Bu yazımız Kristof Kolomb hakkında değildir, onunla ilgili çok daha geniş ve teferruatlı bir yazı hazırlandı. Yayımlanmak için sırasını beklemekte. Kolomb’un dahi ya da aptal, haydut ya da aziz, iyi bir denizci ya da şanslı bir adam olup olmadığıyla olmadığı bizi pek ilgilendirmiyor, hiç olmazsa bu yazımızda. Amerika kıtasına ayağını basan ilk Avrupalı olup olmadığıyla, ya da ne yaptığını bilip bilmediği de bu yazımızda önemli değil. Bugün pekala biliyoruz ki Vikingler Atlantik’i kendisinden 500 yıl önce geçmişlerdi, üstelik Kolomb 1506’da öldüğünde, ulaştığı yerin Asya olduğunu sanıyordu hâlâ. Bunlar da önemli değil. Kristof Kolomb 1492’de Avrupa’dan Amerika’ya varmamış olsaydı, çok geçmeden başka bir Avrupalı aynı şeyi yapacaktı mutlaka. Kolomb Meydanı’na, İngiliz Kolombiyası’na ve Kolombiya Cumhuriyeti’ne işte o Avrupalının adı verilecekti. Kolomb’la ilgili olarak önemli olan, Amerikan yerlisinin gözünde, onun başka bir kıtadan başlayan yolculuğunun, denizden felaket getiren bir işgal olmasıydı.
Tanrı geçmişi değiştiremez, ama tarihçiler değiştirebilir.. Samuel Butler*
· Samuel Butler (1835-1902) İngiliz yazar. Ailesine özellikle de babasına, çevresindekilere ve kiliseye karşı duyduğu nefret nedeniyle 1859 yılında Yeni Zelanda’ya giderek orada koyun yetiştiriciliğine başladı. 1864 yılında bu uğraştan elde ettiği servetle İngiltere’ye döndü.
Tarih, üzerinde anlaşılan bir yalanlar kümesidir.. Napolyon Bonaparte*
· Napolyon Bonapart (1769-1821), Fransız asker, devlet adamı. Birinci Napolyon olarak 1804’ten 1814’e kadar Fransa İmparatoru. Gerek Fransız Devrim Savaşları gerekse Napolyon Savaşları sırasında Fransa’ya önderlik ettiği gibi tüm Avrupa’yı da etkilemiş bir komutandır.
Tarih bizim için cinayet ve köleleştirmeyle başlar, keşifle değil.. William C. Williams*
· ABD’li şair, romancı, deneme ve oyun yazarı. Yapıtlarında konuşma dilini kullanmış ve gündelik yaşamdan esinlenmiştir. 17 Eylül 1883’te New Jersey’de, Rutherford’da doğdu, 4 Mart 1963’te aynı yerde öldü.
1992’de Batı -bununla, ya Avrupalı olan ya da Avrupa’nın son 500 yıllık yayılmacılığından çıkan ulusları ve kültürleri kastediyoruz-, Kolomb’un “eski” dünyadan “yeni”sine ilk yolculuğunun 500. yılını kutladı. Kazananların yazdığı geleneksel tarih bize bu keşfin insanlığın başardığı en iyi işlerden biri olduğunu öğretmiştir daha ilkokul sıralarından başlayarak.
Amerikan yerlileri bunu daha farklı gördü. Ataları aynı keşfi çok daha önceleri yapmıştı bile. Onlara göre Yeni Dünya artık eski ve tek bir dünyaydı. Birçoğunun dediği gibi, başlangıçta var olan, denizde yüzen “büyük bir ada” idi. Arktik tundradan Karayip adalarına, And Dağları’nın yüksek platolarından Horn Burnu*’nun rüzgârlı ucuna kadar tüm yaşanabilir bölgelere yerleşmişlerdi. Her tür toplumu kurmuşlardı; göçebe-avcı gruplar, yerleşik çiftçi toplulukları ve büyük şehirleri yeryüzündeki diğer şehirler kadar göz kamaştıran uygarlıklar. 1492’de yaklaşık 100 milyon Amerikan yerlisi vardı, yani o dönem insan ırkının yaklaşık beşte biri.
· Horn Burnu ya da Boynuz Burnu, 55° 58′ 48″ güney paraleli ve 67° 17′ 21″ batı meridyeninde bulunan ve Güney Amerika’nın en güney ucu kabul edilen burundur. Atlas Okyanusu ile Büyük Okyanus’u birbirinden ayırır.
Kolomb’un karayı ilk kez görmesinden sonraki yirmi-otuz yıl içinde bu insanların çoğu ölmüş ve dünyaları Avrupalılar tarafından barbarca yağmalanmıştı. Yağmacılar Amerika’ya yerleştiler ve Amerikalı olarak bilinenler de onlar oldu, kıtanın eski yerleşik halkı değil. Geleneksel tarih, bu saldırının iğrençliğini kabul ettiği zaman bile, bizi bunun olup bittiğine, artık geri dönüş olmayacağını kabule zorlar. Amerika’nın halklarının soyları tükenmiştir ya da tükenmek üzeredir. Onlar o kadar ilkeldirler ve o kadar çabuk ölmüşlerdir ki, söyleyecek bir şeyleri yoktur.
Asya ve Afrika’nın tersine Amerika, sömürgecilerinin kıtadan ayrıldığına hiçbir zaman tanık olmadı. Amerika’nın eski halkları özgürlüklerini geri kazanamadılar, ama bu demek değil ki yok oldular. Hayatta kalanlar, beyaz yerleşimcilerin onların topraklarında ve onların sırtlarından kurduğu malikâneler içinde tutsak oldular. Andlar’da 12 milyon kişi hâlâ İnkaların dilini konuşmaktadır. Bugünkü Aydınlık Yol örgütünün şiddet yanlılığının köklerini, 1533’de Atawallpa’nın yağmacılar tarafından öldürüldüğü hikâyenin sayfalarında aramak gerekir. Orta Amerika’da Maya dilini konuşan 6 milyon kişi vardır (Kanada’da Fransızca konuşanlar kadar). Guatemala’da çoğunluk gerçekten iktidarda olsa, orası bir Maya cumhuriyeti olurdu. 1990’da Kanada’da Mohawklar, hiçbir zaman Ottawa ya da Washington’a bırakmadıklarına inandıkları bir egemenlik adına silaha sarıldılar.
Bütün bu olgular bizi şaşırtıyorsa, bunun nedeni beş yüzyıl boyunca yalnızca kazananların tarihini dinlemiş olmamızdır. Egemenlerimizin bizlere anlattıklarıyla yetindik. 1492’de başlayan ve bugüne kadar devam eden hikâyenin artık öteki yanını da dinlemenin zamanı geldi.
“Beyazlar sadece tek taraflı anlattılar ve yalnızca kendilerini memnun etmek için anlattılar. Çoğu doğru olmayan şeyleri gösterdiler. Yalnızca kendi en iyi işlerini, yalnızca yerlilerin en kötü işlerini anlattı beyaz adam.” Sarı Kurt, Nez Percé, 1877
· Nimipular ya da Nez Percé’ler ABD’nin Kuzeybatı Pasifik bölgesi’nda yaşayan ve Sahaptin dillerinden Nimipucayı konuşan bir kızılderili kabilesidir. Tahminlere göre Lewis ve Clark’ın seferlerine kadar bu alanda 10.000’in üzerinde yerli halk yaşamaktaydı.
Bu araştırmamızı oluşturmak için belgeleri karıştırırken Onondaga Irokualarının (şimdi New York Nedrow yakınlarında yaşayan Kuzay Amerika yerlileri) geleneksel şefi Dehatkadons’un bir açıklamasına rastladım, son derece gerçekçi, mantıklı ve doğru bir açıklama. Sizlerle paylaşıyorum: “Üzerinde insan yaşayan bir toprak keşfedilemez. Yoksa ben de Atlantik’i geçip İngiltere’yi keşfedebilirim”. Bu kadar açık ve net bir noktanın, beş yüzyıl boyunca Avrupa’nın bilincinden kaçmış olması, bize öğretilen tarihin aslında bir mit, masal olduğunu ortaya koyar. Mit kelimesi bugünlerde saptırılmış bir anlamda, yalan ya da masalın eşanlamlısı olarak kullanılabiliyor, ama benim bahsettiğim tanım bu değil. Tarihin büyük kısmı, bir halk tarafından sindirildiği zaman mit haline gelir. Mit, ister gerçek, ister kurmaca olsun, bir kültürün en derin değer ve arzularıyla yankılanan geçmişinin görüntüler halinde düzenlenmesidir. Mitler, karşı çıkılmayacak kadar verili kabul edilen, görünürde o kadar aksiyoma* dayalı arketipler* yaratır ve pekiştirir. Mitler o kadar anlam yüklüdür ki onlarla yaşar ve onlarla ölürüz. Onlar, kültürlere zaman içinde yol gösteren haritalardır. Uygarlığın yok ettiği insanlar, keşif mitinin tarihsel suçları parlak ikonlara dönüştürdüğünü görüyorlar. Ama maalesef Batı’nın hâkim tepesinden bakıldığında keşif miti doğrudur.
· Aksiyom; başka bir önermeye götürülemeyen ve kanıtlanamayan, böyle bir geri götürme ve kanıtı da gerektirmeyip, kendiliğinden apaçık olan ve böyle olduğu için öteki önermelerin temeli ve ön dayanağı olan temel önermeye belit, aksiyom ya da postulat denir.
· Arketip; ilk örnek, asıl numune. Kelime anlamıyla kalıp, şablon, ilktip şeklinde ifade edilen arketipler gerçekte insan kültürünü oluşturan yapıtaşlarıdır.
Öteki tarafın tarihi de mitseldir. Ama bu “kaybedenlerin” mitleri felaketi açıklamak ve üstesinden gelmek zorundadır. Yok olan kültür ayakta kalacaksa, mitleri de işgalciye direnmek ve onun mitleriyle savaşmak için gereken zorlu zemini yaratmak zorundadır.
Kolomb-öncesi Amerika’yla ilgilenmemizin nedeni, okullarda bu konuda hiçbir şey öğrenmemiş olmamızdır. Amerika modern, medeni, aydın bir ulus, atalarının işgal ettikleri bu kıtanın asıl sahipleriyse ilkel, barbar, cahil ve görgüsüzdü. Avrupa’ya örneğin İngiltere’ye baktığımızda da 1950’den başlayıp günümüz İngiliz eğitimcilerine göre tarih, 1850’den önce asıl olarak İngiltere’de vuku bulan bir şeydi. Biraz Yunanistan ve Roma, büyük oranda Tudorlar, Stuartlar ve Hanoverliler isteksiz zihinlere defalarca kazınmıştı. Bu saçma sapan tarihten sıkıldım, mutlaka bu anlatılanların karşı tezleri, alternatifleri de olmalıydı. Bu nedenle elime alıp okuduğum her kitap beni Peru’nun İnkalarına, onlar da Güney, Orta ve Kuzey Amerika’nın öteki halklarına götürdü. İstanbul’da eğitim veren bir Fransız Koleji’nde öğrenciyken bile, bu kültürlerin Batı histografisi (tarih yazımı) tarafından kayıtsız ve cahilce bir tarafa atıldığını görebiliyordum. Eski Amerika, Avrupalıların sahip olduğu şeylere -insan gelişiminin somut örnekleri olarak kabul edilen şeylere- sahip olmamakla eleştiriliyordu. Bildiğimiz saban ve tekerlek bunların en başta geleniydi, bir diğeri de yazı.
Avrupa merkeziyetli düşünen tarihçilerin aklına, öküz ya da at gibi koşumlanabilen hayvanlar olmadan saban ve tekerleğin fazla işe yaramayacağı hiç gelmedi. Öyle ya bu hayvanların ikisi de Kolomb-öncesinde Amerika kıtasında mevcut değildi. Yani bu hayvanlar olmadan o “geri zekalı !” yerlilerin saban veya tekerleğe ihtiyaçları olabilir miydi? İcat ve buluşlar da ihtiyaçlara, gereksinimlere bağlı olacağına göre? Neyse, bu “engellere” karşın orada uygarlığın gelişmiş olmasına hayret etmek yerine, tarihçiler saban ve tekerleğin olmayışını önceki Amerika’nın tam olarak uygarlaşmamış olduğunun kanıtı olarak kabul etmişlerdi. Aynı ruh haliyle, Maya hiyerogliflerinin de gerçek yazı -gerçi yazıya benziyorlardı- olmadığı sonucuna vardılar, çünkü hiçbir beyaz adam bunları deşifre edememişti.
Günümüz akademisyenleri artık bu kadar yapmacıksız, naif değil. Artık Maya yazıtlarının çoğu okunabiliyor, astronomi ve matematik alanında muhteşem başarıları ortaya konuyor ve insanın aile ağacına binlerce yıllık hanedan kayıtları ekleniyor. Ancak yine de bu büyük uygarlıktan günümüze kalan kalıntılardan büyük bir bölümü hala çözülmeyi bekliyor. Özellikle eski mit ve efsanelere ışık tutabilecek bilgileri saklayan hiyeroglifler. Palenque ‘deki gibi harika tapınakların dış yüzeyi, Mısır’dakilerle büyük benzerlikler gösteren çok sayıda esrarengiz işaret ve yazılara ev sahipliği yapmakta. Bu yazılar kıtanın eski ve gerçek sahipleri hakkında çok önemli bilgileri barındırıyor olabilirler. Bilindiği gibi Mayalar çok detaylı bir yıldız ve uzay bilgisine sahiptiler ve buna bağlı olarak kullandıkları takvim günümüzde kullandığımızdan daha detaylı ve isabetliydi. Ayrıca bilgileri depolamak, matematiksel problemler ve kendi geçmişleri ile ilgili bağımlılık derecesinde yaşam tarzları vardı. Maya kültüründe birçok bilinmeyen noktalar var hala akademisyenlerin üzerinde çalıştıkları. Bunlar ancak insanoğlunun onların hiyerogliflerini büyük bir titizlikle öğrenip çözmesiyle gün ışığına çıkartılabilir. Mayaların yazısı çözüldükçe bazı sıkıntılı sorularla da karşılaşıyor bilim adamları. Mesela neden onların takvimlerinin başlangıcı M.Ö. 3113 yılını göstermektedir? Bu başlangıç tarihinde bu kadar önemli olan şey neydi? Neden gelecek zaman birimini herbiri 7200 günden oluşan bölümlere ayırmışlardı? Neden mayalar çocuklarının kafasına özel bir başlık takıp, kafataslarının uzun olmasını sağlamaya çalışıyorlardı? Onların dediği gibi gökten gelen tanrılar kimdi? Ve neden böylesine gelişmiş bir kültür birdenbire ortadan kaybolmuştu? Sorular sorular.. Bilimadamları Meksika-Palenque’deki maya hiyerogliflerinin normal bir kelime ve harf olarak değil, duyguların bir betimlemesi olarak yapıldığını düşünüyorlar. Çözülmeyi bekleyen hiyerogliflerin birçoğunun astroloji, astronomi ve matematik ile ilgili bilgiler olduğunun neredeyse kesin olduğu belirtiliyor. Bu geri kalmış uygarlığın(!) ne saçma uğraşları varmış değil mi? Saban ve tekerlekle uğraşmak yerine böyle saçma sapan(!) şeylerle zamanlarını harcamışlar.
Kendi bilgileriyle neredeyse bugünkü kadar gelişmiş bir sayı sistemi geliştirdiklerini biliyoruz. Bu da onların bütün bilgilerini detaylarıyla gelecek için saklamalarına sebep olmuştur. Arkeologlar, antropologlar, dilbilimciler ve tarihçiler Kolomb öncesi dünyayı anlamaya başladılar. Ama Batı kültürü bir bütün olarak mitlerini buna göre düzenlemedi. Okullarda öğretilen ya da başvuru kitaplarında bulunan popüler tarih büyük oranda aynı kaldı. 1976’da yazılan ve 1987’de yeniden gözden geçirilen The Pelican History of the World’u (Pelican Dünya Tarihi) ele alın. Bin sayfadan daha kalın, ama Amerikan yerlilerine yalnızca on sayfa ayrılmış. Amerikan uygarlıkları burada da sabanı icat etmedikleri için dikkate alınmıyor ve “en sonunda soylarının devamı gelmeyen, dünya tarihinin kenarında duran güzel tuhaflıklar” olarak bir kenara atılıveriyor.
Avrupa’nın Amerika (elbette burada eski Amerika’dan bahsediyoruz) ile ilgili en köhne düşüncelerinden bir diğeri de, beyaz tanrı miti olarak bilinen, kendini ilahlaştırmasıdır. Buna göre, yerliler tuhaf beyaz adamlar, silahlar ve atlardan o kadar ürktüler ki, onları işgalci değil tanrı sandılar. 1982’de Fransız-Bulgar filozof ve tarihçi Tzvetan Todorov (1939-2017), beyaz tanrıya yeni giysiler giydirdi. Amerikan yerlileri Avrupalıları o kadar anlaşılmaz buldular ki, diye öne sürdü, onları diyalog ve gözlem yerine doğaüstü araçlarla, büyücülük ve kehanetlere başvurarak keşfetmeye çabaladılar. Amerika’nın başarısızlığı, “Öteki”ni kavrayamamasıydı.
Daha az etkili olsa da, onu süsleyen otorite havası nedeniyle daha sinsice olanı, Perulu yazar ve eleştirmen, 2010 da Nobel Ödülü kazanan Mario Vargas Llosa’nın (1936- ) 1990’da Harper’s dergisinde çıkan bir yazısıdır. Vargas, İnka İmparatorluğu’nun, tebaasının hiçbir özgür iradeye sahip olmadığı bir “karınca yuvası” toplumu olduğu için çöktüğü yolundaki miti yeniden canlandırmıştır. ”Eski Perulular, diye öne sürer, tanrı-krallarıyla o kadar büyülenmişlerdi ki, aksi bir emir gelmediği için orada öylece durup bir avuç Rönesans desperado’su tarafından katledilmelerine izin verdiler.” Siyasete, başkanlığa da soyunan Vargas, belki de en iyisi de buydu, sonucuna varıyor. Neden? Çünkü fatihler Peru’ya bireysel özgürlük incisini(!) getirdiler. Bu noktada insan Vargas’ın ortaya koyduğu bu tarih perspektifinin siyasal bir gündem olduğunu kavrıyoruz. Bugün Peru’da yaşayan (ve nüfusun yarısına yakınını oluşturan) yerli halklar ilerleme adına bir kenara atılmalıdır, çünkü “tam asimilasyona” denk gördüğü modernleşme, “ancak yerli kültürlerin feda edilmesiyle mümkündür.” Elbette ona göre..
Doktriner sol çoğunluklar da sağdan daha iyi değildirler. Guatemalalı göçmen tarihçi Severo Martinez Pelâez (1925-1998), Indianlar’ı sömürgeciliğin yarattığı bir şey olarak görür. Onlar, kapitalizm öncesi sömürü, İspanyol kültürünün nimetlerini esirgediği için Indian’dırlar. Ona göre Mayaların hayatta kalmış olması, yenilgilerinin kanıtıdır. Sosyalizmin kahramanca görevi, “yerlilikten çıkarma” (deindigenization) görevidir.
Vargas Llosa ise, sosyal Darwinci kapitalizm adına yerlilerin işini bitirmeyi önerir, Martinez Pelâez ise Marx adına, ikisi de yerli kültürüne var olma hakkı bile tanımaz.
Ne sevindirici bir şeydir ki son yıllarda Kolomb sonrasına ait, yerlilerin kaleminden çıkma hatırı sayılır miktarda belge, arşiv koleksiyonlardan çıkarılarak yüzyılların ihmalinden kurtarıldı. Bu eserler, Eski Dünya ile Yeni Dünya’nın karşılaşması sırasında olanlar konusundaki bilgilerimizi dönüştürdü. Meksika’nın fethiyle ilgili çağdaş Aztek versiyonunu, Atawallpa ile Pizarro arasındaki ünlü karşılaşmanın İnka versiyonlarını artık okuyabiliyoruz. Üstelik akademisyenler geçmişten gelen bu sesleri keşfederken, günümüzün Amerikan yerlileri de kendi adlarına konuşuyorlar. “Keşfedilenlerin”, yok olanların, ezilenlerin, köleleştirilenlerin, sömürgeleştirilenlerin bakış açısını görmezden gelmenin hiçbir bahanesi artık yoktur. Peru ve Guatemala’daki iç savaşların, Kanada’daki Mohawk çatışmasının ilk ateşini bu ülkelerin beyaz seçkinlerinin cahilliği yakmışlardır. Çok az şey, bir insanın kendi yalanlarına inanması kadar tehlikelidir.