ırkın dişisine ait yumurtaların Arındırıcı banyolarda”, Annunaki adındaki dünya dışı zeki bir ırkın erkeğine ait sperm ile döllendirildiğini, “Tutunmasının” sağlandığı ve “Kalıplara” koyulduğu tüm detayları ile yazmaktadır. Sonrasında döllenen yumurta Annunaki ırkının önde gelen dişilerinden birinin rahmine yerleştirilmiş ve dünya gezegeninde işçi olarak çalışacak ilk insanın doğumu sağlanmıştır. Bu arada Tevrat’ın Yaratılış Kitabının 2:5 ve 3:23 bölümlerinde de insanın toprağı işlemek için yaratıldığının ifade edilmesi ilginçtir.. Yine Atrahasis’e dönecek olursak baş tıp subayı olduğu bilinen ve ilk insanı rahminde taşıyan dişinin adı “Yaşam Veren Kadın” anlamına gelen Ninti’dir ve lakabı “Mammi” dir. Bu kelimenin tüm dünyada kullanılan Mamma-Mama-Anne-Ümmü sözcükleri ile yakınlığı şaşırtıcıdır. İşte bu yaratılan ırka ilk dönemde hem üreme hem uzun yaşama (belki de ölümsüzlük) gücü verilmemiş ancak sonra üreme kabiliyeti verilmiş ve Tanrılara ait tek fark olarak “Ölümsüzlük” bırakılmıştır.

İnsan açısından ölümü yenmenin yolu hayatın hakkını vermekten ve aydınlanmaktan geçmektedir. Halil Cibran; “Ölümün ruhunu gerçekten kavramak istiyorsanız, kalbinizi tam anlamıyla hayatın kendisine açın.”diyor ve ikisi arasındaki ilişkiyi nehir ve denizin “BİR”’liği ile remzediyor. Ölüm içinde acı barındırmaz. Ölüm anında hissedilen tinsel acının nedeni ölüm değil yaşanılamayanlardır. Aslında binlerce yıl önce Talmud’daki bir cümle neye değer vermemiz gerektiğini çok güzel özetlemiş. “Önemli olan yaşamımızdaki günler değil günlerimizdeki yaşamdır.”

A
B
C
D

Trả lời

Email của bạn sẽ không được hiển thị công khai. Các trường bắt buộc được đánh dấu *