ORYANTALİZMİN OSMANLI DEVLETİNDEKİ ETKİLERİ
Oryantalizmin Osmanlı Devletindeki etkilerine baktığımızda, Osmanlıda Tanzimat devrinin (1839-1876), siyasi, sosyal ve kültürel önemli değişikliklerin yaşandığı dönem olduğunu görüyoruz. Tanzimat Fermanı (Gülhane Hatt-ı Şerifi’nin okunması 1839) ile hızlanan Batılılaşma çabaları, 1860’tan sonra gazete, roman ve tiyatro ile birlikte yürütülür. Osmanlı modernleşmesinden günümüze uzanan çizgide de, aydın ve Oryantalist bir görüntü çizer. Batılılaşmaya giden yolda, Oryantalistleşme tuzağını atlatabilen aydın sayısı maalesef pek iç açıcı bir tablo sunmaz. Tanzimat aydını ile Cumhuriyet aydını arasında bir ince ayrım göze çarpar. Tanzimat aydını, görkemi hala ayakta olan bir gücü temsil ederek yazmaktaydı. Bunlardan ilginç ve çarpıcı olanı piyanodur. Sonra Fransızca konuşmak, açık giyinmek gibi simgeler gelir. Sarayda ise özellikle Batı musikisi, tiyatrosu, bahçe düzenlemeleri Batılılığın simgeleri olarak yer alır. 1862 yılından sonra ise Batı karşısındaki yenilgilerin, salt askeri sebeplere dayanmadığı anlaşılır ve Batılılaşma çabaları çok yönlü olarak devam eder. Çağdaş uygarlık seviyesine çıkmayı resmi bir program olarak kabul eden Türkiye’de, bütün bu Oryantal düşünceler, üstenci bir baskıyla dayatılmıştır. Bu yolda Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet aşamalarından geçen Türk aydını, Oryantalistleşme ile Batılılaşma arasındaki mesafeyi tutturmakta hayli zorlanmış, sonunda da Oryantalist bir çizgide seyretmiştir. Türkiye’de modernleşme projesi, ulusçu bir karakterle bütünleştirilerek gerçekleştirilmek isteniyordu. Cumhuriyetin Oryantalist aydın tipi, fikirlerini, Osmanlı ve İslam geleneklerinden çok, ulusçu, Fransız devrim ruhu ve akılcı bir temelde oluşturmaya çalışmıştır. Böyle bir modernleşme projesi, toplumdaki bireylere, halkın büyük çoğunluğuna, kişisel başarıyla kazanılacak hedefler sunamadı. Türk aydınının ceddi de “Devletten para alan, devletin beslediği” bir tabakadan başka bir şey değildi. Varlığını ancak devlete hizmet ederek koruyabilirdi. Sonuç olarak, bazı olumsuzlukların, Batılılaşma serüvenimizle birlikte gözükmeye başlaması, yanlış Batılılaşmanın ne denli kurbanı olduğumuzun gösterir. Bu Batılılaşma değil, keskin bir Oryantalistleşmedir.
DOĞU – BATI
Doğu – Batı ayrımının ortaya çıkması seneler hatta yüz yıllar almıştı. Keşif seyahatleri yapılmış, ticaret ve savaş vasıtasıyla temaslar sağlanmıştı. Doğu çok eski çağlardan bu yana garip yaratıklarla dolu, şaşırtıcı anılar ve görüntüler taşıyan ve Doğaüstü olaylarla bezenmiş, süslü bir fanteziler dünyası olarak Avrupalılarca yaratılmıştı. Ancak Doğu artık kaybolmak üzereydi. Zamanını bitirmiş ve değişikliğe uğramıştı. Batı ‘’Efendi, uygar ve gelişmiş’’ olarak kendisini lanse ediyordu. Ancak bu özelliklerini ancak sömürgesi altında bulundurduğu insanlar nazarında kazanıyor ve de koruyordu. Batı’nın üstünlük sürdürme taktiği, Doğu üzerinde otorite kurma çabasıdır. Batı, Doğu ile sürdürdüğü tüm iliksilerin içinde Doğu’dan el çekmemek için aşırı çaba göstermiştir. Avrupa’da Doğu ve Batı’yı ayıran çizgi oldukça belirgindir. Bununla birlikte şurası bir gerçektir ki Doğu’ya doğru ilerleyen batıdır. Batı’nın Doğu hakkındaki görüşlerini ortaya koyabilmek için “Oryantalizm” deyimini kullandım. Bu konu Doğu’nun sistematik bir araştırma, buluş ve pratik fayda oluşunun bilim disiplinidir. Batı, Doğuyu anlatırken de kendini anlatır. Çünkü Doğu, Batıya göre ya bir şeydir ya da değildir. Mihenk taşı batıdır. Bütün ölçütler, Batılının belirlediği kodlardır. Doğu, Batının değer yargılarına uygun bir şekilde ya övülür ya da yerilir. Övülse de o bir Doğudur, yerilse de. Batılı, övgü hakkını da yergi hakkını da kendisinde bulur. Doğu, sırtı sıvazlanan, başı okşanan aferin denilendir, ya da kaş çatılarak kötülenen, horlanandır. Bu yaklaşımların ırkçı yaklaşım olduğu son derece aşikâr. Çünkü ırkçının da temel düşüncesi “Farklı olanı dışlamak,aşağılamak, yok etmektir”. Roma’nın eski eğlence türlerinden biri de bildiğiniz gibi, gladyatörleri vahşi hayvanların önüne atmaktı. Bu zavallı esirlerin, kölelerin kendi hayatlarını kurtarmak için vahşi aslan, kaplan veya panterlere karşı bütün gücü ile çaresiz, ümitsiz bir şekilde mücadele vermesini seyredenler bundan büyük bir haz duyuyorlardı. Zamanın bütün medeni insanları, vahşet meydanları olan bu arenalardaki merasimleri seyretmeye geliyorlardı. Sadece soylular ve güçlüler değil, hatta büyük hekimler, filozoflar, büyük sanatkârlar ve bunların benzerleri, bu vahşet meydanlarının seyircileriydi. Bu Roma’nın, revaçta olan en önemli eğlencesiydi. Batı aklının ve geleneğinin kültürel mirasına bağlı olarak oluşan Avrupalılık ruhu, Yunan-Roma ve Hıristiyanlık gibi üç bileşkenin bir ürünü olduğunu kendinden menkul bir üstünlük sarhoşluğu ile her alanda dile getirmektedir.
Dünya tarihini Avrupa öznesine bağlı yeni bir gözle okuma Oryantal ruhun bir dayatmasıdır. Yani Avrupa, öteki ile diyalogunu ya hâkimiyet kurmak ya da ötekini kendi içinde eritmek amacıyla geliştirir. Doğu da Batı da bir kurgunun eseridir. Doğu, hayali bir ”Öteki”, Batılı zihnin boşluklarını dolduran bir yer. Batılı’nın zihninde “Hayali Doğu” imajı oldukça geniştir. Doğu, Batı’ya göre sekilendiriliyor. Batı dönüşüm geçirdiği her süreçte ne idiyse, Doğu o değildir. Farklı farklı Doğu’ların üretilmesi de işte bu yüzdendir. Oryantalist söylemde Batı; aklı, doğu ise duygusallığı simgeliyor. Batı’nın, Doğuyu sürekli şekilden şekle sokması, onu sürekli tasvir etmesi, bilinçaltındaki bir yönetme emelinden kaynaklanır. A. Ceyhan’a göre Doğu; aşkın, gönlün, hayalin, Batı ise aklın, tekniğin, realitenin vatanıydı. Fakat buradaki sade tanımlamaya dayanarak ne Doğu’yu ne de Batı’yı anlamak mümkün görünmüyor. Amerikalı profesör, aktivist Edward Said(1935-2003), Doğu ile Batı arasındaki ezeli farka işaret etmiş olmakla beraber, bu farkın çatışmanın değil, zorunlu birlikteliğin işaret sayılması gerektiğini belirtmiştir. Fransız ekonomist ve düşünür Pierre-Joseph Proudhon (1809-1865), batının tarihi sürecini belirlerken suçları söyler: insanlık üç büyük devrim yasamıştır. Bu devrim eşitlik üzere gelişen bir tarihi süreçtir.
Avrupalıya göre insanlık, Hıristiyanlıkla Tanrı önünde eşitlenmiştir. Fransız filozof, matematikçi ve yazar René Descartes’le (1596-1650) akıl önünde ve 1789 Fransız İhtilali ile de hukuk önünde eşitlenmişlerdir. Buradaki tarihi süreçlerin Batı tarihine ait olduğu vurgulanırken, sonuçları itibariyle insanlığı muhatap almış olması, Batının kendisini insanlığın tarihsel bakımdan öznesi olarak gördüğünü açık ve net bir şekilde ortaya koymaktadır. Tarihi süreçlerine bakılarak bugünkü Avrupa’yı görmek mümkündür. Avrupa tek başına değerlendirilebilen bir olgu değil ve Doğu aynasında bir varlık kazanıyor. Avrupa çatışmacıdır, eleştireldir. Dinden tecrit edilmiş beşeri bir yapıyı simgeliyor. Edward Said’in sahasındaki haklı değeri ve büyüklüğü, bugüne dek egemen olan özne yapıyı, nesne konumunda incelemiş olmasındandır. Bir düşünce klasiği olarak görülen Oryantalizm, öznenin kendisine dönük ilk büyük çaplı eleştirisidir. Sait’in Hıristiyan oluşu bile onun eleştirilerinin kuşkuyla karşılanmasını önleyememiştir. Çünkü o her şeyden önce Doğuludur. Ve sırf bu yüzden Batı eleştirilerinde kısmen de olsa sübjektif davranmakla suçlanmıştır.
Oryantalizm Batıyı özne olarak kurgularken, Doğu’yu da bu özneye bağımlı nesne biçiminde kurgulamış ve bu ikisi arasındaki diyalogu da, şehirli- barbar ikileminde oluşturmuştur. Doğu dişiliktir ve cariyeleri, haremleri, melekleriyle bir masal dünyasıdır. Batılının zihnindeki masal dünyasının somut bir öğesidir. Bu yüzden Doğu hakkında üretilen imgeler, bir çırpıda yok olacak türden değildir. Çünkü bu imgelerin kaynağı, Batılının bizzat kendi zihniyetidir. Avrupa’nın Oryantalizm noktasından tereddütsüz birleştiği yer, “Batı kültürünün, Doğu kültürü üzerinde entelektüel bir otorite sahibi oluşu” idi. Doğu, Batı’ya göre anlatılan, sözü edilen, eleştirilen, kendisine nasihat edilen bir bağımlı olgu seklinde metinlerde yer alır ve anlaşılması gereken değil, Batı’ya göre tanımlanması gerekendir. Tarih bir kurgu olarak gelişir ve kurgular zamanla gerçeğe dönüşür. Milliyeti oluşturan, Milliyetçilik düşünceleridir. Doğu-Batı ikilemi de bir medeniyet karsılaştırmasını ortaya çıkarmıştır. Doğu-Batı, Perslerle Yunanlılar arasındaki savaşlardan beri vardır ve Oryantalizmle doruğa çıkmıştır. Günümüzde hadiseler de bu durumu görebiliyoruz. ”Doğu Doğudur, Batı Batıdır.” Bunlar birleşmez ve buluşamazlar. Sonuç olarak; Avrupalılık ruhu, Batının vardığı bir aşamadır.
İLK ORYANTALİSTLER
Oryantalistlerin bazıları özellikle ilk Oryantalistler hiç Doğu’da bulunmadan tamamen kitaplara dayalı bir Oryantalizm ortaya koymuşlardır. (Sacy ve Renan gibi…) Bazıları ise Doğu’da bulunmuş ve Doğu’lularla temas etmiş olarak Oryantalist fikirler ileri sürmüşlerdir. Bu ikinciler Doğu’lular için hem yerli hem de yabancı idiler. Yazdıkları faydalı bilgilerdi fakat Doğu’lular için değil, Avrupa için ve onların neşriyat kurumları için bir gücün temsilcisi olarak onların içindeydiler. Olayı sadece dışarıdan resmediyorlardı. İlk Oryantalistler (Renan, Sacy, Laen) Doğu’nun anlatımını mizansenli olarak gerçekleştirdiler, sonraki Oryantalistler âlim veya yazar olsun sahneye sıkı sıkıya bağlı kaldılar. Daha sonra sahnenin yönetilmesi gerektiği görüldü ki, yönetim oyununda kurumlar ve hükümetler şahıslardan daha fazla ön plana çıktı. İste 19 ve 20.yy. geçerken Oryantalizmin çizdiği tablo bu sakildeydi. Silvestre de Sacy ve Renan konularında kitaplara dayanan Oryantalizmin yanında ne birinin ne de diğerinin iddia etmediği gibi, Doğu’nun gerçekten yaşayan yönünü araştıranlar da vardır. Örneğin Anquetil, Jones ve Napolyon’un Mısır seferine katılanlar bu geleneğin en eski temsilcileridir. Cromer ve Balfour’un bir asırlık modern batı oryantalizminden edindikleri miras doğuluların ırklarını, karakterlerini, kültürlerini, tarihlerini, geleneklerini ve toplumsal yeteneklerini tanımak olmuştu. Bu bilgi gerçek bilgiydi ve Cromer şimdi bu bilgiyi Mısır’ı Yönetmek için kullanacaktı. Said Cromer Batı’da oturan fakat Doğu’ya doğru uzanan büyük bir makinenin başını çekmektedir. Bu makine merkezden yönetilmekte, fakat bu yönetim makinenin bedenine bağlı kalmaktadır.
Sacy Doğu’nun dahi bilmediği “örnekleri” tanıtmıştı. Avrupalı olarak tüm Doğu arşivini altüst etmiş fakat bu işi hiç Avrupa’dan çıkmadan bitirmiştir. Eline aldığı metinleri önce onarmış daha sonra notlamış, sıralamış, düzenlemiş ve açıklamıştır. Bu çalışma öylesine ileri boyutlara varmış ki zamanla Doğu, Oryantalistin gerisinde kalmış ve daha az değerli sayılmıştır. Böylece Silvistre de Sacy tarafında öğretici bir bilimsel tablonun içine çekilen Doğu zamanla kendi gerçeklerine kavuşmuştur. Silvestre de Sacy ile Renan arasındaki fark “kurucu ile yürütücü” arasındaki farktı. Silvestre de Sacy bir alanın ortaya çıkmasına yol açan eseri yaratan kişisel kökleri ihtilâlcı romantizminde yatan, on dokuzuncu yüzyıl bilimsel disiplin yolunu açan insandı. Renan ise Oryantalizmin ikinci kuşağının yetiştirmesiydi. Görevi Oryantalizmin resmî görüşlerini sağlamlaştırmak, sezgilerini sisteme bağlamak, entelektüel ve idarî kurumlarını düzenlemekti. Renan ve Silvestre de Sacy gibi Avrupa’da oturan bilim adamlarının çalışmaları Doğu’da oturan kişilerce beslenir ve onların meyvelerinden yararlanır.
Sonuç olarak her iki deney, gerçek bir kütüphane meydana getirecek ve bu gerçeklere karsı, Marks dâhil kimse karşı duramayacak ve kimse onları ortadan kaldıramayacaktır. Mısır’da “Ben” demesini bilen kuvvetli bir kişilikle dolaşan Lane bu ülkenin gelenekleri, görenekleri, bayramları, çocukları, büyükleri, cenazeleri arasında gezinilirken bir Doğu’lu kişiliğine bürünmüş ve başka türlü elde edilmesi mümkün olmayan yollarla bilgileri yakalayıp yayınlayarak yeni bir Oryantalist araştırma metodu keşfetmiştir. Araştırmacı olarak Lâne hem görülen, hem gösterendir. Bir taşla iki kuş vurmakta, iki tarafı da memnun etmektedir. Bir yandan arkadaşlık edinerek Doğu heveslerini tahmin etmekte, diğer yandan da şöhretlerini sağlayan Doğu bilgilerine sahip olmaktadır.
Saf Coğrafi Doğu’nun üzerine çıkan Fransız yazar, şair ve siyasetçi Alphonse de Lamartine (1790-1868), eski çağların Fransız yazar, politikacı ve diplomat François-René de Chateaubriand’ı (1768-1848) olmuştur. Doğu’ya özel mülkiyetine dâhilmiş gibi bakmaktadır. Sanki Doğu, Avrupa’nın güçlü devletlerinin emrindedir. Lamartine bu noktada Chateaubriand’ı taklit ediyor ve Sheyley ve Napolyon gibi Dünyayı ve içinde yaşayan insanları oyun masasının taşları gibi görüyor. Lane, Chateaubriand, Lamartine, Renan, Silvestre ve Sacy gibi yazarların aksine Nerval ve Flaubert’in Doğu’su tamamı ile anlaşılmış, değerlendirilmiş, içinde yaşayanları, insanları fark edilmiş, bir Doğu değildir. Estetik görüş açısından ele alınmış ve zengin kültürel imkânlar sağlayan bir alan olarak düşünülmüştür. Maceraların peşinde koşan bir gezgin olarak Burton yaşadığı ülkelerde halkın günlük yaşantısını paylaşıyordu. Sadece mükemmel şekilde dil öğretmekle kalmamış fakat Hintli Müslüman doktor kılığına girerek İslam’ın kalbine kadar sokulmuş ve Mekke’de Hac farizasını yerine getirmişti. Lane’in Manners and Custom s of the Modern Egyptians isimli eseri Neval, Flaubert ve Richard Burton gibi pek değişik kişilerce okunmuş ve tartışılmıştır. Bu kitap otorite sayılmaktadır. Sadece Mısır değil Doğu hakkında yazan ve düşünen herkes için kullanılması mutlaka gereken bir eserdir. Lane’in aksine Chateaubriand Doğu’yu “tüketmek” istemektedir. Sadece ona sahip çıkmakla kalmamakla fakat onun namına konuşmakta ve onu takdim etmektedir. Tarihin içinde değil bu sınırların çok ötesindedir. İnsanların ve ülkelerin Allah’ın ve insanoğlunun kaynaşarak tek bir varlığa dönüştüğü çok eski çağlarda yasamaktadır(!). “Ülkemin kazandığı zaferlerin anıları olmasa idi bu muhteşem tabiat böylesine güzel olmazdı, Nil kıyılarında Fransız dehasının getirdiği yeni bir uygarlığın izlerini görüyorum.”
(5. Bölümün Sonu)